Marmaray’a biletsiz binen göçmen çocuklara güvenlikçilerin nasıl hunharca davrandıklarını sosyal medyadaki yayınlarda görmüşsünüzdür. Sınıflı toplumlarda yaygın görülen bir fenomendir bu tavır. Kendinden güçlü olanın önünde eğilirken, kendinden zayıf olana tekme atan bir ruh hâlidir. Rosa Luxemburg 1916’da bu ruh hâlini şöyle tanımlıyordu: »Her kim ki on yıllarca kendini tekmeleyen egemeninin çizmelerini yalıyorsa, o bir köpektir.«
Rosa bu sözleriyle dönemin sosyal demokrat liderlerini yermekteydi, ama »egemenin çizmesini yalayan« ruh hâlinin kitleleri sardığını da görüyordu. 104 yıl sonrasında bugün gerek Marmaray görüntülerine gerekse de Kapitol’a hücum eden o tuhaf güruhu gösteren fotoğraflara baktığımızda Rosa’yı anmamak elden değil.
Aslına bakılırsa bu görüntüler 21. Yüzyıl burjuva toplumlarının yaşadıkları travmanın derinliğini yansıttıkları kadar, egemenlerin krizler karşısındaki baygınlıklarını da göstermektedirler. Aynı zamanda içi boşaltılmış burjuva demokrasilerinin yer küreyi sarsan çözümsüzlükler karşısındaki çaresizliğini de. 200 yıllık ABD demokrasisinin (!) içine düştüğü durum bunun en güncel kanıtıdır işte.
Aralarında çok sayıda neofaşistin bulunduğu kitlenin Kapitol’a saldırmasını, egemenlik aracı olarak kullanılan siyasal ve toplumsal kutuplaştırma stratejisinin ters tepmesi olarak okumak mümkün. Her ne kadar burjuva medyasında olayların sorumlusu olarak bir kişi, yani Trump gösteriliyor olsa da asıl nedenlerin yapısal krizlere dayandığını en başta tekelci burjuvazi ve temsilcileri görmekte, kutuplaştırma stratejisinin ters teptiğini kabul etmektedirler.
Kutuplaştırma stratejisi kapitalist ülkelerdeki ekonomik ve toplumsal sorunların sisteme zarar vermeyecek çözümünü zorlaştırmış, sermaye fraksiyonları ve emperyalist güçler arasındaki çelişkileri keskinleştirmiş ve siyasi ve ekonomik elitlere, devlet kurumlarına ve yaygın medyaya karşı güvensizliği artırarak, toplumsal rıza üretimini zora sokmuştur. Artan eşitsizlik ve toplumsal bölünmeler artık egemen sınıfları da rahatsız etmektedir.
Bu nedenledir ki, farklı ülkelerin yönetimlerinden, sermaye kesimlerinde ve burjuva medyasından »telin« sesleri yükselmekte, »üzüntü ve utanç duyulduğu« ifade edilmektedir. Yapılan yorumlarda ve verilen demeçlerde »liberal demokrasi ile sosyal piyasa ekonomisine dönüş gerekli« çağrılarını da okumak mümkün. Ancak bu dönüşün, neoliberal birikim rejiminin gerekli kıldığı parlamenter diktatörlük koşullarında gerçekleştirilmesi de olanaklı değil.
O açıdan önümüzdeki dönemde daha baskıcı, daha otoriter tedbirlerle gelişmelere ve krizlere yanıt verilecek olması daha olası gözüküyor. Bakmayın siz Biden ve tayfasından veya Avrupalı emperyalist güçlerin temsilcilerinden verilen »yaraları saracağız« vaatlerine. Egemen sınıflar dünya çapında şimdiye kadar olmadığı biçimde otoritarizme mahkûm olmuş durumdalar. İsteseler bile otoriter bataklıktan kurtulmaları mümkün değil. Çünkü çoklu kriz ortamının kapitalizm koşullarında çözülme ihtimali kalmadı artık.
Belki okura absürt gelecek, ama bu durumda kapitalizmi aşma iddiasını taşıyan komünistlere ve devrimcilere düşen ivedi görev, burjuva demokrasisinin, hukukun üstünlüğünün ve kuvvetler ayrılığı ilkesinin yeniden tesis edilmesi için mücadele etmektir. Çünkü onlar, Rosa’nın dediği gibi, sosyalizme giden yolun »çoğunluk sağlanarak devrimci taktik üzerinden değil, devrimci taktikle çoğunluk sağlama üzerinden geçtiğini«, yani devrimin gerçek diyalektiğini en iyi bilenlerdir. Önemli olan bu bilincin gerektirdiği basireti göstermektir.