Sınır sosyolojisi ve antropolojisi çalışmalarıyla tanıdığımız Neşe Özgen hocamıza, haddimizi aşarak ufak bir itirazda bulunacağız. Neşe hoca Türkiye yönetiminin mülteci politikasındaki son adımlarına atıfla, »AKP mülteci kanı üzerinden bir atımlık barutunu da harcadı« tespitini yapmış. Mültecilerin AB sınırına yığdırılmalarına Brüksel ve Berlin’den verilen tepkiye bakarak, »bir atımlık barut« tespitine katılmadığımızı, aksine Türk hükümetinin mülteci kartıyla kendi açısından başarılı bir hamle yaptığını düşündüğümüzü belirtmeliyiz.
Daha önce de vurguladığımız gibi, emperyalist güçler ve işbirlikçi ülkeler arasındaki ilişkiler kimi zaman tarafların ellerindeki şartlı rehinlerin konjonktürel ağırlıkları ile belirlenir. Türkiye’nin coğrafî konumu nedeniyle emperyalist güçler için jeopolitik, jeostratejik ve jeoekonomik çıkarları açısından yaşamsal önem taşıdığı biliniyor. Gerek bu önem, gerek ülkenin enerji nakil hatları ağının merkezinde olması, gerekse de AB ve ihtilaflı coğrafyalar arasında bir nevi »tampon bölge« hâline gelmesi, yer darlığından açamayacağımız diğer nedenlerle birlikte Türkiye egemenlerinin elini güçlendiriyor.
O açıdan mültecileri manevra kitlesi veya »savaş mühimmatı« gibi, gayri insanî biçimde sınırlara itekleyen Türk hükümeti iç ve dış politikada istediklerinin çoğunu aldı diyebiliriz. Neden böyle düşündüğümüzü, Alman sermayesinin medyadaki amiral gemisi FAZ’de yayımlanan bir yoruma değinerek açıklamaya çalışalım.
Gazetenin ekonomi sayfalarındaki makale, Federal Hükümete »Almanya ofansif biçimde Türkiye ile yeni antlaşma yapılmasını sağlamalıdır« çağrısını yapıyor. Gerekçesi çok basit: »Mültecilerin Türkiye’de kalmasını finanse etmek, salt ekonomik nedenlerden dolayı anlamlıdır«. Makalede, 2015’de varılan Mülteci Uzlaşısı çerçevesinde verilen vize serbestliği ve AB üyelik görüşmelerinin hızlandırılması vaatlerinin Türkiye’nin iç ve dış politikaları nedeniyle yerine getirilmediği belirtilerek, 4 milyondan fazla mülteci barındıran Türkiye’nin AB tarafından desteklenmesinin AB’nin çıkarlarına uyduğu vurgulanıyor.
Hesap da çok açık: »Türkiye mülteci başına yılda üç bin Euro harcarken, bu meblağ Almanya’da on bin Euro’yu geçiyor. (...) Almanya tek başına bir milyar Euro destek verse bile, bu miktar az sayıdaki mültecinin Almanya’daki bakımından çok daha ucuza gelir. Kontrolsüz göç hareketi olursa, Almanya hedef ülke olur. O nedenle Almanya Türkiye ile yeni bir antlaşmanın yapılmasını sağlamalı ve finansmanına önemli katkıda bulunmalıdır. (...) Türkiye’nin desteklenmesi, ekonomik açıdan ve insanî olarak şu anki en iyi opsiyondur«.
FAZ’de yer alan bu talepler, Berlin ve Brüksel’de yapılan açıklamalar ve sınır hattında Cenevre Mülteci Konvansiyonu’nu ayaklar altına alarak uygulanan şiddet ile birlikte ele alınırsa, yeni bir mülteci antlaşmasına doğru koşar adım yaklaşıldığını görebiliriz. Bu, tam olarak Ankara’nın işine gelmektedir. Ufak itirazımız, bu nedenledir.
Ama Neşe hoca da haksız değil: »Yer ve uzam meselesinin anlamını yitirdiği günlerdeyiz. Zihnimizin bir yandan Suriye’nin ve Irak’ın savaşlaştırılan bölgelerinde, bir yandan depremler ve yokluklarla sarsılan mekanlarda bir yandan geçmişin ve geleceğin izini yitirmekte olduğumuz büyük çevre ve doğa katliamlarında savrulduğu, bizi hızla niteliksizleştiren, mülksüzleştiren, iktidar elinde oyuncaklaştıran ve geleceğimizi de altüst eden, yerlilik duygumuzun yittiği zamanlar bunlar: Mülteciyiz. (...) Mültecinin içine atladığı somut ve soğuk deniz, toplumun her kesimini de boğan büyük bir şiddet: Hepimiz mülteciyiz. Ya hepimiz tamamen mültecileştiğimiz bugünleri idrak edecek, buna göre yeni siyaseti birlikte üreteceğiz, ya da o soğuk sular üzerimizden aşacak.«