Türk devleti, uzunca bir süreden beri ciddi ve kendi varlığı açısında, önemli bir süreç yaşamaktadır. Özellikle Erdoğan’ın barış masasını devirerek, Kürt halkına karşı açık bir savaşa yönelmesinden bu yana Türk devleti, tarihinin en zor dönemini yaşamaktadır.
Gerçekleri daha yakında görebilmek için yakın tarihe kısaca göz atmakta fayda vardır. Türk devletinin kurucu kadrolarının kuruluş sürecinde, Sovyetlerin desteğini almış olması, Türk devletinin oluşumu açısında, büyük bir avantaj olmuştur. Kürdistan da yaşanan hak alma mücadelelerinin “gericilik” olarak kabul ettirilerek bastırılması, Türk devletinin hem oluşumunu kolaylaştırmış, hem de varlığını sürdürmesine önemli bir katkı sunmuştur.
Aynı şekilde o dönem gelişen Sovyet devriminden etkilenen özgün oluşumların yok edilmiştir. TKP yöneticileri M. Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz'de, hunharca katledilmiştir. Bir dizi operasyonla, ülke içinden güçlü bir demokratik muhalefetin açığa çıkması önlenmiştir. Böylece Türk devleti, kanla ve acıyla varlığını sürdürmeyi kolaylaşmaya çalışmıştır.
İslamclık- üzerinde muhalefet eden güçler ise Kemalistlerın baskıları sonucunda toplumsal destekleri zayıflatılarak, devlet içinde konumlandırılmışlar ve kendileri de bu konumlarına razı olmuşlardır. Böylece Türk devletini oluşturan Kemalist klik, 1950’li yıllara kadar, hem toplumsal muhalefet odaklarını, hem de Kürt isyanlarını bastırmış, ayrıca kendi iç çelişkilerini çözerek, varlığını sürdürmeyi garanti etmiş, kendi iktidarını sağlamlaştırmış oluyordu.
Lakin hiçbir şey planlandığı gibi gitmiyordu. 1950’lerde İslamcı- Türkçü klik hükümeti ele geçirmiş, bunun sonucunda Kemalistler, 1960 darbesini yapmak durumunda kalmışlardır. 1970 ve 1980’ler de yaşanan demokratik toplumsal gelişmeler ise, Türk devletinin işini zorlaştıran bir süreç olmuştur. Bu yıllarda demokratik- devrimci hareketlilik, yeterince örgütlü ve hazırlıklı olmasa da, kitlesel bir güç olarak ortaya çıkınca, başka halkları yok ederek kendisini var etmiş olan Türk devletini kontrol edilemez bir korku sarmış ve varlığını korumak adına, hem 1970’te, hem 1980’de bilinen darbeler yapılmıştır.
Ancak bu topraklarda yaşayan kadim halkların yok edilmesi üzerinde varlığını kurmaya çalışmış olan Türk devletinin bu gayri meşru varlığı, hep halkların direnişiyle karşılaşmıştır. Halk arasında deyimler vardır, “Hayın hoflu olur.” Yada ”yarası olan gocunur” diye. Aslında bu iki deyim Türk devletinin politikalarını özetlemektedir.
Tarihsel bir hesaplaşmanın korkusu, Türk devletinin demokratikleşmekten korkmasına yol açmakta, o nedenle zorbalıktan vaçgeçmemektedir. En küçük bir demokratikleşme çabası, en şiddetli biçimde bastırılıyor, gerektiğinde darbelerle “olağanüstühal”lerle toplum, tam bir faşist sistem altında yaşamaya mahkum edilmektedir. Türk devletinin bu politikası, temel/stratejik bir politika olarak, bütün boyutlarıyla düşünüp planlanmış ve yıllardan beri aksatılmadan sürdürülen bir politikadır. Türk devletinin muhalefeti, tırnak içinde solcusu, ordusu, polisi, bürokrasisi, romanı, camiisi, tiyatrosu, sineması vs, tümü bu temel politikaya göre düzenlenmiş ve yapılandırılmıştır.
Bu anlamda Türk devletinin geleceğinden korkması, yani “bekaasını” tehlikede görmesi, başından beri yaşadığı bir gerçeklik olarak hep var olmuştur. Türk devletinin sürekli bir “bölünme korkusu” yaşamasının altında yatan gerçeklik, belirtildiği gibi, Türk devletinin başka halkların vatanlarını işgal etmiş olması gerçekliğinden kaynaklanmaktadır. Günün birinde, bu toprakların gerçek sahiplerinin kendi topraklarını talep edeceğini ve can bedeli bir direniş içine gireceğini bilen Türk devleti, başından beri, bu korkunun yarattığı bir “bekaa”, yani gelecek sorunu yaşamaktadır.
Kürt devrimcilerinin 1970’lerde Türk devletinin kuralsız ve kontrolsüz zorbalığına karşı başkaldırmasıyla başlayan süreç, Türk devletinin, bu “bekaa sorunu”nun yeniden konuşulmasına yol açan sürecin başlangıcı olmuştur. Devlet, Kürt devrimcilerinin bu başkaldırısını, akla hayale gelebilecek her türlü şiddeti ve zorbalığı uygulayarak bastırmaya çalıştı. Olmadı, her türlü hile ve yalana başvurdu, o da olmadı. Uluslarası emperyalist ve gerici bütün devletlerin imkanlarını devreye koyarak Kürt direnişini bastırmaya çalıştı, o da olmadı. Uluslarası komplolardan, köy boşaltmalardan, şehirleri, tanklarla, toplarla yok etmeye kadar her ahlaksız ve kuralsız zorbalığı denedi. Nafile, Türk devleti, 40 yıldan beri her yolu denemiş olmasına rağmen, Kürt özgürlük hareketini basıtıramadı ve hiçbir sonuç alamadı. Tam tersine Kürt özgürlük hareketi, her geçen gün daha da gelişti, halklaştıı, güçlendi.
İşte tam da bu noktada, Türk devletinin başından beri var olan, “bekaa” yani gelecek sorunu, “yakın, yakıcı ve somut” bir gerçeklik olarak güncellenmiş bulunmaktadır. Türk devletinin “bekaa”sının, yani geleceğinin tehlikede olması süreci, özellikle Kobani devrimi ile birlikte ve Kürt halkının özgürlük mücadelesinin geldiği düzey itibarıyla, “yakın, yakıcı ve somut” bir gerçeklik halini almıştır. Türk devletinin “bekaa sorunu” yaşamasına yol açan bu gelişmelerdir.
Bu gelişmelerin sonucu olarak, Türk devletinin son dönemlerde, bütün bileşenleriyle birlikte, bir “bekaa sorun”larının olduğunu söylemeleri doğrudur. Evet, Türk devletinin bir “bekaa” yani gelecek sorunu var, çünkü bu devlet, Kürt halkının özgürlük mücadelesi karşısında varlığını sürdürememektedir ve sürdüremeyeceğini görmektedir. Onun için muhalefeti, hükümeti, ordusu, bürokrasisi, sahte solcusu, sağcısı, dincisi, dinsizi, hep birden, sözde “devletlerini” korumaya, kurtarmaya çalışmaktadırlar.
“Bekaa sorunu var” diyerek, Türk devletinin geleceğinin tehlikede olduğunu söyleyen Erdoğan’a, “hayır asıl geleceği tehlikede olan Erdoğan’ın kendisidir” diye itiraz edilmesi doğru değildir. Çünkü Türk devletinin “bekaasının” yani geleceğinin tehlikede olması, mevcut durumda bu devleti yöneten kliğin geleceğinin de tehlikede olması anlamına gelir. Türk devletinin bir “bekaa sorunu” vardır ve tabbi ki bu devleti yöneten Erdoğan’ın da “bekaa” sorunu olacaktır. Mevcut durumda, Türk devletinin “bekaası” geleceği ile Erdoğan’ın “bekaası” yani geleceği, içiçe geçmiştir, bu olguları birbirlerinden farklı, birbirinin alternatifi, biri diğerinin karşıtı olgular olarak görmek ve sunmak doğru değildir.
Bir devlet alt üst olurken, onu yönetenler de aynı kaderi yaşamak zorundadırlar. Nasıl ki 1917 Ekim devriminde Çar yıkılmışsa, nasıl ki Küba ve Çin devrimlerinde zorbalar yıkılmışsa, verili koşullardan da Türk devletinin alt üst olması halinde, o anda devleti elinde bulunduranlar da, o devletle birlikte alt üst olacaklardır. Dolayısıyla Türk devletinin bugün yaşadığı “bekaa” sorunu aynı zamanda devleti yöneten Erdoğan’ın da “bekaa” sorunu halini almıştır.
Türk devleti ve Erdoğan’ın korkusu boşuna değildir. Mevcut yapısı ve politikasıyla Türk devletinin ve Erdoğan iktidarının devam etmesi mümkün değildir. Korkularının yarattığı anormal refleksler ve uygulanan şiddet, korkularının derinliğinden ve büyüklüğünden, yani “bekaalarının” tehlikede olmasından kaynaklanmaktadır. Ancak “Korkunun ecele faydası yoktur”. Kürt özgürlük hareketinin ve Türkiye devrimci güçlerinin yarattığı sinerjinin, egemenlere “bekaa” korkusu yaşatması tek başına önemlidir, ama sadece bu kadar değil, bu defa korkularının gerçek olması ve özgür bir geleceğin yaratılması çok daha fazla mümkündür.