Laik kültür ve yaşam biçimi, feodalizmin ideolojisi(din) ve yaşam tarzına karşı, burjuvazinin binlerce yıllık mücadelesinin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Seküler yaşam, insanın elbise gibi değiştirdiği bir eşyası değil, vücudun bir parçası, onun derisidir. Peki, Bu, din işleriyle devlet işlerinin tümüyle ve kesintisiz biçimde ayrı tutulmasından başka bir şey olmayan laikliği bu derece hayati ve vazgeçilmez yapan nedir? Onun yaşamsal olmasını sağlayan; demokrasi, insan hakları, özgürlük dediğimiz sayısız demokratik işleyişin yakıtı, yağı olmasındandır. Demokrasi tartışma demektir, din ise tartışma değil, söylenene itaat ister. İnsan hakları; haksızlığa, ötekileştirmeye, baskıya karşı mücadele demektir ama dinde itiraz-isyan yok, şükretmek vardır. Özgürlük; bir diğer kişinin haklarını çiğnemeden giyimde, davranışlarda, düşüncede serbestlik demektir lakin dinde özgürlük değil tek tip düşünme ve davranma vardır. Din ile düşünce bu açıdan birlikte olamaz. İşte din ile devlet işleri ayrımı yani laiklik, 20. Yy’ın başlarında Genç Cumhuriyet tarafından hayata geçirilmemiştir. Ne yapılmıştır? Cumhuriyetçi denen devletin kalbine Diyanet İşleri Başkanlığı yerleştirilmiştir. Din tartışılmaz bir güç ve mutlak olandır. Onun için laiklik, din ile aynı yere konursa iğfal edilecektir. Bugün yaşadıklarımız da zaten bu tecavüzün doğum sancılarından başka bir şey değil. Bilmemiz gereken trajedi ise şudur: Din tarafından gebe bırakılan hiçbir Cumhuriyet, doğum sonrası hayatta kalamamıştır. Çünkü çocuk (Şeriat), ya anneyi öldürür nur gibi parlar ya da ölü doğar.
Bugün ülkemiz, eğer NATO üyesi olmasaydı, Batı Avrupa ülkeleri de ‘hemen yanı başımızda bir Şeriat devleti istemiyoruz’ demeselerdi, belki de sezaryen yapılarak erken doğuma yani Şeriata çoktan geçmiştik. 2023 yılının bu nedenle, ‘ılımlı İslamiyet’i’, tabi emperyalistler kabul ederlerse ‘ılımlı’ Şeriata çevrilme tarihi olacağından emin olabilirsiniz.
Atatürk’ün hatasının olabileceğini düşünmeyen veya Atatürk’ü okuyarak, inceleyerek bilince çıkartmayan bir kesim, yanılmaz lider felsefesiyle ona sahip çıkmaktadır. Dolayısıyla da İslamcıların propaganda amaçlı kullandıkları geçmişteki birçok olumsuzluğu, yanlış olduğunu bile bile savunmaya geçmektedirler. Koro halinde ‘o günkü şartlar da kolay mı? Cumhuriyet kuruluyordu, bunları yapmak zorunluydu’ diyerek geçmişe ki bu uygulamalar destekleniyor. İşte Laiklik uygulamasında da yani Diyanetin devlet kuruluşu haline getirilmesinde de benzer tavır söz konusu. Şöyle diyorlar: ‘Atatürk gericiliği kontrol etmek için bunu yapmaya mecburdu. Çünkü gericiler çok güçlüydü. Başka çaresi yoktu’. Vb. Gerçekten öyle mi bakalım.
1-) Laikliği cazip yapan yaşam biçimi: hoşgörü, insana, düşünceye, inanca saygı, hukukun üstünlüğü, özgürlük vb burjuva değerlerdir. Avrupa’ya mülteci akının nedeni de budur. Din, devletin doğrudan desteği olmadığı ortamda ancak ona samimi olarak inananlar, dünyevi bir çıkar beklemeyenler tarafından yürütülecek ve cazibe alanı olmaktan çıkacaktır. Laiklik filtre gibidir inananlarla, inanmış gibi yapanları ayırır. Bugün devlet maaş vermese, desteklemese ülkemizde kaç müezzin, kaç imam kalır ki? Alın size kontrol! Dincilerin % 80’i elendi bile. Bir de Türk usulü kontrole bakalım.
2-) Gericiliğin devlet yetkilileri tarafından kontrol edilmesi için bu kontrolcülerin hep cumhuriyetçi kalması gerekir. Bunun için de ülkede demokrasi değil cumhuriyetçi otokrasi gerekir. 1923-1946 yıları arasında Tek Partili cumhuriyet sistemi de işte bunun için vardır. Fakat bu ilelebet sürdürülebilir bir yöntem değildir. Kaldı ki bu sistem sürdürülüyor olsaydı da kişilerin hep iyi niyetli, gelişmiş cumhuriyetçiler kalacağının bir garantisi var mıdır? Bu açıdan, bu bir kontrol sistemi olarak sadece kuruculuk dönemi için geçerli geçici bir çözüm olurdu. Onun için kalıcı çözüm, dini devletin dışında tutmak ve onu sürdürülebilir olan yasalar vasıtasıyla kontrol etmek esas olandır. Şimdi de yasalar karşısında düşüncenin ve inancın eşit ve özgür olmasına bakalım.
3-) Eğer her inanç yasalar karşısında eşit olursa, Aleviliğin Sünnilikle, Sunilik ve Aleviliğin de Hristiyanlık ve Musevilikle ve diğerleriyle eşit olması gerekecekti. Yine her düşünce yasalar karşısında eşit ve özgür olabilseydi, komünizm yasaklanmayacak, devlet eliyle imam hatipler, camiler açılamayacak, müftülükler vb dini kurumlar kurulmayacaktı. İnanç sahipleri istiyorlarsa bu ortamda devlet desteği olmadan kendilerine okullar, camiler ve mabetler açabileceklerdi. Eşitlik olduğu müddetçe de, kimse Alevi, Hristiyan, Musevi, Sünni olduğu için ötekileştirilmeyecekti. Bunun yasa da cezaları olacaktı. Ama bu da demokrasi demekti. Görüldüğü gibi laiklik eşittir demokrasi. Yüz yıl önce demokrasinin kurulmak istenmediğini biz M. Suphi’lerin katlinden, Seyyare Komutanı Ç. Ethem’in azlinden, Komünist partilerin kapatılmasından, N. Hikmet’lerin, Ş. Hüsnü’lerin, Kıvılcımlı’ların, Belli’lerin hapse atılmasından vb. sayısız icraatlerden biliyoruz. Şimdi de Atatürk’ün demokrasi yerine otokrasi, laiklik yerine Türk usulü laikliği kurmak zorunda mıymış yoksa değil mi ona bakalım.
4-) Demokrasi, yukarıdan aşağı kurulan bir sistem değildir. Sokrat’ın dediği gibi kitlelerin sağlıklı karar verebilmesi için eğitilmesi ve kendilerini eğitecek mekanizmaların kurulması gerekir. İşte demokrasiye karar verildiğinde atılması zorunlu adımlar vardır. Bunlar, Köy Enstitüsü gibi eğitim kurumlar ama daha da önemlisi, ekonominin hafif sanayi değil ağır sanayi stratejisine göre dizayn edilmesidir. Eğer böyle bir yol izlerseniz binlerce Ar-Ge ler kurmanın ötesinde, bu sanayiye kadro istihdamı için teknik okulların kurulması yani milyonlarca gencin eğitimi zorunlu olacaktı. Dahası makine yapan makine teknolojisini izlediğinizde başlangıçta belki sıkıntıda olacaksınız fakat sonunda, Almanya’nın İkinci Dünya savaşı sonrası nasıl ayağa kalktığının hikâyesini siz de yaşayacaktınız. Çünkü her türlü teknolojiyi ithal değil ihraç edecektiniz. Bu hikâye, Atatürk ve arkadaşları gibi burjuva devrimi yapmış unsurların izlemesi gereken tek yol iken, onlar Osmanlı devrimcileri gibi davranmışlardır. Atatürk, Hilafet ve Sultanlık yerine cumhuriyeti kurarak devrim yapmış ve Osmanlı devrimci aydın profilini ilk defa yırtıp atmıştır. Fakat diğer eliyle, ekonomide emperyalist sisteme bağlanarak ve feodal üretim ilişkilerini tasfiye etmeyerek fakat daha da önemlisi, feodalizmin ideolojisi dini kontrol etmek adına Türk usulü laikliği kurarak ne yazık ki Osmanlı profilinin dışına çıkamamıştır. Acaba çıkamama nedeni, cumhuriyetçilerin dediği gibi güçsüzlükten doğan bir mecburiyet midir?
5-) Güçsüz ve mecbur kalan Atatürk bakın neler yapmış: a-) Hilafeti ve Sultanlığı kaldırma oylaması yapılırken “Hâkimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına vaziülyed(el koyan) olmuşlardı. Bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdir… Bu behemehal olacaktır. Burada içtima edenler meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir. ” diyen Atatürk, sistemi değiştirirken gericilerden korkmayacak, fakat gerçek laikliği uygularken onlardan çekinecek ve de gericiler, güçlerini Saltanat elden giderken göstermeyecek ama laiklik uygulanmaya kalktığında cumhuriyeti sallayacaklar öyle mi? Buna çocuklar bile güler; b-) Savaş sırasında tüm gerici isyanları Ç. Ethem vasıtasıyla bastırıp kelle üzerinde kelle bırakmazken mi acizdi Atatürk?; c-) 1924 yılında gericiler olarak söylenen Kâzım Karabekir, Rauf (Orbay) Bey, Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, Refet (Bele) Paşa ve Adnan (Adıvar) Bey’in kurdukları Terakkiperver Cumhuriyet Partisini, “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve en hain kafaların eseri olan programı” (Nutuk). diyerek kapatan Atatürk mü güçsüzdü? Bu örnekler çoğaltılabilir. Fakat bilinmesi gereken; Atatürk, dini devletin içine alarak onu kontrol edeceğini düşünen, buna inanan ve geleceği öngöremeyen bir küçük-burjuva devrimcisidir. Onun içindir ki Türk usulü laiklik, güçsüzlükten ve mecburiyetten değil bu taktiğin doğru olduğunu sanan bir yarı aydın tavrından yaratılmıştır.
Kendine cumhuriyetçi diyenlerin de artık kendi kazanlarına odun taşımayı bırakmaya,
işçi sınıfını ve temsilcisi olduğunu iddia edenleri de bu yarım kalmış aydınlanma sürecini yönetmeye çağırıyorum.