ÖFORİNİN ORTASINDA, UNUTULMAMASI GEREKENLER…

“Dünya günün birinde küçük dişli çarklar,

küçük işlere tutunan ve daha büyük olanların

peşinde koşan küçük insanlarla dolup taşabilir.”[1]

Bir kez daha seçimin eşiğindeyiz. Ve bir kez daha hem muhalefette hem de sosyal medyada bir öfori… “Bu kez oldu! Bu kez düştü düşüyor! AKP (ve reisi) bu kez gidici…”

Bu iyimserliğin hayatta karşılık bulmasını en çok isteyenlerdenim, emin olun.

Yok, öyle seçim sonrasında (Erdoğan ve partisi seçimleri yitirse bile) ortalığın güllük gülistanlık olacağına inandığım, hatta gelecek olanlara sempati beslediğim, güvendiğim vb. için değil. Bir iktidar değişikliği olursa bu, nihayetinde sermayenin fraksiyonları arasında olacak. “Anadolu Kaplanları”ndan, “Marmara Baronları”na dönüş…

Ancak, AKP’nin -seçimleri yitirse de- iktidarı kolay bırakmayacağını düşünüyorum. Ülke açısından yüksek maliyetli bir mağlubiyet olacak bu, eğer olursa. İşin kötüsü, sandığa bu denli bel bağlayan yüzde ellinin, ne seçim güvenliğini ve daha da önemlisi güvenilirliğini sağlayacak, ne de olur da AKP’nin seçim öncesi gözlerimizin içine baka baka yaptığı manevralara karşın (YSK üzerindeki denetim, mühürsüz zarflar, sandık kurullarına Memur-sen’lilerin atanması, sandıkların taşınması, sayısı belirsiz Suriyeli’ye alel acele dağıtılan vatandaşlıklar, Kürt illerinde seçimlerin terörize edileceğini hissettiren “sandık güvenliği” önlemleri…) seçimleri yitirirse başvurabileceği “kirli yollar”a (mesela Profesör Ahmet Maranki’nin Belgrad ormanına gömdüğünü açıkladığı “öfkesi”) karşı direnecek araç ve iradeye sahip olduğuna ilişkin ortalıkta pek bir alâmet olmaması…

Tayyip Erdoğan ve partisinin tarihe karışmasını isteyişimin nedeni, onların ülkede gerçekleştirmeye kalkıştıkları dönüşümün, yani bir yandan T.C’ni Ortadoğu’dan başlamak üzere Osmanlı lebensraum’una hükmeden alt-emperyalist bir güç odağına dönüştürme serüvenine, bir yandan gözükara bir neoliberalizmin içeride sermayenin el değiştirmesinde (seküler Marmara sermayesinden İslâmcı Anadolu sermayesine) araçsallaştırılmasına, bir yandan da toplumun aşağıdan yukarı İslâmîleştirilmesi girişimine dayalı topyekûn bir tahribat projesi olması… Bu dönüşümün gerçekleşmesi durumunda, ülkede emekten, eşitlikten, özgürlükten, sosyalizmden yana herhangi bir tahayyülün neredeyse olanaksızlaşması… Yarıdan fazlası imam-hatip çıkışlı, siyer, fıkıh, hadis, kelam bilgisi kimya, biyoloji, felsefe, sosyoloji bilgisinden çok, “evrim” denildiğinde tüyleri diken diken olan, “kadın” denildiğinde aklına şehvetten başka bir şey düşmeyen, tarikat-cemaat mensupları elinde yetişmiş kuşakların elinde biçimlenecek bir geleceğin bir distopyadan başka bir şey olamayacağı… Yağma Hasan’ın böreği, haraç mezat yandaş ya da uluslararası sermayeye pazarlanan kıyılar, ormanlar, yeşil alanlar… Tarih, doğa, insan demeden önüne geleni yıkan bir buldozere dönüşmüş rant hırsının, “Ben yaptım oldu” pervasızlığının despotluğu… “Cumhurbaşkanına hakaret” suçundan gözaltına alınanların, tutuklananların sayısının taciz-tecavüzcüleri katlaması… cezaevlerinde büyümeye mahkûm tutsak bebeler, ölüme mahkûm hasta tutsaklar… Yakılmış, yıkılmış Kürt kentleri… “suçlu olmasalar bile idarî tasarruftur” pişkinliğiyle ekmeğinden edilmiş yüzbinlerce KHK’lı… Yetmez mi? Yetmezse sabaha dek saymaya devam edebilirim…

Şu hâlde sorun AKP’nin bu seçimlerde iktidardan gidip gitmeyeceğinden çok, biriken bunca soruna, adaletsizliğe, yoksullaşmaya,[2] zulme rağmen bugüne dek nasıl olup da iktidarda kalabildiği...

Sorunu halkın cehaletiyle ya da seçimlerde dağıtılan erzakla, kömürle açıklamak fazla basite indirgemek oluyor.

Seçimlerden sonra medyada yer alan oy haritalarına bakıldığında, ülkenin üçe bölünmüş manzarasında (gelişmiş, hayat standardı yüksek, seküler Batı/kıyı şeridi; orta gelişmiş, “dinsel hassasiyeti” yüksek Sünnî Orta Anadolu ve yoksul, işsiz, hayat standardı düşük Kürt coğrafyası) AKP’ye teveccühün en çok Orta Anadolu’da yoğunlaştığı gözlemlenir. Hayat standartları yüksek Ankara, Eskişehir’in ayrıksı bir leke gibi durduğu haritalar…

Bir ucunda yoksul ve yoksun Kürt coğrafyasının, bir ucunda gelir düzeyi, yaşam standartları yüksek “seçkin” illerin yer aldığı bu haritada AKP seçmeni “tam ortada” durmaktadır. Bir başka deyişle Anadolu’nun yaşam standardı yüksek batı kesimi seçmeni CHP’ye, en ezilmişi, en yoksulu güneydoğusu seçmeni HDP’ye, her şeyiyle vasat olan ortası ise AKP’ye oy veriyor.

Bu durumda etnik ve dinsel aidiyet duygusu, elbette ki önemli, daha doğru bir deyişle birçok bakımdan belirleyici. Etnik-ulusal aidiyet duygusu başat olan Kürt seçmenler HDP’ye, dinsel aidiyet duygusu ağır basanlar ise ağırlıklı olarak AKP’ye yönelirken, Alevî seçmenler CHP’yi yeğliyor, örneğin. Benim burada (özellikle AKP seçmenine yönelik olarak) vurgulamak istediğim, etnik-dinsel faktörlere eklemlenen (ve zaman zaman bunların vurgulanmasında etken olan) sosyo-ekonomik etkenler.

Evet, AKP seçmeninin ana gövdesini Orta Anadolulu, her yönüyle vasat bir gelişmişlik düzeyi tutturmuş Sünnî-Türk seçmen oluşturuyor.

Bunu birkaç örnekle sergilemeye çalışayım.

Örneğin AKP’nin 2015 Kasım seçimlerinde en yüksek oranı tutturduğu, yani % 70 dolaylarında oy aldığı illeri ele alalım:

AKP’NİN YÜKSEK (% 70 dolayları) ORANDA OY ALDIĞI İLLERİN

YAŞANABİLİRLİK KRİTERLERİNE GÖRE SIRALAMASI[3]

İl

AKP oy oranı (%)

Genel Sıralama

Ekonomi

Eğitim

Sağlık

Güvenlik

Kent hayatı

Kültür-Sanat

Okur-yazar olmayan oranı

Rize

75.88

10

10

30

28

11

42

10

4.2

Aksaray

71.60

65

51

56

58

58

76

31

5.1

Sivas

68.53

16

56

39

5

29

72

23

6.1

Gümüşhane

68.35

41

43

29

33

72

12

56

4.8

Düzce

70.60

43

65

42

17

44

40

40

3.7

Adıyaman

69.17

62

54

65

75

30

14

72

7.4

Erzurum

68.29

27

53

52

14

20

73

28

6.5

Çankırı

68.96

33

49

21

16

50

43

51

5.4

Bayburt

73.31

31

36

37

42

16

57

8

5.6

Konya

74.43

35

44

59

20

19

64

21

2.7

K. Maraş

71.77

67

66

66

57

31

48

66

5.9

Kütahya

67.71

30

39

27

31

55

9

34

2.6

Görüldüğü üzere AKP’nin illeri (“hemşehri” Rize ve kısmen Sivas dışında) 82 vilayetlik sıralamanın 30-65 aralığında, yani ortalarda yer almaktalar.

Bu durumu daha iyi anlayabilmek için AKP’nin en düşük (% 30 ve altı) oy aldığı illerle karşılaştıralım:

AKP’NİN DÜŞÜK (% 30 ALTI) ORANDA OY ALDIĞI

İLLERİN YAŞANABİLİRLİK KRİTERLERİNE GÖRE SIRALAMASI[4]

İl

AKP oy oranı (%)

Genel Sıralama

Ekonomi

Eğitim

Sağlık

Güvenlik

Kent hayatı

Kültür-Sanat

Okur-yazar olmayan oranı

Ağrı

26.93

81

71

78

78

14

79

81

8.6

Batman

28.38

72

68

75

52

34

66

58

7.2

Diyarbakır

21.37

68

72

74

29

35

65

78

8.7

Edirne

26.98

12

31

9

10

37

46

41

3.3

Kırklareli

27.67

21

30

28

40

15

25

17

2.5

Mardin

28.57

79

77

77

79

6

78

80

9.9

Muğla

29.31

20

6

5

37

80

3

44

2

Tunceli/Dersim

11.69

49

67

2

36

63

50

50

7.3

Van

30.03

76

79

79

62

12

81

76

7.5

Bir başka deyişle, İstanbul, Ankara, İzmir gibi kozmopolit metropoller bir yana bırakılırsa, göreli küçük ve göreli homojen nüfuslu iller arasında, AKP gelişkin olanlardan (Edirne, Kırklareli, Muğla) ve en az gelişmiş ileri barındıran Kürt coğrafyasından rağbet görmüyor. Benzer bir tablo iller bazında da ortaya çıkıyor; İstanbul’un “zengin/müreffeh” ilçeleri (Beşiktaş, Kadıköy, Bakırköy) seçimlerde tercihini CHP’den, Alevî ve/veya Kürt yoksulların yaşadığı mahallelerde CHP ve HDP öne çıkıyor. (Tipik örnek, yoğun bir Alevî ve Kürt nüfusu barındıran, İstanbul’un yoksul semtlerinden Sarıgazi…) Buna karşılık AKP kentin saçaklarındaki, gecekondudan dönüşmüş, az ve/veya orta gelişmiş ilçelerde öne çıkıyor: Bağcılar, Esenler, Çekmeköy, Sultanbeyli…

Seçim sonuçları haritaları, AKP’nin oylarını bir çuval un, birkaç kilo kömür, bir koli makarna karşılığı satan en yoksullardan aldığı yolundaki yaygın kanıyı açığa düşürüyor. Hiç kuşku yok ki yoksullar, özellikle de Sünnî-Türk yoksullar arasında AKP’ye destek var; bir bakıma yoksulluk etnik-dinsel temelde bölünmüş durumda.

Ancak AKP seçmeninin ana gövdesini, Turgut Özal’ın deyişiyle “orta direk” (moda deyişle “orta sınıf”) oluşturuyor. Yaşamları bir kuşak içerisinde hızlı bir değişime uğramış, kentlileşmiş, tırmanmakta olan, daha doğrusu “tırmanma” yanılsamasını yaşayan 15-20 yıl öncesinin gecekonduluları, kenar mahallelileri... “Tırmanma yanılsaması” dedim; gecekondu mahallesinden dönüşmüş yaşam ortamlarında son yıllarda dikilen yer alan ışıltılı AVM’ler, caddelerinden geçen akıllı otobüsler, hemen köşebaşına açılan hastanenin albenisi akıllarını alıyor. Seyyar satıcılıktan, kapıcılıktan, inşaat işçiliğinden Office boy’luğa terfi etmiş kocaların göreli genişleyen maddi imkânları, kadınlarına artık mahallelerindeki AVM’de açılmış olan Madame Coco’dan; Mudo’dan alışveriş yapma ihtimalini tahayyül etmelerine olanak veriyor. Kredi kartı kullanıyor, ışıltılı vitrinleri seyrediyor, reklamlarını gördükleri markaları karşılaştırabiliyor, rahatsızlandıklarında neredeyse her köşe başında açılmış hastanelerde alıyorlar soluğu. Oğullarını -en azından liseyi bitirtip- özel güvenlik yapmayı, kızlarını polisle, astsubayla evlendirme hayali kuruyorlar. Yazın, Akçay’da, Erdek’te tatil yapıyor, hafta sonları sıcaktan bunaldıklarında mangallarıyla piknik alanlarına, sahillere koşuyorlar. Onlar Fakir Baykurt romanlarındaki yoksul köylülerin çocukları; çocuklukları Bekir Yıldız öykülerindeki gecekondularda geçti. Şimdi kendilerini “orta sınıf” olarak görüyorlar. İmrenerek, arzulayarak, ama erişemeyerek yetiştikleri için olsa gerek, yoksulluğa, yoksunluğa dair her şeyden nefret ediyorlar.

Ama “zenginlerden” de… Hayır, sahip olmak istedikleri, imrendikleri her şeye, hatta daha fazlasına sahip oldukları için değil. “Zenginler” tarafından aşağılandıklarını, dışlandıklarını, küçümsendiklerini hissettikleri için.

Bu ülkede zenginlik ve yoksulluk, Tanzimat’tan bu yana yalnızca iktisadî, hatta iktisadî-toplumsal değil, aynı zamanda bir kültürel yarılmaya denk düşüyor: Servet merdiveninin tepelerine tırmandıkça “alafranga” yaşam tarzı daha bir değer kazanıyor. Reşat Nuri Güntekin romanlarından 1960-70’lerin Yeşilçam filmlerine dek sinmiş bir klişe bu: zenginler yalılarda, villalarda oturur, viskinin, şampanyanın su gibi aktığı partiler verir, kadınları açık saçık giyinir, canlarının istediğiyle sevişir. Kadın-erkek hepsi halkın değerlerine tepeden bakar… Yoksullar gecekondularda oturur, ağırbaşlı, dindar, ahlâklıdırlar; kadınları mutaassıp giyinir, sadık eş, fedakâr analardır…

AKP, yoksulların zihinlerinde birikmiş bu klişeler çökeltisini mükemmel bir propaganda aracına dönüştürmesini bildi. Kabul etmek gerekir ki, “kodaman”ları ülkenin nihaî olarak “Batılılaşma” idealini paylaşan geleneksel sağ partilerden çok daha başarılıydı bu konuda. Yalnızca orta Anadolu Sünnîlerine çok cazip gelen partisinin (siyasal) İslâmcı retoriğiyle değil. Aynı zamanda, vasat bir dindarlıkla, tek parti döneminden bu yana CHP ile özdeşleştirilen elitizme tepki ve Tanzimat’tan bu yana alt sınıflarda süregelen “alafrangalık” nefretini birbirine katıştırarak tabanını ortak bir “biz”lik duygusunda birleştirecek bir çimentoya dönüştürdü. “Biz” çalışkan, çilekeş, milliyetçi-maneviyatçı mazlumlardık. “Cehape” bizi tarihimizden koparmış, alafrangalaşmaya zorlamış, camilerimizi ahıra dönüştürmüştü… “Onların” çocukları, Geziciler camide içki içmiş, Dolmabahçe’de “başörtülü bacı”ya saldırmış, “faiz lobisi” doları ise yükselterek milleti fakirleştirmişti. Yöneticilerimizin bizi yüzyıldır benzetmeye çalıştığı Batı bizim gelişmemizi, zenginleşmemizi istemiyor, her hamlemize taş koyuyordu… 

Ancak yalnızca ezilmişlik duygusu değil, aynı zamanda müthiş bir özgüven: Biz yedi cihana hâkim olmuş bir imparatorluğun torunları, yeryüzünün tek sahih dininin mensuplarıydık. Bir kez ehil elleri iş başına getirip iç ve dış düşmanları alt edersek yapamayacağımız iş yoktu: dünyaya kafa tutar, gökdelenleri diker, kendi uçağımızı imal eder, uzaya duble yol bile yapardık! Tek yapmamız gereken, imanımıza sarılıp içimizden biri, “biz”den olan, “biz”i anlayan Reis’e güvenmekti…

Bu “özgüven” yalnızca kolektif değil, aynı zamanda bireysel düzlemde de tezahür ediyordu. Kırk yıllık yoksul ve yoksun yaşam alanlarının, mütevazı mahallelerinin, bir anda AVM’ler, ışıltılı dükkânlar, hastanelerle donandığını gören kent yoksunları, yaşam standartlarındaki (çoğunlukla alım güçlerindeki bir iyileşmeye denk düşmeyen) bu “parlaklaşmayı” AKP (ama daha çok da) Reis ile özdeşleştiriyordu. Bu özdeşlik ise yakın geçmişteki ezilmişliklerine ve onun “müsebbiplerine” karşı öfkelerinde sınıfsaldan çok “kimliksel” bir veçhe kazandırıyordu. Çünkü bu kez dümende “içlerinden biri”, İmam-Hatip çıkışlı, karısı, kızları örtülü, namazında-niyazında, cemaatine imamlık yapabilen, gençliğinde top koşturmuş, gerektiğinde ağzını bozan, “harbî” bir “uzun adam” vardı. Üniversite diplomasının olmaması umurlarında değildi, hatta bu durum onu kendilerine daha çok yaklaştırıyordu (bu toplumun yüzde 89’unun üniversite diploması yok); çalıp çırptığına dair söylentiler, bir kulaklarından girip diğerinden çıkıyordu (ne de olsa “bal tutan parmak yalardı”, ve de “adam çalışıyor”du…), söylediği yalanlar onların hayallerine denk düştüğü ölçüde rahatsız edici değildi; lükse belenmiş yaşamı, kendine yaptırdığı saraylar, altın kaplama yemek takımları, kuş sütü eksik ziyafetler, bıldırcın yumurtalı kahvaltılar… Nihayetinde “bizden birinin” başarısıydı: Keloğlan’ın peri padişahının kızını tavlayıp saraya girmesine kim kızabilir ki… Yeter ki “uzayan kol, bizden olsun”!) Özetle Reis’te “entel takımı”nı rahatsız eden ne varsa, onların kabulleriydi… Yalnızca kabulleri değil, entellerle, seçkinlerle, “laiklerle” “hesaplaşmaları”nın bir aracı… Çünkü onlar “Reis’le birlikte bugüne dek dış kapısında tutuldukları devletin üst katlarına dek yükselmişler, “muteber vatandaşlar” olmuşlardı. En azından kendilerini öyle hissediyorlardı. “Yukarıdakiler” kendilerindendi; dilleri onların dili, ufukları, arzuları, özlemleri onların özlemleriydi: heimlich… “Reis” ya da çevresi, o güne kadar kendilerine “tepeden bakan” “mürekkep yalamış”lara hadlerini bildirdikçe onların yüreği soğuyordu.

Yaşadığımız iktisadi zulme, krizlere, yoksullaşma-yoksunlaşmaya, işçi-kadın cinayetlerine, yolsuzluklara, ülkenin bir baskı ve korku iklimine belenmiş olmasına, hileye-hurdaya, yalana-dolana rağmen, anketlerde AKP’nin “Reis”ine yönelik desteğin yüzde 50 dolaylarında kilitlenmesinin ve AKP’den kitlesel kopuşların gerçekleşmemesinin nedeni, bu “özdeşleşim” duygusu olsa gerek.

Velhasıl, “Reis” Türkiye’nin “vasat”ının, Anadolu’nun ortasının, son 30-40 yılda kırlardan kentlere, gecekondulardan merkeze taşınanlarının (olabildiği) kadarıyla “başarı” öyküsü. Onların “mağduriyet”lerini sahiplenmesi (“bu Cehape var ya, bu Cehape, bize süpürge sapından ekmek yedirdi, camileri ahıra çevirdi, tek parti döneminde 70 kişilik sınıflarda okudum, kızlarım başları örtülü olduğu için okula alınmadı, camide içki içtiler…”) salt “palavra”dan ibaret değil. Bu kesimlerin kolektif belleklerinde birikmiş sembolleri uyarıp, “onlar”a (elitler, bürokratlar, monşerler, enteller, Batı hayranları…) karşı (kültürel bir) “biz”lik duygusunu pekiştirme girişimi… Son derece bilinçli

Bu “bizlik” duygusunun kendini kitlesel ve/fakat tehlikede hissettiğinde neler yapabileceğine Alman faşizminin tarihi tanıktır. Polarize toplumlarda durumundan hoşnut, kendini liderle özdeşleştirmiş, muarızının melanet ve ihanetine inandırılmış yığınlar, en feci suçların dölyatağı olabilir. Dilerim ki AKP tabanında dolaşımda olan eli silahlı cengaver görüntüleri, silah deposu resimleri, “kan banyosu” söylemleri, kof bir böbürlenmeden, karşılıksız bir kostaklanmadan ibarettir.

Ancak yine de, sosyalistlerin, devrimcilerin işi salt “demokratik tecelli”ye, “dipten gelen dalga” öforisine, “şenlikli muhalefet” söylemlerine bırakmayıp, en şom olasılıklara hazırlıklı olmasında yarar var.

18 Haziran 2018 15:50:09, İstanbul.

N O T L A R

[*] Newroz, Haziran 2018…

[1] Max Weber.

[2] “Metal İş Sendikası Sınıf Araştırmaları Merkezi’nin (BİSAM) verilerine göre son 13 yılda teknoloji ürünlerinde alım gücü artarken, beslenme gibi temel harcama kalemlerinde azaldı.

Merkezin açıkladığı rapora göre TÜİK Madde Fiyatları üzerinden son 13 yıldaki fiyat hareketleri incelenerek, yurttaşların enflasyon karşısındaki alım gücü hesaplandı.

En ciddi alım gücü kaybı yüzde 41 ile beyaz peynir, yüzde 36 ile zeytinyağı, yüzde 26 ile kira, yüzde 23 ile dana eti, yüzde 19 ile yumurta, yüzde 18 ile ekmek ve yüzde 16 ile domateste.

Buna karşılık alım gücü fotoğraf makinesi için üç kat, bilgisayarda da iki kat artarken, uçak bileti için alım gücü artışı yüzde 61, süt için yüzde 35, patates için yüzde 16 oranında.” ( “Son 13 Yılda Alım Gücü Beyaz Peynir, Ekmek, Kira Gibi Kalemlerde Azaldı”, Diken, 5 Aralık 2016, http://www.diken.com.tr/son-13-yilda-alim-gucu-beyaz-peynir-ekmek-kira-gibi-kalemlerde-azaldi/) Bu ne anlama mı geliyor? Toplumun en yoksul kesimlerinin alım gücü AKP iktidarı boyunca muntazaman düşerken, üst katmanlarda bir bollaşma yaşanmış. Nitekim “havuz”culardan Ergun Babahan da Star’da hayretini gizlemiyor: "zenginleştirdikleri AKP’nin karşısında; yoksullaştırdıkları destekçisi…” (http://www.islamvehayat.com/m/-zenginlestirdikleri-akp-nin-karsisinda-yoksullastirdiklari-destekcisi-_d4911.html)

[3] Değerler “Türkiye’nin Yaşanabilir İlleri” (Sabah, 07.09.2010 https://www.sabah.com.tr/galeri/turkiye/turkiyenin_yasanilabilir_illeri) ‘nden derlenmiştir.

[4] Değerler “Türkiye’nin Yaşanabilir İlleri” (Sabah, 07.09.2010 https://www.sabah.com.tr/galeri/turkiye/turkiyenin_yasanilabilir_illeri) ‘nden derlenmiştir. AKP’nin Kasım 2015 seçimlerinde en düşük oyu (% 11.11) aldığı il olan Şırnak bu sıralamada yer almamaktadır