SOL İÇİ ŞİDDET DEVLET AKLI-II  

Sol içi şiddet ile ilgili bu yazı serisi, sanırım daha da devam edecek!

Buradaki analiz ve yorumlarla bir sonuca ulaşmayı beklemek içinde bulunduğumuz koşullarda biraz zor görünüyor.

Bu serinin amacı; sol içi şiddetin sınıfsal, ideolojik çerçevesini doğru şekilde çizebilmek ve gelecek kuşaklara (tabi bugünkü devrimci unsurlara da) bu sapma ile ilgili mücadele için kısmi de olsa bilgi sağlamaktan ibaret. 

Bu yazı serisinde; kişiler ve örgütler üzerine doğrudan yoğunlaşmak yerine, sol kesimler içerisinde Marxisme inananların ve şiddet yöntemlerini içselleştiremeyenlerin bulunduğunu umut ederek analizlerimize devam etmeliyiz.  

Sol içi şiddet, devrimci genç unsurların, enerjilerini ve düzene olan tepkilerini, gerekçesi ne olursa olsun yanlış noktalara yönlendikleri bir terör biçimidir! Onun içindir ki sol içi şiddete bulaşanlar, kolay kolay bir araya gelemiyor, onun içindir ki, kimse birbirine güvenmiyor. Onun içindir ki, geçmişe kıyasla önemli ölçüde geniş halk kitlelerinden tecrit olmuş haldeyiz! Dünyayı bilmiyorum ama bugün ülkemizde ki devrimcilerde ki anlayış; bireycilik vapurunda, ‘dostlar alışverişte görsün’ , ‘herkesin canı cehenneme ama yine de beni sevsin’ kültürüyle yoluna devam ediyor. Çünkü devrimi forsa eden güven, atomlarına kadar parçalamış durumda.   

SINIFSAL VE İDEOLOJİK BOYUT   

Yukarıdaki kısa analizden çıkan sonuç şudur:   

Sınıfsal olarak, sol içi şiddet, devrimci çizgideki sapmalardan biri. Sorunun temelinde işçi sınıfıyla bağlantı kuramamak bulunuyor. Bu açıdan Marx’ın kuramını oluşturan, sınıfın 5 temel özelliğine baktığımızda şunları görürüz: 1- mülkiyetsizlik, 2- kolektif, ortak hareket etme kültürü, 3- çalışmanın ve geçinmenin yarattığı disiplin, 4- bilimle-teknolojiyle zorunlu ilişki ve 5- toplumsallık ve sosyallik. Dolayısıyla proletarya ile ciddi ilişkiler yaratmışsanız bu özelliklerden dolayı bireyci taktikleri yani sola karşı şiddeti benimseyemezsiniz.

Sol içi şiddet, ideolojik olarak, demokrasi kültürünün yerine feodal ve tekçi anlayışın ikame edilmesidir. Çoğu Marxist, sol içi şiddeti, bir tür ‘sol’ sapma olarak tanımlasa da bu tamamen yanlıştır! Çünkü ‘sol komünizm’, burjuvaziye karşı mücadelede örneğin zorunlu uzlaşma şartları sırasında ortaya çıkar. Sol içi şiddet ise, dış düşmana karşı değil, kendi yarattığı 'iç düşmana' karşı yani tamamen sol içi rekabet, kıskançlık, anlaşmazlıklar ve psikolojik kırılmalardan ortaya çıkar. Bu nedenle, ortaya çıkış nedenleri çok farklıdır. Daha da ilginci şudur: her militan bir grup içinde yer aldığında, hiçbir zaman bir başka grupla veya bir militanla çatışmayı aklının ucundan bile geçirmez. Ama birtakım sorumluların yönlendirmesi ile bu şiddet sarmalının içine yuvarlanır. Burada özel durum şudur: Sol içi şiddete karar veren sorumluların çoğunun, risk taşıyan çatışmalara girmedikleri gözlemlenmiştir. Hâlbuki ‘sol komünizm’ de durum tam tersidir! Uzlaşmalara, kendilerince devrimci olmayan karar ve taktiklere, en başta bu grubun liderleri sözcülük yapar ve karşı çıkarlar.    

Sol içi şiddet, ülkemizde 12 Eylül 1980 öncesinden başlayarak özellikle Avrupa'da 1990'lı yılların ortasına kadar bir süre korkunç boyutlarda gelişmiş ve devrimciliğin bugün ters kaplumbağa haline gelmesinde önemli rol oynamıştır. Bunun analizini SAĞ KOMÜNİZM başlığı altında ele alıp tüm boyutlarıyla ortaya koymak tarihi bir görevdir. Ama bu yazımda yaşadığım coğrafyada yani Avrupa’da olan, bizim sol içi şiddet sarmalından bahsederek bu görevin girişini yapabilirim.  

SOL İÇİ TERÖRDEN ÇIKAN DERSLER  

Avrupa’da sol içi şiddet sonucu öldürülen devrimcilerin listesi bulabildiğim kadarıyla şöyle:  

Enver Ata, 1984 de İsveç / Uppsala.  

Zülfü Gök, 1984 de Almanya / Rüsselsheim.  

Çetin Güngör, 1985 de İsveç / Stockholm.  

Mustafa Nazif Aktaş, 1985 de Fransa.  

Mustafa Şahbaz, 1985 de Fransa / Paris.  

Kürşat Timuroğlu, 1986 da Almanya / Hamburg.  

Aydın Erol, 1987 de Almanya / Hamburg.  

Mahmut Bilgili, 1987 de Hollanda / Deventer. 

Ramazan Adıgüzel, 1988 de Almanya / Hannover  

Mehmet Tayanç, 1990 da İsviçre / Cenevre.  

Paşa Güven, 1991 de Fransa / Paris.  

Hakkı Şenli, 1993 de İsviçre / Zürich.  

Ercan Şakar, 1993 de Almanya / Berlin.  

Ahmet Hozer, 1993 de İsviçre / St Gallen.  

Yüksel Geniş, 1994 de İsviçre / Bern.  

Çetin Gündoğan, 1994 de Almanya / Köln.  

Kemal Yazar, 1996 da Almanya / Duisburg.  

Avrupa’da öldürülen insanlarımızın bir bölümünün geçmişte içinde oldukları ve çeşitli sebeplerle ayrıldıkları örgütler tarafından infaz edildiğini öğreniyoruz. Diğerlerinin ise sol içi çatışmalar sonucu öldürüldüğü acı bir gerçektir. Burada en üzücü olan ise; antifaşist halk güçlerini örgütlerden uzaklaştıran sol içi şiddetin ölümcül sonuçları ile ilgili bugüne kadar kamuoyuna yansıyan hiçbir yazılı veya sözlü özeleştirinin olmamasıdır.  

Burada iki tür sol içi terörle karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Bunlardan biri örgüt içi, diğeri de örgütler arası şiddettir.  

Örgüt içi terör   

Eğer örgüt içinde sindirme, baskı, aşağılama ve infaz, devrimci bir taktik olarak benimsenecek ve benimsetilecekse, bunun ciddi bir gerekçesi olmalıdır ki hem vicdanlar hem de devrimci kamuoyu susturulabilsin. Bu açıdan ciddi bir gerekçe, ancak hakaret edilen veya öldürülecek kişinin, devrimci düşmanı veya ajan olduğunun açıklanmasıyla yerine getirilmiş olmaktadır. Ve çoğu örgüt içi öldürmelerin de bu gerekçeyle yapıldığını görüyoruz. Burada iki önemli nokta karanlıkta olup gün yüzüne çıkartılıp ele alınmıyor.   

Birincisi; örgüt içinde birisinin gerçekten devrim düşmanı veya ajan olduğundan şüpheleniyorsak, devrimci örgütün yapacağı ilk iş, o kişiyi dikkatli şekilde fark edilmeden gözlem altına almak ve onun böyle olup olmadığına ilişkin kesin kanıtlara ulaşmak gerekir. Bu konuda 1970 yazında DTCF de bu konudaki izlediğim taktiği MAHŞERİN BEYAZ ATLISI adlı anı kitabımda ayrıntılı şekilde yer verdim bakılabilir. Fakat bu yöntemle bir sonuca varmadığımız halde kişi ya kamuoyuna deşifre ediliyor ya da derhal infaz edilebiliyor. Diğer yandan kişiyi, kesin kanıtlar elimizde olmadan teşhir etmek veya ajan diye öldürmek Leninist bir taktik değil. Bolşevik partide benim hesaplarıma göre en az 10-15 civarında ajan sızması olmuş. Ama Bolşevikler bunların öldürülmesi için herhangi bir özel uğraşın içinde olmamışlardır. Aksine daha sıkı tedbirler ve eğitimler gündeme girmiştir. Bu ajanlığın kesinleşmesi üzerine de kişi belgelerle birlikte teşhir edilmiş ve de cezanın devrimci kamuoyu tarafından verilmesi yöntemi benimsenmiştir.  

İkinci karanlık nokta ise;  Tam bir küçük-burjuva özelliğin, disiplinsizliğin, başıboş bir hareketin sergilenmesiyle kendini göstermektedir. Kendilerini örgüt temsilcisi olduğunu belirten kişiler, hiçbir araştırma ve kanıtlama gereği duymadıkları gibi, kendilerini örgüt işkencecisi ve yargıcı sıfatına yükseltip( eskilerin tabiriyle kendinden menkul), cezaevlerinde kişilere işkence edebilmekte veya boğup öldürebilmektedirler. Daha da korkuncu, bir kişinin ölümünü protesto etti diye o kişinin de infazı yapılabilmiştir. Bu yol ve yöntemler sosyalist taktikler değildir! 

Örgütler arası terör   

Örgütler arası şiddet sarmalında hareket ettirici unsur esas olarak rekabet ve çekememezliktir. Örgütler birbirini ajan olarak suçlayamayacakları için, bu terör girişimini meşru ve kabul edilebilir kılmak için, taraflar karşı tarafın kendilerine saldırıldığını ve koruma amaçlı silaha sarıldıklarını söylemektedirler. Örgüt içi terörde devrimci bilinç ve kültür eksikliği ön planda rol oynarken, örgütler arası şiddette ise, yöneticilerin veya liderlerin forsa ettiği rekabet, kıskançlık vb. duygular ön planda rol oynamaktadır. Fakat sonuçta örgütler arası terör de aynı kapıya çıkmaktadır: sınıf bilincinden-kültürel birikimden, içsel devrim ve demokrasi disiplininden yoksunluk!   

Özetle      

Yukarıda verdiğimiz sol içi şiddet sonucu, hayatını kaybedenlerin listesine bakıldığında, ölümle sonuçlanan son acı örnek 1996 yılında yaşanmış. Sonraki yıllarda ise yer yer birtakım provokasyon kokan, örgüt ve kişileri hedef alan bazı açıklamalar ile tehditler dikkat çekmektedir. 

Kısacası, tüm bunlara rağmen yaşananlardan somut dersler çıkartılarak demokratik kamuoyu ile paylaşılan bir özeleştiri örneği yoktur. Bu da sol içi şiddet anlayışını mahkûm eden bir siyasi tutumun olmadığına somut bir göstergedir. 

Altı kalın bir şekilde çizilmesi gereken bir başka nokta ise; sol içi şiddeti savunanlardan çok, sol içi şiddete maruz kalanların yakınlarının veya buna karşı olduğunu açıklayanların, yaşananlar karşısındaki sessiz kalan tavırlarıdır. Bir başka ifade ile bu tavır, "bana değmeyen yılan bin yaşasın” anlayışının savunulmasıdır. 

Türkiye'de ve Avrupa'da geniş halk kitlelerinin devrimci mücadeleden kopmasına ve düzen partilerine yönelmesine yol açan sol içi şiddetin kökenlerini anlatan ve bunu mahkûm eden az sayıda kitap olsa da, konunun enine boyuna ele alınacağı demokratik platformların organizasyonundan dün olduğu gibi günümüzde de özenle kaçınılmaktadır. Konuyla ciddi anlamda yüzleşilmediği sürece, sol içi şiddet bugün olmasa da yarın mutlaka acı sonuçlarıyla yeniden karşımıza çıkarak, gündemimizi işgal edecektir. O günün gelmesini istemiyorsak sesimizi yükseltmeliyiz! 

Yoksa Eren Keskin’in dediği gibi: 'Hepimiz egemenimize benziyoruz’ ifadesi bizlere ayna mı tutuyor?