ORTADOĞU’DA BİR KARABASAN: IŞİD[1]
“Kafes içerisinde doğan kuşlar,
uçmanın bir hastalık olduğunu düşünürler.”[2]
Öncelikle şu vurgulanmalı: IŞİD (ya da DAIŞ) sorununun ele alınması gereken çerçevelerden biri, “Siyasal İslâm” tartışmaları çerçevesidir. “Siyasal İslâm” önermesi ise, hemen “siyasal-olmayan İslâm var mı?” sorusunu akla getirmektedir. Yani, örneğin son dönemlerde kimi liberal-sol ya da Kürt çevrelerde dile getirildiği üzere, “siyasal İslâm’ı bir ‘kültürel İslâm’ ile ikame etmek mümkün mü?” sorusunu…
Bana kalırsa, bu soru, biri yapısal, diğeri de konjonktürel/ bağlamsal olmak üzere iki kanal üzerinden tartışılarak bulabilir yanıtını bulabilecektir. Bunlardan ilki, “siyasal İslâmcı” pozisyon(lar)ın devralarak radikalleştirdiği Sünnî-İslâm doktrini, özellikle de onun yönetim konusunda söyledikleridir. Çünkü bu doktrin, İslâm dininin (Sünnî versiyonunun) esneyebileceği sınırları tayin etmektedir.
“SİYASAL İSLÂM” ÜZERİNE
Burada hemen vurgulamalı: İslâmiyet, “Tanrı’ya ait olanı Tanrı’ya, Sezar’a ait olanı Sezar’a veriniz” ilkesi doğrultusunda “iktidar” fikrini “göklerin melekûtu”na erteleyen, dolayısıyla da seküler bir rejimin olasılığını bünyesinde barındıran Hıristiyanlığın tersine, her türlü egemenlik fikrini kuramsal olarak Allah’a, fiiliyatta ise, onun tarafından vekalet yetkisiyle donatılmış olduğu varsayılan kişi ya da kurumlara tevcih eder.
İslâm âleminin yasası, Kur’andır; bu nedenledir ki İslâm devletinde ancak yürütme ve yargı erklerinden söz etmektedir. Yasama, Allah’a mahsustur. Kur’an ve ona dayanan Sünnet ise, özel yaşamdan ticarete, giyim-kuşamdan cinsel davranışa, eğitimden askeriyeye yaşamın her alanına nüfuz edip düzenler.
Ancak, ilginçtir, yaşamın her alanını düzenleme konusunda bu denli iddialı olan bir din, siyasal iktidarın nasıl elde edileceği ve devredileceği konusu belirlenmemiştir. Örneğin Muhammed Peygamber, halefi olarak kimseye işaret etmiş değildir. Dahası, halefi olacak kişinin nasıl belirleneceğine dair bir yöntem de önermemiştir. Böylece dört halifenin her biri, farklı bir yolla gelmiştir iktidara: Ebubekir ensar ve muhacirun’un istişaresi sonucu, Ömer, Ebubekir’in aday göstermesiyle, Osman, Ömer’in oluşturduğu danışma heyetinin istişaresiyle, Ali Osman’ın öldürülmesi sonucu…
Emevi hanedanının iktidarı gasp edip babadan oğla geçen bir düzenlemeyi dayatması da zamanın din alimlerince fazla itirazla karşılaşmamıştır. Bu konudaki kaziye, “iktidar gasp edilmiş de olsa, devlet Şeriat esaslarına göre yönetildiği sürece meşrudur” anlayışı olmuştur. Bu kaziye, İmam Gazalî’nin “ulûl emre itaat” ilkesine dayanmaktadır. Yani “zorba bir emrin tiranlığı kaostan yeğdir” ilkesine…
Buraya kadar söylediklerimden iki sonuç çıkarabilirim:
· İslâm dini, Şeriat hükmünün yeryüzüne egemen olması gereğine dayanır. Bu nedenle bizatihî “siyasal”dır.
· Ancak bu egemenliğin nasıl kurulup sürdürüleceği konusunda bir yöntem önermez. Bu da İslâm adına hareket edenlere geniş bir esneklik alanı sağlamaktadır.
İlerlemeden önce, bir parantez açarak “İslâm devleti”ni diğer devlet biçimlerinden, özellikle de “ulus-devlet” modelinden ayırt eden yönleri hızla sıralayalım:
· İslâm Devleti, egemenlik Allah’a ait olarak tahayyül edildiği için başka bir egemenlik biçimi (devletin, milletin vb.) tanımaz.
· Aynı imanı taşıyan farklı kabile, cemaat, milliyet vb. birimlerden oluştuğu için “ulusal” değildir.
· “Cemaatin (nasıl tayin edildikleri meçhul olan) en iyileri” tarafından yönetildiği için, “demokratik” değildir.
Buraya kadar söylediklerim, İslâmî söylemin esneyebileceği sınırları tayin eden doktriner (ya da yapısal) çerçeveye ilişkindir. “Siyasal İslâm” konusunun tartışılabileceği ikinci kanal ise, konjonktürel/bağlamsal çerçeveyle ilişkilidir ve deyim yerindeyse hermenötik bir yaklaşımı içerir.
Şunu vurgulamalı; bütün dinler birer “anlatı”dır: ya da Foucault’cu anlamıyla birer “söylem”dirler. Ve tüm söylemler gibi yoruma açıktırlar; şerhedilebilirler.Hangi yorumun diğerleri üzerinde başat olacağı ise, bağlam ya da konjonktürle ilişkilidir.
O zaman gelin, bugün son ürünü IŞİD olan “siyasal İslâm”ın hangi konjonktürün ürünü olduğunu kısaca hatırlamaya çalışalım.
İslâm dünyası, XX. Yüzyıl başlarından itibaren dekolonize olduğunu ve yüzyıl ortalarına doğru hızlanan bu sürecin İslâm coğrafyası, ama özellikle de Ortadoğu’da Bat modelinde bir dizi ulus-devlet kurulmasıyla sonuçlandığını biliyoruz. Bu aynı zamanda ABD’nin emperyalist güç olarak yükselişine denk düşmektedir.
Emperyalist güçler açısından (başta petrol olmak üzere) stratejik önem taşıyan kaynakları ihtiva eden Ortadoğu devletleri, siyasal bağımsızlıklarını kazansalar dahi, sınır tanımayan emperyalist iştihanın hedefi olmaktan kurtulamayacaklardı. Dış güçlerin müdahalelerine her zaman açık nevzuhur Ortadoğu devletleri bu duruma iki tip tepki verecektir: SSCB’nin de etkisiyle bağımsızlıkçı-ulusalcı sol siyasetlere yönelmek - Baas bu yönelimin bir örneğidir.
Ne ki sosyalist sistemin çöküntüye uğraması, ve bu durumda dizginsiz kalan neo-liberal saldırganlığın yükselişi, ABD-AB bloku karşısına yeni emperyal güçlerin (Rusya, Çin…) biçimlenişi, bölgenin petrolün yanı sıra zengin doğalgaz yataklarına ev sahipliği yaptığının ortaya çıkması, suyun uluslar arası stratejik öneminin artması gibi etkenler, bölge üzerindeki rekabeti şiddetlendirecektir.Dahası, tüm bu süreçler, kırsaldan koparak kentlere göçmüş, çoğunlukla genç, işsiz bir kent yoksulları kitlesini giderek genleştirecektir.
Tüm bunlara, Batı modelinde kurulmuş ulus-devletlerin rasyonel-kurumsal-demokratik bir işleyiştense aşiret-mezhep-yerel güçler-kayırmacılık üzerine kurulu patrimonyal bir biçime bürünmesi eklendikçe, hoşnutsuz kitlelerin durumlarından Batı’yı ve Batı taklitçisi yöneticileri sorumlu tutmaları zor olmayacaktır.
Sözün özü, milliyetçilik, Müslüman-Arap toplulukları bir arada tutmaya yeterli bir ideoloji olamamıştır - hele ki ulusal sınırların Sykes-Picot gibi yapay dayatmalarla, emperyal güçler tarafından çizildiği göz önünde bulundurulduğunda…
Bu durumda, milliyetçiliğin yarım bıraktığı görevi -Batı’nın fiziksel ve kültürel etkilerinden kurtulmak- tamamlamak üzere, İslâm geri çağrılacaktır. Bu, bir “öze dönüş” çağrısıdır: İslâm coğrafyasında İslâm Şeriatını hükümran kılacak bir kültürel dönüşümü gerçekleştirmek…
11 Eylül sonrasında ABD ve müttefiki Batılı güçlerin “terörizmle savaş” gerekçesiyle önce Afganistan, ardından da Irak’a müdahalelerinin her iki ülkeyi de paramparça edip aşiretler, cemaatler ve mezheplerin birbirini kırdığı bir iktidar boşluğuna yol açması, radikal siyasal İslâmcı akımların önünü daha da açan bir gelişme olmuştur. Böylelikle örneğin ABD’nin “Yeşil Kuşak” senaryosunun figüranı El Kaide birden öne fırlayarak İslâm coğrafyasında başaktör konumuna yükselebilecektir.
El Kaide lideri Bin Ladin’in Pakistan’da ABD’li askerler tarafından öldürülmesi, örgütün sonu değil, sadece kanından yüzlerce El Kaide’nin topraktan fışkırdığı bir “mitopoesis” (mitosun yeniden canlandırılması) olmuştur, böylelikle… El Kaide silsilesinin (şimdilik) son durağı IŞİD, böylesi bir sürecin sonucu, El Kaide ile başlayan “küresel kapitalizme karşı küresel İslâm” hareketinin en canlı temsilcisidir.
IŞİD’İN İDEOLOJİSİ: VAHHABÎLİK
Hatırlayalım: IŞİD’in ideolojik kökleri -tıpkı Selefî gibi- XIV. Yüzyıl İslâm alimi İbn Teymiyye’ye bağlanan Selefîlik ve ondan türeyen Vahhabîliğe dayanır.
Bilindiği üzere XVIII. yüzyıl başlarında ilk Suud krallığının ideologluğunu üstlenen Muhammed bin Abdülvahap, radikal ve dışlayıcı bir püritanizmi öngörmekteydi. Ona göre tüm Müslümanlar tek bir iradeye (halife) biat etmeliydi. Buna uymayanlar katledilecek, karılarına kızlarına ve mal-mülklerine el konulacaktı: Şiîleri, Sufîleri ve ihtida etmeyen diğer kitaplı din mensuplarını bekleyen akıbet de buydu.
Abdülvahap, Muhammed Peygamber dönemindeki din anlayışına dönüşü va’zetmekte, evliya kültleri, türbeler, mevlid, musıkî, tütün kullanımı vb. dahil her türlü inanç ve uygulamayı, bi’dat, hatta “küfür” olarak lanetlemekteydi. Abdülvahab’a göre bu yoruma dair en ufak bir tereddüdü olanların dahi katli vacip, karıları ve malları ise helaldi.
Abdülvahab’ın öğretisi, o dönemde diğer bedevî aşiretlerle çatışma içerisindeki İbn-ül Suud’un kabilesi için uygun bir ideolojik kılıftı: kendisine sığınan Abdülvahap’la birlikte cihat uğruna şehadeti ve şehitlerin doğrudan cennete gideceği fikrini yeniden ihdas ettiler. Böylelikle Suudî yağmacılığı kutsal bir aylayla donanmış oluyordu…
Vahhabî Suudîler, kısa sürede hâkimiyet sağladıkları Arap yarımadasında teröre dayalı bir boyun eğdirme stratejisi izleyeceklerdi: direnenler kılıçtan geçiriliyor, tarihsel anıtlar, mezarlar, mescitler vb. yerle bir ediliyordu.
Vahhabîlik XIX. yüzyıl başlarında Osmanlı müdahalesiyle bastırılacaktı - Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, Osmanlı’nın dağılışıyla birlikte, “İhvan” ile yeniden vücut bulmak üzere… Ne ki bu kez koşullar XVIII. yüzyıldakinden farklıydı - petrol zengini Suudî krallığı, Britanya ile flört hâlinde, daha az radikal, daha pragmatik bir yönetim anlayışını benimsemek durumundaydı.
Vahhabîlik böylelikle Suudî krallığının “vurucu gücü olmaktan, bir ideolojik ihraç ürünü olmaya dönüştü. Din içerisindeki çoğul sesleri tekil bir imanda birleştirmeyi hedefleyen muhafazakâr bir siyasal-teolojik dava…
İşte IŞİD, bir yönüyle derinlemesine bu Vahhabî geleneğine bağlıdır. Ancak Suudî krallığının elinde araçsallaşmış bir Vahhabîlik değildir onunki. Deyim yerindeyse, Vahhabîliğin ‘modern’ Suudî etkisiyle bozulmasına bir tepkidir.
IŞİD’in “halife”si Ebu Ömer Bağdadî’ye göre yalnızca Allah’tan başka bir ilah olmadığının kabulü kişiyi Müslüman kılmaya yeterli değildir. Bunun yanı sıra, diğer tüm tapım nesnelerinin de tahrip edilmesi gerekecektir: evliyalık, türbeler, mescitler, mezarlar, mezar taşları, bayramlar, zikir, musıkî… Bu liste o denli kalabalıktır ki pratikte kendileri dışında herkesi “kafir” derkesine düşürmektedir - yani katli vacip, malı-karısı helal…
IŞİD - TARİHÇE VE ÖRGÜTLENİŞ
IŞİD, Selefî cihatçı Ebu Musab el Zerkavî önderliğinde, Cemaat ül Tevhid ve’l Cihad adıyla 1999’da kurulmuştu. Bu grup, Irak El Kaidesi yaygın adıyla 2003 Irak işgali ardından Koalisyon güçleri ve Irak güvenlik güçlerine karşı ayaklanmaya katıldı. Örgüt 2006’da diğer Sünnî isyancı gruplarla birleşip Mücahidun Şura Konseyi’ni oluşturdu. Kısa süre sonra Irak İslâm Devleti adını alarak El Anbar, Ninova, Kerkük bölgelerinde etkisini göstermeye başladı. Özellikle ABD işgali sonucunda merkezî yapısı dağılan Irak’ta, Şiîlerin ağırlık kazanması sonucu sahipsiz kalan ve ayrımcılığa uğradığını düşünen Sünnî ordularıyla Saddam Hüseyin’in ordusundan artakalan subay ve askerler, örgütün omurgasını oluşturacaktır.
Suriye’de iç savaşın patlak vermesiyle etki alanını bu ülke topraklarına doğru genişleten örgüt, IŞİD adını alacak, Rakka, Idlib, Deir el Zor ve Halep’te küçük emirlikler kurmuştur.
IŞİD, 29 Temmuz 2014’te Hilafet ilanıyla adını “İslâm Devleti” olarak değiştirdi. Bu, örgütün yerel, hatta bölgesel bir güç olmaktan çıkarak ekümenik bir iktidarı hedeflediğini yansıtmaktadır. Bu hedefi gerçekleştirmenin aracı ise, tüm cihatçı örgüt ve hareketleri şemsiyesi altında birleştirmektir. Hilafet iddiasına payanda olarak da, “halife” ilan ettiği Ebubekir el Bağdadî’nin soyunu Muhammed Peygamber’e dayandıran bir belge yayınlayacaktır…
IŞİD gerçekten de dünyanın her yerindeki cihadçı hareketler için bir cazibe merkezine dönüşmektedir. Kasım 2013’te Çeçen Ceyş ül Muhacirin ve’l Ensar, Mayıs 2014’te el Nusra Cephesi’nin bir kolu, Temmuz 2014’te Nijerya’da üstlenen Boko Haram, IŞİD’e katıldıklarını ve “Halife” Ebubekir el Bağdadi’ye biat ettiklerini açıkladılar. IŞİD’in “kardeş örgütleri” şimdilik şunlardır: Ebu Sayyaf (Filipinler, Malezya); Boko Haram (Nijerya); Bangsamoro İslâmî Özgürlük Savaşçıları (Filipinler); Cemaat-ül İslâmiye (Güneydoğu Asya); Ensar-ül Şeriyye (Libya ve Tunus); Kudüs Çevresi Mücahidin Şura Konseyi (Gazze Şeridi); Ensar Bey tül Makdis (Mısır);Cünd-el Hilafa (Cezayir); Özbekistan İslâmi Hareketi…
Bu koşullarda, IŞİD saflarında hatırı sayılır miktarda yabancı cihatçının savaştığı bilinmektedir. Örneğin, Haziran 2014’te sayıları 9-11 000 olarak tahmin edilen (Irak’ta 6000, Suriye’de 3000-5000)savaşçıdan 3000 kadarının yabancı olduğu kaydedilmektedir. Bunlardan 1000 kadarını Çeçen cihatçılar oluştururken 500 kadarı başta Fransa ve İngiltere olmak üzere Avrupa ülkelerinden gelmiştir. Ancak rakamlar kesin değildir; örneğin The New York Times, Eylül 2014’te IŞİD’in yabancı savaşçıları arasında 2000’den çok Avrupalı ve 100 kadar ABD yurttaşı olduğunu iddia etmekteydi. Örgüte 2400-3000 militanın gittiği Tunus’da IŞİD’in önemli lojistik destek sağlayıcıları arasında yer almaktaydı - en azından seçimlere kadar... Habertürk’e göre (13 Haziran 2014.) örgüte 2000 kadar savaşçı tedarik eden ve Suriyeli muhaliflere sağladığı lojistik, malî ve eğitim desteğinden örgütün de bolca yararlandığı bilinen Türkiye de hatırı sayılır bir destekçi olarak boy göstermektedir - nominal olarak IŞİD karşıtı koalisyon içerisinde yer alsa ve IŞİD’i “terörist” ilan eden uluslar arası söylemi -pek de gönüllü olmayan bir biçimde- benimsemiş olsa da…
IŞİD’in Suriye’deki esas hedefinin, Esad rejiminden çok Kürtler olduğu, kısa sürede açığa çıkacaktı. Örgüt 3 Ağustos 2014’te Kuzey Irak’ta Sincar, Wana ve Sumar’ı Kürtlerin elinden alıp binlerce Ezidî’yi katletti. Ardından da, ilk kez PYD-PYJ eliyle destansı bir direnişle karşılaşacağı Kobanê’ye yöneldi.
2006’da Irak İslâm Devleti ilan edildiğinde, IŞİD Bağdat çevresi, Diyala, El Anbar, Kerkük, Selahadin, Ninova ve kısmen Babil’de etkiliydi. 2013’e gelindiğinde ise, vilayet sayısını 16’ya çıkartmıştı. Suriye’deki IŞİD bölgelerinin merkez üssü, Rakka’dır.
IŞİD yönetimi, Ebubekir el Bağdadî’nin “halife” sanıyla tepesinde yer aldığı, vilayetlerden oluşan iki eyalet biçiminde örgütlenmiştir. Bağdadî’ye bir danışmanlar kabinesi yardım eder; ayrıca vilayetlerin başlarında valiler görev yapmaktadır. Her bir vilayette maliye, liderlik, askeriye, idam cezalarının infazı dahil hukuk, yabancı savaşçılara yardım, güvenlik, istihbarat ve medya yerel konseyleri görev yapmaktadır. Vali ve konseylerin karar ve uygulamalarının IŞİD’in İslâm yorumuna uygun olup olmadığı ise bir şura tarafından denetlenir.
Rakka örgütün fiilî başkenti durumundadır. Esad rejimi görevlileri, örgüte bağlılık yemininin ardından görevlerini sürdürmekte, yeniden yapılandırılan kurumlar ise, kentlerdeki hizmetlerin kesintisiz devamını sağlamaktadır. Böylelikle elektrik, içme suyu, kanalizasyon, trafik, güvenlik vb. temel hizmetlerin yürütülmesinin yanı sıra, muhtaç durumdakilere sosyal yardım dağıtılması, fiyatların üzerinde kontrol uygulaması, iç savaştan tahrip olmuş, Şiîlerin geri dönmesinden ödü kopan, bitkin ve işsiz Sünnî kitleler gözünde IŞİD’e meşruiyet kazandırmaktadır.
Burası, kanımca önemli… IŞİD’in işgal ettiği topraklarda tutunmasında, uyguladığı terörün ve bunu medyatik bir biçimde sunmasının katkısı çok önemli kuşkusuz. Tutsaklarının kafalarını kameralar önünde kesip kellelerle top oynayan, kurbanının göğsünü delip ciğerini, kalbini yiyen cihatçı görüntüleri, kadın-çocuk-yaşlı demeden insanların topluca katledilmesi hiç kuşku yok ki, boyun eğmeyi sağlar. Ama IŞİD’in savaş yorgunu Sünnîlere kamu hizmetlerini belirli bir düzen ve süreklilik içerisinde sağlaması ve yoksul düşmüş, işsiz kitlelere sağladığı aynî ve nakdî destek, onun bulunduğu bölgelerde kök salmasına yardımcı olmaktadır.
Peki, bu değirmenin suyu nereden geliyor? Kuşku yok ki IŞİD, işgal ettiği bölgelerde bir savaş ve talan ekonomisi yürütüyor… Katlettiği gayrımüslimler ve Şiîlerin mal-mülkleri, kaçırılan rehineler için ödenen fidyeler, işgal edilen topraklarda bulunan bankaların, dükkânların, kuyumcuların talanı, Suudî Arabistan ve Katar’ın malî desteği, IŞİD ekonomisinin önemli bir girdisini oluşturuyor. Ama bu kadar değil…
Örgütün başlıca gelir kaynağı, petroldür. ABD’li uzmanlar IŞİD’in petrol satışından günde 1 milyon USD’nin üzerinde gelir elde ettiğini hesaplıyorlar. Bu petrolün çoğunun Türkiye üzerinden satıldığı, herkesin bildiği bir “sır”dır… IŞİD’in savaşın tahrip ettiği tarımsal faaliyetlerinin yeniden başlatılmasını sağlaması, özellikle aç nüfusu doyuracak buğday üretimine hız kazandırması, örgütün hükümranlığı altındaki bölgelerdeki popülaritesini destekleyen bir başka gelişmedir.
Buna karşılık IŞİD, yönetimi altındaki bölgelerde son derece katı kuralları yürürlüğe koymuş durumda. Örneğin, Musul’u ele geçirir geçirmez çıkardığı “Anayasa” gereği, okullarda sanat, müzik, ulusal tarih, edebiyat ve Hıristiyanlığın öğretilmesi yasaklandı. Ulusal marşlar küfür kabul ediliyor…
“Anayasa”nın yasakladığı başka alanlar ise daha da ilginç: örneğin erkeklerin traş olması yasak… Ramazan’da sadece üç gün oruç tutulacak (savaş hâli nedeniyle)… Namaza katılmak zorunlu… Teravih namazı camide kılınmayacak… Bayram namazı için ezan okunmayacak…Tütün , sigara satış ve kullanımı yasak… Hırsızlığın cezası elin kesilmesi… Çalgı çalmak, şarkı söylemek yasak… Kiliseler, seküler anıtlar ve diğer Sünnî-olmayan mabedler yıkılacak… Ve keçilerin altına bez bağlanacak!
IŞİD “yasalar”ının ihlâli en hafifinden meydanlarda kırbaçlanma, ama sıkça “yargıçlar”ın kesmekte hiç tereddüt etmedikleri idamla cezalandırılıyor.
Ancak IŞİD, kadınlara yönelik özel uygulamaları, gerçekten de “pes” dedirtiyor: Kadınların zorunlu durumlar dışında sokağa çıkması “Anayasa” ile yasaklandı. Zorunlu durumlarda ise ancak yanlarında mahremleri bir erkeğin eşliğinde ve İslâmî kurallara uygun giyimli olarak çıkabilmelerine cevaz var: yani çarşaflı ve peçeli. Yüzleri açık kadınlara satış yapılması yasaklandı. Pazar yerine gitmeleri, yanlarında erkek bulunsa bile yasak. Rakka’da kadınların giyim ve davranışı, IŞİD’li kadınlardan oluşan tugaylarca denetlenmekte. En ufak “ihlâl”in cezası, meydanda kırbaçlanmak…
Öte yandan, örgüt, işgal ettiği topraklardaki özellikle Sünnî olmayan kadınlar üzerinde tam bir kamulaştırma” politikası uygulamakta. Cinsel açlıktan gözü dönmüş cihatçıların ihtiyaçları, kaçırılan, esir alınan Êzîdî, Şiî, Türkmen, Ermeni, Dürzî, Mandeen, Süryanî kadınlarla karşılanıyor. Hevesini alan cihatçı, “cariye”sini esir pazarında satışa çıkartıyor…
IŞİD yönetiminde Hıristiyanlar üç seçenekle karşı karşıyalar: ihtida, “Hilafet”e cizye ödemek ya da idam… Ancak Şiîler, Asurîler, Kaldeliler, Dürzîler, Mandeenler, Ezidîler gibi, IŞİD’cilerin “kitaplı” kabul etmedikleri inanç mensuplarının “cizye” ödeyerek de olsa varlıklarını sürdürme olanağı yok… Onlar katliam, sürgün, köleleştirme, toplu tecavüz gibi etnik temizlik uygulamalarıyla karşı karşıya.
Ve BMÖ, 5000’in üzerinde Ezidî’nin katledildiğini, 5000-7000 arasında Ezidî kadın ve çocuğun ise köle pazarlarında satıldığını açıklıyor…
* * *
Tüm bunlar ne anlama geliyor?
Kobanê’ye saldırısıyla birlikte Türkiye’nin güney sınır komşusu hâline gelen IŞİD, kolay alt edilecek bir örgüt değildir. Göreli az sayıda savaşçısıyla çöreklendiği küresel ve bölgesel müdahaleler sonucunda tarumar olmuş coğrafyada, şaşırtıcı bir hızla örgütlenebilmiş ve kök salabilmiştir.
Öte yandan kanımca IŞİD’in esas tehdidi, askerî gücünden, ideolojik katılığından, örgütlenmedeki esnekliğinden, sağladığı uluslar arası destekten, hatta medyatik bir propaganda aracına dönüştürdüğü şiddetten kaynaklanmamaktadır. IŞİD’in esas tehdidi, emperyalizmin talan alanı İslâm coğrafyasının çıkış yolu arayışlarında ciddi bir seçenek olarak benimsenmekte oluşundadır. Onbinlerce “desperado” İslâmcı genç için hem Batı uygarlığına, hem İslâm âleminin çürümüş tarzlarına kafa tutan, “İslâm düşmanları” nın (ki bu içine keyfe göre hemen herkesin dâhil edilebileceği esnek bir kategoridir: Hıristiyanlar, Yahudiler, Êzîdîler, Kürtler, modernler, Sufiler, laikler, ateistler, komünistler, eşcinseller…) yüreğine korku salan, İslâm’ı zehirleyen “çoğulcu”, uzlaşmacı ve dengeci yaklaşımların karşısına uzlaşmaz bir şiddet kültüyle dikilen bu “gözüpek” ve acımasız örgüt bir cazibe merkezi hâline gelmiş durumdadır… IŞİD kalıcı ya da geçici olabilir; bunu zaman gösterecek. Ancak bu bölgede hiç de “geçici” olmayacağı anlaşılan Siyasal İslâm için IŞİD, bir “model” oluşturmuştur çoktan… Siyasal İslâmcı akımlar, bundan böyle IŞİD’in kanlı yöntemlerinden kaçınamayacaklardır… Son dönemde Türkiye’de Kürtlerin ya da devrimcilerin gösterilerinin karşısına sık sık “eli palalı”ların dikilmesi, üniversiteli gençleri hedef alan köktendinci saldırılar, bu durumun göstergesidir.
Şu hâlde, bugün Rojava’da YPG-YPJ gerillaları önderliğinde Kürtlerin gösterdiği destansı direnişi var gücümüzle desteklemek, yalnızca enternasyonalist dayanışmanın bir gereği değildir. İmkân ve ortamını bulduğunda, her türlü farklılığı fiziksel olarak yok etmeyi misyon bellemiş, monolitik, kadın düşmanı, koyu bir dinsel rejimle hayatlarımızı zehirlemeye yeminli bir serüvenciliğe, özgürlükler adına son verme çabasıdır aynı zamanda. Bir başka deyişle bu topraklarda hayat bulmasını istediğimiz her şey - özgürlük, eşitlik, kardeşlik, çeşitlilik, barış- adına bir varlık-yokluk mücadelesidir.
Bu nedenle IŞİD’e karşı dövüşürken düşen yüzlerce Kürt’ün, Suphi Nejat Ağırnaslı’dan Kader Ortakaya’ya tüm devrimcilerin mücadelesi ve anısına sahip çıkmak, boynumuzun borcudur… 9 Kasım 2014 17:37:46, Ankara.
N O T L A R
[1] 17 Kasım 2014 tarihinde Ankara Üniversitesi ‘Perspektif Hukuk Topluluğu’nun düzenlediği ‘Kanayan Coğrafya Ortadoğu ve IŞİD’ başlıklı panelde yapılan konuşma… Kaldıraç, No:162, Aralık 2014…
[2] Alejandro Jodorowsk.