Gayrimeşru referandum sonuçları Avrupa’daki yaşamımızı önümüzdeki yıllarda belirlemeye devam edecek. AKP-SARAY-Diktatörlüğünü 12 Eylül 1980 rejimine benzetmek, pek yanlış olmayacaktır – ama önemli bir farkla: ülkenin en az yarısı diktatörlüğe »Hayır« demiştir. Buna rağmen rehavete kapılmak, AB ile sorunlar yaşanıyor görüngüsüne aldanıp, »Batı’dan çözüm« beklemek büyük bir zaaf olacaktır. Saray kliğinin ve temsil ettikleri sınıfların ülkeyi açık faşist diktatörlüğe taşıma olasılığını da içeren bir sürece soktuğunu tespit etmek durumundayız.
Farklı siyasî ve toplumsal akımların, aynı gerekçelerle olmasa da, »Hayır« demiş olmaları, önemli bir toplumsal muhalefet potansiyeline işaret etmektedir, ama aynı zamanda bu potansiyeli aktive edebilecek bir güç odağının henüz oluşmadığını göstermektedir. Rejimin uyguladığı baskılar, körüklenen toplumsal kutuplaşma ve bir terör saldırısının veya polis kurşununun hedefi olma olasılığının yüksekliği, sokağa çıkabilecek milyonları evlerine hapsediyor. Kemalist burjuvazinin geleneksel partisi CHP’nin tavrı ise, kitleler üzerine yerleşen atıllık örtüsünün ağırlığını artırıyor.
Böylelikle var olan muhalefet potansiyelini aktive etme görevi, muhalefetin sayısal açıdan küçük bileşeni olan Türkiye işçi sınıfının devrimci güçleri ile mücadele deneyimi giderek artan Kürt Özgürlük Hareketine düşüyor. KCK’den, HDK’ye, Haziran Hareketi, Halkevleri, Halk Cephesi ve komünistlere kadar hayli çeşitlilik arz eden bu güçler ise, ortaklaşma sağlayamadıkları müddetçe bu yaşamsal görevin üstesinden gelemeyecekler kuşkusuz.
İşte böylesine bir ortam Avrupa’da yaşayan bizlerin sırtına önemli görevler yüklüyor. 1965’lerden bu yana Avrupa’da örgütlü yapıların faaliyetleri, Güç Birliği Platformu denemeleri, HDK-A ve Hayır Platformu deneyimleri temel alınarak ortak bir strateji geliştirmek zorundayız. Şimdiye kadar yapılan hatalardan imtina etmeyi, örgüt egoizmlerini aşmayı ve asgarî müşterekler ile ortak hedefler için kararlı mücadele sürdürmeyi olanaklı kılacak bir strateji tartışmasına ihtiyacımız var.
Öncelikle hazırlanmamız gereken koşullar olduğunu unutmamalıyız. KHK’larla atılan bir çok akademisyenin veya muhalif kesimlerin son dönemde Avrupa’ya geldikleri malum. Önümüzdeki aylarda sayılarının artacağını bekleyebiliriz. İnsanlarımızı Avrupa devletlerinin insafına terk etmek büyük sorumsuzluk olacaktır. Onlara sahip çıkmalı, uzmanlık alanlarıyla ortaklaşmamıza ivme katmaları sağlanmalı ve Türkiye ve Kürdistan’daki devrimci-demokratik güçlerle her türlü dayanışmayı örmeliyiz. Bu dayanışmayı genişletmek ve emperyalist devletlerin hükümetleri üzerindeki baskıyı artırmak için Avrupa’daki demokratik kamuoyunu harekete geçirmeli, Avrupa’da da sokağın sesini yükseltmesini sağlamalıyız.
Son Şengal saldırısı ve TSK’nin hareketliliği, AKP-SARAY-Diktatörlüğünün savaşı yükseltme kararlılığında olduğunu kanıtlıyor. Türkiye’ye yönelik siyasetin değiştirilmesinden, ekonomik yaptırımlara, silah satışının engellenmesine, gerektiğinde Türk ürünlerinin ve turizminin boykot edilmesine, sürgüne zorlananların ve siyasî mültecilerin sığınma hakkının kolaylaştırılmasına kadar çeşitli taleplerin yükseltilmesi ve Avrupa kamuoyu ve siyasî arenasında yürütülen Türkiye tartışmalarına müdahale edilmesi, yerine getirmemiz gereken ivedi görevlerdendir. Ve hiç birimizin bu görevleri savsaklatma lüksü bulunmamaktadır.
29 Nisan 2017