Uçak düşürmenin nedeni angajman kuralları mı?

Nihayet en olmaz gibi görünen risk gerçekleşti ve Türkiye, güneyindeki cihatçı mevzilerin korunması uğruna Rusya’nın savaş uçağını düşürdü.

Rus uçağının, Türkiye’ye karşı olmadığı açık olan sınır ihlali sırasında, salt “angajman kuralları” gerekçesiyle düşürülmesi, ilk anda pireye kızıp yorgan yakma haline işaret ediyor.

Bu çok önemli ve sonuçları çok daha önemli olacak gelişmenin doğru analizi, içine düşürüldüğümüz durumun bu denli basit olmadığını gösteriyor.

Üstelik Rus uçağının düşürülmesini müteakip Türkiye’nin yönelimi, daha düne kadar (Şangay İttifakına katılmak dâhil) çok yakın ilişkiler geliştirmeye çalıştığı Rusya ile krizi onarıcı bir diyalog aramadığını gösteriyor. Aksine NATO’yu toplantıya çağırarak kendisinden yana dayanışma mesajı çıkarmaya çalışması, Suriye sürecinin bloklar arası gerilim üzerinden devamını istediğini gösteriyor.

Belli ki Türkiye, kendi yanlış politikası sonucu parçası olup derinleştirdiği krizi, NATO nezdindeki önemini belirginleştirerek yönetmeye ve bu yolla alan kaybını engellemeye çalışıyor. Kısacası iç politikada işlevsel olan yöntemlerin uluslararası politikada da kullanılması yönelimi karşısındayız.

Oysa bu yoldan zaman kazanmak dışında bir sonuç almak mümkün olmayacaktır. Çünkü bugünün dünyası hem dünün Soğuk Savaş dünyasından hem de Suriye savaşının başlatıldığı ilk üç yıldaki durumdan farklılaşmış bulunmaktadır. Nitekim NATO bildirisi de, Türkiye’yle dayanışma vurgularının ardından Rusya ile Türkiye’nin temas kurması ve olası riskleri ortadan kaldırması talebinde bulunmaktadır.

***

Karşı karşıya bulunduğumuz durumun gerçekçi analizi, bizi, Suriye sürecinin son dönemde belirginleşen iki yönelimine çıkarmaktadır.

Viyana görüşmelerinde de teyit edildiği gibi, ABD ve Rusya arasındaki Suriye rekabeti, kontrollü bir mutabakatla yer değiştirmiş bulunmaktadır. Dahası bu mutabakatta Esad’ın değil, IŞİD’in tasfiyesi öncelenmektedir.

Bu mutabakatta belirginleşen bir diğer özellik ise, Kürtlerin ve onlar tarafından geliştirilen çözüm perspektifinin, taraflar nezdinde yükselen bir değer haline gelmesidir.

Son olarak uzlaşmanın yönelimi, ciddi bir itibar kaybına uğramış olan Türkiye’nin, süreci belirleme olanaklarının iyice kısıtlandığını göstermektedir.

Kısacası gidişat,

1- Esad’ın olmaması halinde bile BAAS’ın temel bir güç olmaya devam edeceği,

2- Suriye’nin kontrolünün Türkiye’de değil, başta ABD ve Rusya olmak üzere uluslararası güç odaklarında olacağı,

3- geleceğin Suriye’sinin, Sünni ve Arap değil, Kürtlerin de statü sahibi olacağı, çoğulcu ve laik bir yerden şekilleneceğine işaret etmektedir.

Bu ise, kendi yeni-Osmanlıcı hayalleri çerçevesinde Suriye savaşından büyük beklentilere girmiş ve bu beklentiyle büyük yük altına girmiş olan AKP Türkiye’si açısından kâbus anlamı taşımaktadır.

***

Genelkurmayın verdiği radar izlemesinde bile açıklıkla görüldüğü gibi söz konusu sınır ihlali, Türkiye’nin meşru egemenlik alanına değil, Suriye’deki iç savaş güçlerine yönelik hava akınlarının sınır çıkıntısının azizliğine takılmasından ibarettir. O halde söz konusu gelişme bize asıl sorunun bir sınır ihlali sorunu değil, Türkiye’nin güneyindeki bölge uğruna verilen egemenlik mücadelesi olduğunu gösteriyor.

Bu noktada garip olan şu ki Türkiye’nin bu uçak düşürme kararlılığıyla kalkan olmaya çalıştığı güçler, bölgenin tarihsel yerlilerinden çok, en baskın olanı el-Nusra olmak üzere cihatçı ve taşıma olan güçlerdir. Abdülhamit Han Tugayı, Sultan Murat Tugayı, Ahrar-ül Şam, vb.

Dolayısıyla özellikle belirtilmeli; Türkiye’nin bölgede kolladığı güçlerin savaşı kazanması halinde bile, bunların kontrolü mümkün olmayacaktır. ABD’nin bile okyanus ötesinden kavradığı ve hat değiştirdiği bu gerçeği AKP görmezden gelmektedir.

Dahası bu güçlerin, Türkmenlerin inanç özgürlüğü, can güvenliği, demokratik bir Suriye’de eşit yurttaş olma hakları açısından da en küçük bir katkısı olmayacaktır. Aksine kendi içlerinde de Sünni, Şii ve seküler parçalara bölünmüş Türkmenlerin gelecek güvenliği de, Arap ve Sünni-İslamcı değil, çoğulculuğu, laikliği, demokratik özerklik veya federal bir Suriye’nin gerçekleşmesine bağlıdır.

Böylesi bir taahhüt ise şimdilik sadece PYD tarafından dillendirilmekte ve Türkmenlerin bir kesimini de içererek uygulanmaktadır. Bu gerçekliğe eklenmelidir ki Türkiye’nin Suriye taahhüdü, bütün Türkmen vurgularına karşın Arap ve Sünni bir Suriye’nin dışına çıkmaktan uzak durmaktadır.

***

Tam da bu kritik dönemeçte, dört yıldır sürdürülen Suriye üzerinde hâkimiyet mücadelesinin sadece Suriye’ye değil, Türkiye’ye de bölgeye de felaketten başka bir sonuç getirmediği gerçeğiyle yüzleşmek gereksinimi karşısındayız.

Bu yüzleşme, Bayırbucak Türkmenleri dâhil Suriye’deki mağdur toplulukların can ve mal güvenliğine işlevsel bir katkı gerçekleştirebilmenin de garantisi olacaktır.