ÖYKÜ: SARI VALİZ

Otuzuncu yaşına!

Yılın son günleriydi. Alplerden aşağı karları savuruyordu rüzgar. Seslerini bu uğultuda yitirmiş uçaklar ilerideki havaalanına hüzünlü, sevinçli insanlar indiriyor, hüzünlü, sevinçli insanlar alarak havalanıyordu.

Havalanı kalabalıktı. Parfüm kokularına bulanmış kadın ve erkekler ellerindeki valiz ve çantalarla oradan oraya koşturuyorlardı.

Küçük çocuk uzaklardan gelmişti. Şaşkınlığı, korku ve umutsuzluğuyla büyüklerin bacaklar dünyasında kaybolmuş, yüzlerini görmediği insanlar arasında annesi ile birlikte bilmediği bir yere doğru sürükleniyordu. Bu arada bir adamın ileride sarı bir valizi çekerek götürmekte olduğunu gördü. Heyecanlandı. Annesi de farketti mi diye, başını kaldırıp ona baktı. Annesinin yüzünü göremedi. Merak etmişti. Birkaç adım sonra yine başını kaldırıp baktı. Diğer insanlar gibi annesinin başı da taa tavana kadar uzamış, yüzü kaybolmuştu; göremedi. “Anne!” diye seslendi. Ama uğultu sesini daha ağzındayken yuttu. Öyle ki kendisi bile çıkardığı sesi duymadı. Endişelendi. Az önce gördüğü sarı valizli adamdan yana baktı yeniden. Baktığı yönde pantolonlu, etekli, mantolu bacaklar ve onlara eşlik eden valizler hareketli bir duvar oluşturmuştu. Durmadan akıyordu. Bir anı yakalamak için dikkatle bakmayı sürdürdü. Ama adamı göremiyordu. Kaygılandı. Küçücük göğsü sıkıştı. Işık sızması aralıkları bile kolluyordu. Yoktu! Valiz maliz yoktu. Adam da... Kızdı. Annesine, bu kadar çok insanın birarada bulunmasına kızdı. Nasıl olduysa hareketli duvar biraz aralandı. O aralıktan sarı valizli adamı gördü. Büyük bir sevinç ve umut doldurdu içini. Onu bir daha kaybetmek istemiyordu. Annesinin elini bırakarak adama doğru koşmaya başladı.

Kadın şoka girmiş gibiydi. Ne yapacağını ne söyleyeceğini bilemez halde ayakta öylece durmuş çocuğun gittiği yöne doğru bakıyordu. Çocuk üstündeki mevi montla insanlar arasında bir görünüp bir kayboluyordu. Bir şeyler söylemek için kolçantasının bulunduğu elini kaldırdı ve havada salladı. Anlaşılmaz sesler çıkardı bir iki kere. Sonra bir yerden komut almış gibi hareketlendi ve çocuğun arkasından koşmaya başladı.

Sık bir ormana düşmüş gibiydi; adım atamıyordu. Telaştan ya kendisi ya valizi birilerine çarpıyordur. Çarptığı insanların dönüp yüzlerine bile bakmadan özür dileyip duruyordu onlardan. Yorgunluktan çok korkudan tik nefes kalmıştı. Durdu. Yönünü arar gibi etrafa bakındı. “Aytaç!” diye bağırdı. Ama o uğultu bu sesi de yuttu. Kimseler duyup bakmadı. Kadın derin bir yalnızlık duydu. Ayak parmakları üzerine basarak çocuğun koştuğu yöne doğru endişeyle baktı. Yoktu! Çocuğu yitirmişti. Yardım arayan gözlerle etrafına baktı. Türlü giysileri ve yine saçları farklı stillerde kesilmiş insanların yüzlerinde çocuğu aradı. Yoktu. Bedenini soğuk bir ter bastı. Yüreği “küt” “küt” vuruyordu.

Küçük çocuk sarı valizli adama yetişmişti. Adam ayakta durmuş, valizini kucaklamış olan önündeki çocuğa bakıyordu. Çocuk valiz ile konuşuyor gibiydi; gülerek bir şeyler söylüyordu. Saçları kısa kesilmiş, tuhaf bir hali vardı. Adam çocuğun kız mı, erkek mi olduğunu anlamaya çalıştı. Sonra kulaklarındaki küpe deliklerini fark etti. Çocuk dönüp bir şeyler söyledi ona. Oyun oynamak istiyor diye düşündü adam. “Seni anlamıyorum,” dedi sevecene bir sesle Almanca. Ona yanıt verirken yüzüne mahçup bir gülümseme oturdu. Ama çocuk çoktan yine valize dönmüştü; konuşuyor, gülüyor, bazan de el kol hareketleriyle kızıyormuş gibi yapıyordu. Çocuğun valizle oyunu uzuyordu. Adam saatine, sonra da yardım arar gibi çevresine bakındı. Bir kadının koşarak kendilerine doğru gelmekte olduğunu gördü.

Kadın yetişir yetişmez özür diledi adamdan.

“Anne bak, babam burda,” dedi çocuk. Sonra götürecekmiş gibi sevinçle sarıldı valize.

Kadın yorulmuştu. Birkaç cümleyle durumu adama Almanca kesik kesik anlattı. Adam valizle konuşan çocuğa baktı. Annesinin ardından o da çocuğun yanına çömeldi. Çocuğun yüzündeki sevinci, heyecanı, bellli belirsiz korkuyu, yalnızlığı, kısa saçlarını inceledi.

“Baban diğer sarı valizlerle karışmasın diye kendi valizinin üzerine senin resmini çizecekti unuttun mu yoksa? Bak bakalım, senin resmin var mı bu valizin üstünde?”

Çocuk uykudan uyanmış gibi valizin etrafında birkaç kez döndü; altına, üstüne, sağına, soluna döne döne baktı. Sonra bir şeyden kaçar gibi valizden uzaklaştı. Heyecanı, sevinci birden söndü. O sevinç ve heyecan dolu yüzü hüzünle asıldı. Ellerini koltuklarının altına koydu ve kızgınlıkla valize bakmaya başladı. Ağladı, ağlayacaktı.

Kalktılar. Kadın çocuğun yanına gitti.

“Ama babanın valizi gelecek. O zaman bilikte gelir, alırız,” dedi.

Çocuk ikna olmuş gibiydi. Yanından geçerlerken kadın tekrar adamdan özür diledi. Adam eliyle önemli değil, anlamında bir tepki verdi. Belliki kadının anlattığı kısa öyküden etkilenmişti; çocuk ve annesi kalabalıkta kaybolana kadar onların arkalarından baktı.

***

„Baba sen bunu bilmiyorsun; anneler ve ablalar külotlarının içine kağıt koyar…“

Babalar bilmezdi tabii! Nereden bilsinlerki!..

Yaz akşamlarının Beylikdüzü’ne düşürdüğü deniz esintili günler geride kalmıştı. Annesi gittiğinden beridir küçük bir apartman dairesinde onunla birlikte yaşıyorduk. Sabahları yatağının içinde bulduğum ezilmiş, buruşmuş tuvalet kağıdı parçalarının sırrını o gün öğrenmiştim. Sık sık tuvalete gidişini ve klozetten indirdirdikten sonra beni koridora çıkarmasının nedenini de...

Eşim bir firmanın temsilcisi olarak Avrupa’ya gitmişti. Dönme zamanı yaklaşıyordu. Ama benim etrafımdaki çember daralmaya başlamış, tehlike çanları çalıyordu; tutuklandım, tutuklanacaktım. 12 Eylül İdamları çalışmasını yeni bitirmiştim. Ve kitap yakın bir zamanda çıkacaktı. Bu araştırmayı yaparken, gittiğim şehirlerde sivil polislerce yolum kesilmiş, “Beyaz Arabalar”a bindirilmiştim. Bir dönemin karanlık yüzünün bilinmesini istemiyorlardı.

1990’lı yılların ortaları: Faili meçhüller. Kanlı ev baskınları!.. ‘Kim vurdu?’ya gidiyor insanlar. Eşimin bu ortama dönmesi, kitap ile ilgili toplatma veya benim tutuklanmama ilişkin çıkacak bir karar , kaçak-göçek bir yaşamın başlaması demekti bizim için. Bu koşullarda dönmemesine, benimle ilgili durum netleşene kadar orada, Avrupa’da kalmasına karar verdik. Bu karar gereğince de kızımızı da en kısa sürede yanına alacaktı. Ben ise durumumun netleşmesin bekleyecektim.

Bu süreci değerlendirmek istiyordum: Dedemin ben daha çocukken anlattığı, ama sonu tam olarak bilinmeyen bir öykünün peşine düşecektim: Antep, Nizip, Halfeti, Adıyaman, Urfa bölgelerine gidip Suriye sınırı boyunca uzanan bu hatta dedemin anlattığı o genç Ermeni kadınlarının yaşam izlerini sürecektim. Gidip görecek, konuşacak, belge toplayacak ve dönüp yazacaktım...

Aldığımız kararın üzerinden epeyce zaman geçmişti ama, kızımızın gitme işlemleri ile ilgili hiçbir gelişme yoktu. Yasal yolardan çıkması zaten olanaksızdı. Bana pasaport verilmiyordu. Eşim döndüğünde ise nelerle karılaşacağını bilmiyorduk. Çünkü kısa süreli aralıklarla vize almak zok zordu. Sonuçta küçük bir firmaydı çalıştığı yer. Bir tek yol kalıyordu geriye. Kızımı yasadışı yollardan göndermek! Bu da ancak yurdışında çözülebilecek bir durumdu.

Üç ay dolmuştu. Bütün uğraşıları boşa çıkıyordu eşimin. Koca Avrupa’da tek başına olmak zordu. Zayıflamıştı, o kadar çok zayıflamıştı ki, bize gönderdiği fotograflarda onu tanımak zordu. Bir annenin içinde bulunduğu çeresizliği derinden yaşıyordu. Bir şey yapamamak, ulaşamamak, özlem, içini yakıyordu. Son zamanlardaki telefon görüşmelerini onun çaresizliğinin derinliği ve uzun bir sızıya dönüşen ağlamaları ile bitiriyorduk. Söyledikleri gerçekti: “Tukuklanırsan üçe bölüneceğiz. Kızımın bunu yaşamasını istemiyorum.”

Haklıydı: Annesi veya babası tutuklanmış ve çocukluğu kaybolan çok çocuk vardı bu ülkede: Cezaevleri önünde büyüyordu birçoğu. Anne, babalarını görmek, sarılmak bir lükstü onlar için. Daha beteri vardı: Panzer ve bombalarla savaş alanına çevrilen evlerden tuvaletlere saklanmış çocuklar sağ bulunuyordu bazen ve anne babalarının kanlı bedenleri üstünden atlatılarak dışarıya çıkarılıyordu polislerin kucağında... Yani bu ülkede çocuk olmak zordu kısacası!. Hele bir de siyasi, mahalif kimlikli bir aileye sahipse! Ben de bu olasılığı dikkate alarak kızımı halasına bırakıyodum çoklukla...

Zaman çok hızlı geçiyordu. Yılın son ayına girmiştik. Kış bütün soğukluğu ve soğuyla İstanbul’a çökmüştü. Kızım annesinin sevinç ve özlem dolu seslerini, ben ise isyan dolu ağlalarını daha sıkça dinler olmuştum.

Olmuyordu; denediğimiz bütün yollar kapanıyordu. O günler farkında değildik, belki de kapatılmış ya da kapanmış bir yolu zorluyorduk.

Sonunda kabul ettik; eşim dönecekti.

Birkaç gün sonra kızımla havaalanına gidip onu karşılayacağız. Kızım heyecanlı, ama kaygılı da.

“Baba, ya annem beni tanımazsa?”

“Tanır kızım!”

“Neremden tanır, baba?”

“Kokundan. Anneler kokularından tanır çocuklarını. O kokuyu hiiiç unutmazlar!”

Gülüyor...

Yatacağız, kalkacağız hesabıyla gün sayıyoruz.

Üçüncü, belki de ‘son gün!’ dediğimiz güne girdiğimizde yaşam yazgımızı değiştiren bir gelişme oldu: Onu götürmek için genç bir annenin geleceğini öğrendik. Annelik üzerinden kurulmuş bir empatiye dayanıyordu her şey. “Ben onun yerinde olsaydım ne yapardım?” sorusu ile üslenilmiş, gönüllü ve zorlu bir görevdi genç annenin yaptığı. O genç kadın, bize, ahlaki olarak insanlık dünyasının temiz ve de yeni bir kapısını açmıştı; rahatlamıştık. Aylardan sonra eşimin sevinçli ve umut dolu sesini duyar olmuştum.

İçimi bambaşka bir duygu doldurmuştu. Sevinç ve hüzünü içiçe yaşıyordum. Ne oluyordu, gidiyor muydu o gerçekten! Ya ben ne olacaktım? Nasıl ayrılacaktım ondan? Ya da o nasıl ayrılacaktı benden? Sonu bilinmeyen bir ayrılık! Ne zaman, nasıl buluşacaktık bir daha? Sonra yokluğu! Sahi yokluğuna alışabilecek miydim? Soğuk kış gecelerime bir de onun bu yokluğu düşecekti. Biliyordum üşürdüm. Hem de çok üşürdüm. Hikayelerim sahipsiz kalacaktı o gidince. Kime anlatacaktım, kim gülecekti “Edi ile Bıdı”ya? Biliyorum: Ne yana, kime baksam onu görecektim. Geçtiğim sokaklarda, çığlığı camlara yaslanmış çocukların görünmezliğinde onu duyacaktım...

Eşimin “üçe bölünürüz” sözü ağır bir tablo gibi düşüyor gözlerimin önüne. Ona bunu yaşatmaya hakkım yoktu.

Kendimi ikna ettim sonuçta. Bütün bunlara katlanacaktım. Evet, özleyecektim, yalnızlığım büyüyecekti. Ama gitmeliydi!

Ona söylediğim de sevindi. O sevinci bende de görmek istercesine yüzüme baktı. Gözlerimde birşeyler arardı. Sonra kaygıyla sordu: “Ya sen baba?”

Roberto Benigni, “Hayat Güzeldir” (La Vita E Bella -Das Lebin ist schön-1997) filmini çekmemişti henüz:

Götürecek kadının kendi pasaportunda fotografı bulunan oğlu ile aynı yaştaydı. Pasaporttaki o çocuk erkekti. Onu bu rola hazırlamamız gerekiyordu. Bunun için ise sadece beş günümüz vardı. Hızlı hareket etmeliydik.

Kısa sürede ona yeni bir yaşam kurmuş ve yeni bir rol vermiştik. Oyunlarla bu role göre davranmasına ve kabullenmesine çalışıyorduk. Onun itirazı yeni anneye değil, erkeklik rolüneydi. “Ben erkek olamam ki, benim saçlarım uzun,” diyerek ellerini saçlarına götüryor, görmemiz için göğsüne döküyordu sık sık: “Bak baba!”

Çocukların uyum ve yaratıcığını o zaman fark ettim. Yeni annesini kabul etmişti. Adını da. Aytaç idi artık. “Ama şakacıktan değil mi baba? Ben erkek olamam, benim saçlarım uzun. Bak! Baba bak!..” Sırtını dönüyor, beline kadar inen saçlarını gösteriyordu.

İşte o güzelim saçlarının kesildiği gündü ona gittiğimde. Korku bu ya; biraz da kısa kesilmişti. Aynaya bakmak istemiyordu. Kuaföre, herkese küsmüştü. Şaşkın ve üzüntüden yüzü küçülmüş ve de solmuştu. Onu hiç böyle görmemiştim. Nedense kadınların saçlarının kesilmiş hali bana hep acı vermiştir. Yüzlerine bakmadan, hüzünle geçerim yanlarından. O anda da bunu yaşadım. Bana yaslanıp ağladı uzun uzun “Bak saçlarım baba! Ben Aytaç olmak istemiyorum artık. Saçlarım baba...” İçim sızlıyordu o ağladıkça. Ellerini saçlarına götürüp yitirdiği kimliğine ağlıyordu. Oysa kimliklerimizi, kendimizi yitirmemek, yitirilmiş kimlikleri sahiplenmek adına yazıyordum. Acı verici!..

O gün oyundan, gitmekten hiç konuşmadık. Kimse ona “Aytaç” demedi. Bütün hüznünü, acısını da alarak bir yer yatağında birlikte uyuduk o gece...

Halasının bir tülbenti saçlarıymış gibi başına takması mutlu etmişti biraz onu. O farkında değildi, ama gideceği gün yaklaşıyordu. Oyunu, yeni annesi ile ilişkilerini yeniden kurmuştuk. Aytaç’tı yine. Aytaç gibi erkek yeleği ve mavi bir montu vardı. Bu oyun uçağa binene kadar sürecekti. Aytaç’ın annesinin, babasının adlarını biliyordu. Kendisine annen ve baban kim? diye sorulunca Aytaç’ın gerçek anne-babasının adını söylüyordu. Yalnız olduğumuzda, bana geliyor, “ama onlar şakacıktan anne baba değil mi baba?” diyor, gönülümü almaya çalışıyordu.

Son iki güne girmiştik. Eve bir hüzün çökmüştü. Kaç zamandır birlikte kaldığı Dilek annesi, İrfan babası, Diro abisi ve ablası Eren eskisi gibi gülmüyorlardı. O hissedebiliyordu bunu. Bana yine yarım bıraktığı soruyu sordu: “Baba ya sen? Sen anneme gelmeyecek misin?” Biraz işlerimin olduğunu, sonra benim de geleceğimi söyledim. Her zamanki baba klasiği işte! Çocuk için ne anlamı varsa! “Sen gelmezsen ben de gitmiyorum. Senden ayrılmak istemiyorum baba!” Yoğun duygusal bir ortam oluştu. Kollarını çözemiyorum boynumdan.

Bir oyun bulduk yeniden:

“Bak! Anneye bir sürpriz yapalım: Sen Aytaç’sın ya. Sen Suna annenle uçağa bin. Ben de bir valizin içine gizlenirim, uçağa binerim. İnince benim içinde bulunduğum valizi alır anneye götürürsün.”

“Ben valizi taşıyamam ki?”

“Taksiyle götürürsün. Anne kapıyı açtığında ‘anne gözlerini kapat!’ dersin, -ama sıkı sıkı kapatsın ha- sen de o zaman yavaşça valizin fermuarını açarsın. Ben çıkınca ‘sürprizzzz!’ diye bağırırız. Anne çok şaşırır ve sevinir.”

“Ya başkası valizi götürürse, baba?”

“ Götürmez. Bizim valizi sen renginden tanırsın. Hangi renk olsun?”

“Sarı! Sarı bir valiz olsun. Şöyle kocaman!”

“Tamam. Sarı, kocaman bir valiz!”

“Ya onu da başkası alırsa?”

“Almaz. Başkası almasın diye valizin üstüne senin büyük bir resmini çizerim. Sen gördüğünde hemen tanırsın. Tamam mı?”

“Tamam. Ama gerçekten baba!?..”

Yeni yıl hareketliliği kendini her yerde hissettiriyor; Yeşilköy Havalanı kalabalık. Halası ve küçük teyzesi de bizimle gelmiş. O Suna annesinin elinden tutmuş pasaport kontrol yerine doğu gidiyordu. Dönüp bize bakıyor sık sık. Belliki bizleri kaybetmek istemiyor. Halasının ağladığını fark etti birden. Döndü, önünde durdu: “Dilek anne ben annemi alıp geleceğim. Üzülme!” dedi, büyük bir ciddiyetle.

Bir haftadır kurageldiğimiz oyunun bozulmaması için bizimle vedalaşıp ayrıldı onlar.

Benim elimde kalmişti onun küçücük eli.

Uzun bir pasaport kuyruğuna takıldık. En kritik an! ‘Ya gitmekten vaz geçerse?’ endişesini taşıyorum. İlgiyi sıcak tutmaya çalışıyorum. Şakalar! Sıra ile birlikte ilerliyoruz. Oyun sürüyor: Aytaç artık o.“Uçaktan inince benim içinde bulunduğum valizi almayı unutma sakın!” diyorum. Bu, onun küçücük omuzlarına bir sorumluluk olarak iniyor. Ciddileşiyor: “Unutmam baba! Anneme sürpriz yapacağım!”

Pasaport kontrolüne yaklaşıyoruz; birkaç kişi var önümüzde artık. Son anlar! “Bak şimdi Aytaç, seninle anlaşalım! Şimdi sen orda oturan polis amcanın önünden geçeceksin ve şu kapıdan içeri girince oradaki camdan bana el sallayacaksın. Ben de koşup hemen valize gireceğim. Tamam mı? Anlaştık mı?”

“Tamam baba!”

Uyuturken onu son olarak hep ensesinden öperdim. Şimdi de öyle yapıtı. Ensesini açmak için ellerini saçlarına götürdü. Ama boşluğa düşü elleri. Sonra başını önümde eğdi. “Beni öp baba!” dedi.

Beklemediğim bir şeydi. Sevginin, dokunmanın derinliğiydi benim için böyle öpmek. Ensesinden öptüm. Sıcaktı. O kadar çok sıcaktı ki yıllar geçmiş olmasına karşın o sıcaklık bende hiç kaybolmadı . Sonra kokladım. Kesilmiş kısa saçlarına sürdüm elimi. Ağlamamak için kendimi zor tutuyorumdum. Biliyordum ki bu son öpüş, son dokunuştu!

Ayağa kalktım. Elimi bıraktı ve yürüdü annesi ile birlikte.

Artık ben geride kalmıştım. Gidip polisin önünde durdular. Polis pasaportu incelerken eğilip ona baktı ve gülümsedi. O da polise gülümsedi.

Pasaport işlemi bitmişti. Yürürken döndü geriye, bana baktı. Oyuna uygun davranmış ve başarmış olamanın gruru vardı çocuk yüzünde. Giriş kapısına doğru biraz daha yürümeleri gerekiyordu. Kapıdan içeri girerken bir kez daha dönüp bana baktı ve oradan bağırdı: “Sarı veliz baba!”

Sonra cam bölmeye geçip anlaştığımız gibi el salladı. Görebildiğim son ana, son noktaya kadar baktım ardından. Ve sonra kalabalık içinde yitti...

Belki yeniden görürüm diye ayak parmaklarımın üzerine kalkarak sağa sola baktım. Bekledim. Yoktu. Gitmişti!

Bütün havaalanı sustu birden. Hiç kimseler yoktu sanki. Bir çöl yalnızlığına düşmüş ve yönümü yitirmiştim.

“Sarı valiz baba!” sesi çınlıyor kulaklarımda.

“Evet, sarı valiz,” diyorum “kızım!.. Ne kadar beklersin ya da o sarı valiz sana bir gün ulaşır mı? Hiçbir şey bilmiyorum!..”

Dışarı doğru yürürken ağlıyor muydum, bilmiyorum. Üstüme onun anıları ve derin yokluğu çökmüştü. Yalnızdım. Hem de yapayalnız.

“Babalar nerden bilsinler anneler ve ablaların külotlarının içine tuvalet kağıdı koyduklarını! Nerden bilsindi babalar! Nerden bilsinki babalar çocuk dünyalarınını örseleyenceğini bile bile çocuklarını bir gün sürgün dünyasına kendi elleriyle göndermek zorunda kalacaklarını! Babalar ne bilirlerdi ki!..”

Dışarı çıktım. Hava soğuktu. Taksi durağını geçtim; ileride biraz yüksek, toprak yığını gibi bir yerin üstünde durdum. Kar yağıyordu. İstanbul kar altıydaydı. Ataköy, Sefaköy, Şirinevler beyaza bürünmüştü. Onun yokluğu bütün İstanbul’a kar olarak düşüyordu. E 5 Karayolu, Sefaköydeki fabrikalar sutmuştu. Sessizdi koca şehir.

Arkamda, havalanından kalkış yapan uçakların sesi geliyordu.