Yarın Berlin’de Senato seçimleri yapılacak. Eyalet-Kent Berlin’deki seçim sonuçları önümüzdeki haftanın siyasî tartışmalarını belirleyecek. Irkçı AFD partisinin Berlin Senatosu’na girmesi (tahminler yüzde 15 civarında oy oranı öngörüyor), önceki seçimlerden sonra olduğu gibi burjuva medyasının Merkel’in mülteci politikasını ve F. Hükümetin çizgisini yeterince »Alman« olmadığı için eleştirmesine, AfD seçmenlerinin aslında haklı olduklarını ve korkularının ciddiye alınmasını vurgulamasına gerekçe olacak. Sol cenahta ise hükümet ortağı olunup-olunması tartışmaları yeniden alevlenecek. Kısacası, »aynı tas, aynı hamam« devam edecek.
Halbuki bilhassa F. Almanya siyasî ve toplumsal solunun üzerinde düşünmesi, reaksiyon göstermesi ve çıkış yolu olacak gerçekçi çözümler üretmesi gereken ciddî bir gelişme ile karşı karşıyayız. Bugün F. Almanya’nın çeşitli kentlerinde TTIP ve CETA gibi güya »serbest« ticaret antlaşmalarına karşı yapılan yürüyüşlerde de görüldüğü gibi, F. Almanya’da yaşayan insanların çoğunluğunun gidişattan hiç de memnun olmadığı, alternatif çözümler istediği ve sermayenin saldırıları karşısında arayışlar içerisinde olduğu çok açık. Ancak F. Alman işçi sınıfının ve güvencesizliğe itilme korkusunu yaşayan toplumsal katmanların büyük bir çoğunluğu, egemen siyasetin ve burjuva medyasının demagojisi sayesinde ırkçı ve refah şovenisti bir iklimin esiri olmuş durumda. Böylesine bir ortamda siyasî ve toplumsal solun basiretsizliği, AfD gibi formasyonların başarı kazanmasına neden oluyor.
Öncelikle göçmen örgütleri arasında da yaygın olan »halk aptal« yaklaşımından uzaklaşmak gerekiyor. 1982’den beri şiddeti giderek artan bir biçimde Ren kapitalizminin »sosyal devlet« anlayışını erozyona uğratan ve elde edilmiş kazanımları teker teker geriye alan neoliberal dönüşüm siyasetinin etkisinde olan kitleler, bilhassa yoksulluk sınırına düşme tehdidi altında olan emekçi kesimler, egemen siyasetin uygulamalarının tüm »masraflarını« sırtlarına yükleyeceklerini çok iyi hissedebiliyorlar. Sadece yoksulluk değil, yoksunluk, dışlanma, ciddiye alınmama ve yalnızlaşma yaşayan emekçi kitlelerin hiddeti, anlaşılır ve haklıdır. Bu haklı hiddetin, sorunların asıl nedenlerini yaratan egemen sınıfa değil de, kendisinden daha zayıf olan sınıfdaşlarına yönelmesi ise, sınıf politikasından uzaklaşan solun bıraktığı boşluğu ırkçı ve sağ popülist partilerin doldurmasıyla bağlantılıdır.
Elbette ırkçılığa ve faşist hareketlere karşı amansız bir mücadele gerekmektedir. Ancak, AfD gibi partilere oy verenlerin hepsini bir çırpıda »ırkçı« ve »Nazi« ilân etmek de, işin kolaycılığıdır. Kitleler aptal değildir, ama onlar da kolaycılığa kaçmaya yatkındırlar. Sınıfsal çıkarlarını koruyan, mızrağın ucunu asıl düşmana çeviren, »neyin ne olduğunu« söyleyen ve sınıfın içinde, sınıfla birlikte mücadele eden gerçek alternatif olmadığı müddetçe de, güya radikal çözüm öneren sahte »alternatifler« çekici olurlar. Dünyanın her yerinde geçerli olan bir gerçektir bu. Hiç kendimizi aldatmayalım: »temel çelişkiye« odaklanmadıkça, sınıf mücadelesinin zorunluluğunu reddettiğimiz sürece »hüsrandan« kurtulamayacağız – nerede olursak olalım...