SİNEMA HAYATTIR, HAYAT DA SİNEMADIR[1]

“Aletler maddeleşmiş teorilerdir.”[2]

Yedinci sanat dalı olarak sinemaya dair[3] çok şey söylemek mümkün; ama sinemasını gerçeklerden kaçırarak, iktidarın güvenli alanına taşıyan nice yönetmene/ yapımcıya dikkat çekmek; ve beyazperdede cüretkâr sinemacılara ihtiyacın altını ısrarla çizmek çok daha önemli…

Hayır! “Kusursuz sinema”dan falan söz etmiyorum…

“Ben iyi bir filmin kusurlu olması gerektiğine inanıyorum. Tıpkı hayatta olduğu ve insanlarda görüldüğü gibi. Mükemmellik anlamına gelen bir güzelliğin var olduğuna inanmam mümkün değil. Kendimde her şeyi en baştan biliyor olursam, o filmi çekmekteki bütün hevesimi kaybederim. Film çekmek seyahate çıkmaya benzer ve bir seyahatin en heyecanlı kısmı, yolda keşfettiklerinizdir,”[4] diyen Federico Fellini gibi düşünenlerdenim.

Direnişin ve protestliğin kültürel hâli olarak yedinci sanat dalı sinema, bir kültürün bütün boyutlarıyla ortaya çıktığı, çatışmalar içeren pratiktir.

İş bu nedenle, diyalektik açıdan bakarsak, sinema hayattır ve hayat da sinemadır, ikisi de birbirinin hakikâtini anlatır.

Öyle ki, “Film sanatının en büyük başarısı, gerçekliği kurmaca anlatı içinde yeniden yaratması, aklımızı çelerek kurmacayı gerçek gibi algılamamızı sağlaması değil; aksine gerçekliğin kendisinin kurmaca yanını fark etmemizi, gerçekliğin kendisini bir kurmaca gibi deneyimlememizi sağlamasıdır,” saptamasındaki üzere Slavoj Zizek’in…

Hem “sihirli”, hem de gerçekçi tarafıyla, tüm büyüleyici-etkileyici gelişmeleri bünyesinde barındıran sinema, dünyanın tüm imgelerini kucaklayan muazzam bir zenginliktir; Tarkovsky’nin “Sinema, başka hiçbir sanat türünün başaramayacağı kadar insanın olgusal deneyimini geliştirir, zenginleştirir ve derinleştirir,”[5] deyişindeki üzere.

Vladimir Lenin’in, henüz yeni yeni biçimlenişine tanık olduğu halde, “Sinema tüm sanatların içinde bizim için en önemli olanıdır,” notunu düştüğü o, duyguları, düşleri, içgüdü yani insan(lık)ı ve dünyalarını anlatmak için bir araçtır. 

Yani sinema bir düşler şeridi ve kamera da bir kayıt aygıtından fazlayken; Jacques Tati’nin, “Ben istiyorum ki; film, siz sinema salonunu terk ettikten sonra başlasın”; Roman Polanski’nin, “Sinema size bir salonda oturmakta olduğunuzu unutturmalıdır”; David Lynch’in, “Gece gördüğün rüyayı gündüz perdede izlemektir. Rüyalarını unutmaya karşı bir önlemdir”; Pier Paolo Pasolini’nin, “Sinema benim için bir düştür. Estetizmin çeşitli öğeleriyle, ayık olarak gördüğüm bir düş”; Slavoj Zizek’in, “Bugünün dünyasını anlamak için sinemaya ihtiyacımız var; yüz yüze gelmeye cesaret edemediğimiz ne varsa, anlamak için sinemaya bakmalıyız”; Jean-Luc Godard’ın, “Eğer yaşamaya hakkım olduğuna inandığım hayatı yaşayabilseydim, film ya da sanatla uğraşmazdım,” saptamaları anlatmak istediklerimin özetidir sanki…

Evet, sinema rüyanın dillerini kullandığından beri rüyalar hakkında konuşmak filmler hakkında konuşmak gibidir; yaşam, seyrettiğiniz bir filmdir.

Çünkü bir kare fotoğrafın donukluktan harekete geçiş hâlidir sinema. Örnek, rüzgârda bir kişiyi fotoğrafladınız, o kişi karta donuk olarak geçer, bunu kamerada çekerseniz saniyede çekilen 24 kare o kişiyi hareketlendirir, o kişinin saçlarının yüzüne vurma hâli, belki arkasında bir ağaç varsa o ağacın yapraklarının kıpırtısı, denizin dalgası, kişinin konuşmasını görürsünüz. Bu canlılık, hareketlilik sinemadır.

O hâlde sinema bir eylem ya da eyleme çağrıdır. Çünkü “Sinema hayattır.” “Fotoğraf gerçekse, sinema saniyede 24 kez gerçektir.” “Sinema dünyadaki en güzel hiledir,” Jean-Luc Godard’ın hatırlattığı gibi.

Kolay mı?

Sinema, doğru okunuşu ile “kinema”, antik Grekçe’de “hareket” demektir. Bu sanatın büyük ustalarıysa, hareketin sanatını yapanlardır.

Kimse inkâra kalkışmasın; anlatmanın bir başka dilidir o; tüm sanatları birleştiren “büyü”dür.

Evet, tüm sanat dillerini birleştirip, kendi özgü dilini yaratan sinema; müziğin ritmini, resmin kompozisyonunu, dansın koreografisini birleştirerek kitleleri harekete geçirme gücüne yaratır.

Tıpkı Krzysztof Kieslowski’nin, “Sinema hiçbir şeyi değiştirmez; ama insanların birçok şeyi anlamalarını sağlar. Dünyayı değiştirecek olan şey filmler değil, o filmleri izleyen insanlardır,” sözündeki gibi.

* * * * *

Sinema deyince “Çizgi hareketin izidir,” diyen Sergey Ayzenştayn; sinema tarihinin büyük yönetmenlerinden ‘Yedi Samuray’ (1954), ‘Dersu Uzala’ (1975) gibi inanılmaz filmleriyle Akira Kurosawa; efsanevi yönetmenliği ve emsalsiz filmleriyle Federico Fellini’nin hayatı ve düşlerini baştan inşa ettiği, hayalle gerçek arasındaki çizgiyi belirsizleştiren görkemli yapıtları; seksen yaşında kaybettiğimiz ve hicivden dönem dramlarına, toplumsal gerçekçiliğe, bilim-kurguya ve Fransızlar açısından İkinci Dünya Savaşı filmlerine kadar her tür film yapan Bertrand Tavernier’ye ya da Martin Scorsese, David Lynch, Sofia Coppola ve Paolo Sorrentino’ya…

Veya çektiği ilk sesli filmimiz, ilk renkli film, ilk ortak yapım film, kurdurduğu ilk film yapım şirketi ile sinemamızın ilk yıllarına büyük emek verenimiz olan Muhsin Ertuğrul; “Süreklilik ve adanmışlık” ve “Bilgi ötesi bir birikim. Bakış açısını odaklandırdığı bir film üzerine yorumsayıcı eleştirel yaklaşımı”yla[6] yüklü olduğundan söz edilen Atillâ Dorsay; İhsan Yüce, Tuncel Kurtiz, Süreya Duru, Kadir Savun, Vedat Türkali ile vd’leri…

Ama ille de “O Anadolu gibi, Türkiye gibi, Çukurova ve Toroslar gibi, bu topraklar gibi bitmez tükenmez bir ‘dünya’dır,”[7] dedirten…

Kendini “Ben bir kavga adamıyım. Sinemam da bir kavganın, halkımın kurtuluş kavgasının sinemasıdır,” diye tanımlayarak; “Toplum ilişkilerinin özünde tarafsızlık yoktur. Tarafsızlık, taraf tutmanın bir biçimidir.” “Zulme dayalı tüm saltanatlar yıkılacaktır!” diyen Yılmaz Güney…

* * * * *

Elbette hikâye bu kadar değil…

“Onların problemleri, geçim sıkıntıları, sefaletleri, töreleri, gelenekleri görmezden gelinirse seyirciye ihanet etmiş oluruz. Sinema seyircisiyle var. Gerçeklerden vazgeçemeyiz,”[8] diyerek sinemanın gerçekleri dile getirme gerekliliğinin altını ısrarla çizen Fatma Girik…

Protest duruşun ve hak mücadelesinin bir imgesi, ‘Uçurtmayı Vurmasınlar’ın ‘İnci’si olarak “Örgütlü olmanın birlikten gücü doğurduğunu bilir; her zaman, her yerde, her anlamda örgütlülüğü savunurum,”[9] diyen sinema emekçisi Nur Sürer…

“Sanatı politikadan ayıramazsın. Memlekette kötü giden şeyler yükseldikçe sanat da tırmanır, engel olamazsın. Her şey sütliman giderken de sanat eleştirir. Yapıcıdır, onarıcıdır ve yol göstericidir. Sanata sırtını dönen iktidarlar ne kendilerinin ne de halkın hayallerini asla gerçekleştiremezler. Özetle; güneşle ilgili hayalleri olmayanın, aydınlık geleceği de olmaz,”[10] haykırışıyla Menderes Samancılar…

Sonra özel yaşamının magazin basınına kapalı oluşu, baskın kültürün dışında duran çoklu etnik kimliği, sevgisiyle ille de Adile Naşit…[11]

Ve satırlara sığması mümkün olmayan daha da fazlası…

* * * * *

Diyeceklerimi Eduardo Galeano’nun, “Bütün bildiğim şu: sanat ya sanattır ya da boktur”;[12] Leonardo da Vinci’nin, “Vicdanın elle birlikte çalışmadığı yerde sanat olmaz!” saptamalarıyla noktalarken eklemeliyim:

Bizim sinemamız, gözleri gerçekle kamaştıran sınıfsal vicdanın eylemidir.

6 Eylül 2021, 18:25:43, Çeşme Köyü.  

N O T L A R

[1] Ümüş Eylül Kültür-Sanat Dergisi, No:42, Ocak-Şubat-Mart 2022…

[2] Louis Althusser.

[3] Rudolf Arnheim, Sanat Olarak Sinema; çev: Rabia Ünal Tamdoğan, Hil Yay., 2010.

[4] Sinema İçin Doğmuşum: Federico Fellini, Kolektif, Der: Pelin Akman, Agora Kitaplığı, 2017.

[5] Andrey Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman, çev: Mazlum Beyhan, Agora Kitaplığı, 2007, s.50.

[6] Feridun Andaç, “Sinemayı Düş Olmaktan Çıkaran”, Cumhuriyet Kitap, No:1610, 24 Aralık 2020, s.8.

[7] M. Şehmus Güzel, “Yılmaz Güney’e Dair”, Yeni Yaşam, 28 Ocak 2021, s.11.

[8] Öznur Oğraş Çolak, “Fatma Girik: Devletin Sanat Politikası mı Var?”, Cumhuriyet, 13 Eylül 2020, s.14.

[9] Öykü Arıca, “Nur Sürer: Filmlerimiz Var Biz Yokuz Gibi!”, Birgün, 9 Mart 2021, s.15.

[10] Özgür Ceren Can, “Menderes Samancılar: Sanatı Politikadan Ayıramazsınız”, Birgün, 24 Şubat 2018, s.14.

[11] Sibel Öz, Oyuncu - Yeşilçam Yıldız Sisteminde Bir Anti-Yıldız: Adile Naşit, İletişim Yay., 2020.

[12] Eduardo Galeano, Kucaklaşmanın Kitabı, çev: Nihal Yeğinobalı, Can Yay., 1994, s.31.