Bir dil o dili kullanan insanların olaylar, olgular durumlar karşısındaki reaksiyonunu ele verir. Bu haliyle dil kendisini kullanan insanların yani toplumun nabzıdır. Dili iyi dinleyip doğru anladığınızda, o dilde konuşan insanların da nabzını elinize almışsınız demektir.
Türkçe'yi kendimi bildiğimden beri iyi kullanırım. Ve bu yüzden iddia ediyorum ki bu dili kullanan insanların nabzını da elimde tutuyorum. Bu satırları okurken ukalalık ettiğimi lütfen düşünmeyin. Konuştuğunuz dili aynı zamanda iyi dinleyip-anlamaya çalıştığınızda göreceksiniz ki, hakikaten aynı nabzı siz de elinize almışsınız.
Önceki gün internet gazetelerinde yayınlanan bir haber okudum. Haberde kullanılan başlıklar özetle Neve Şalom sinagogu önünde yapılan bir basın açıklamasından bahsediyordu. Eldeki metin okunduktan sonra „eylem yapan“ kalabalık, sinagogu taşlayıp, kapısını tekmeledikten sonra „eylem alanından“ uzaklaşmış. Daha başlıkları okur okumaz reaksiyonum, yani dilimden dökülen ilk üç kelime şuydu: „Gücü gücü yetene…!“ Yani toplumun nabzının yine sağda attığını -bir kez daha- tespit etmek zor olmadı.
Ne demek bu? Türkçe bir ifade. Ama öyle bir ifade ki, dile hakim olan her insanın aynı şekilde anlayacağı bir şey var içinde. Yanlış anlama payı, çift ya da çok manalı olma hali yok. Çünkü her deyim gibi bu deyim de yüzyılların tarihsel ve toplumsal tecrübesinden süzülüp gelmiş, dilin orta yerine yerleşmiş durumda.
Dilbilgisel açıdan:
„Gücü gücü yetene…“ Şimdi bu sözü dilbilgisindeki kuralların yardımıyla, noktasından virgülüne kadar açıp inceleyelim. Bakalım ne çıkacak?
Güçten bahsedildiği kesin. Gizli bir özne var; o da „güçlü olan“. Belirtili nesne o güçlü olan gizli öznenin „gücünün yettiği kişi ya da kişiler“. Yapılan iş-eylem gücün yetmesiyle ilgili, ama ne olduğu tam belli değil. Zaten belli olmasın diye de üç noktayla özetlenmiş. Şimdi bu deyimi bu haliyle Türkçe konuşan herhangi birine söyleyin, üç noktayla ne kastedildiğini hemen anlar. Çünkü;
„Gücü gücü yetene...“ ifadesi sabitlenmiş bir ezikliğin ve onun karşısında mutlak hale gelmiş bir haksızlığın ifadesidir.
- Neden?
Türkiye'de güçlü olan güçsüzü ezer de ondan. Üstelik güçlü olanın ezmesi yüzyıllardan beri alışılan bir durum olduğundan, meşru sayılır. Çünkü zayıf olanın, -herkesten daha çok vergi verdiği, hizmet ettiği, kurallarına yine herkesten daha çok riayet ettiği, parmağını kesse bile acı hissetmediği- „devlet baba“ tarafından korunması//kollanması//gözetilmesi gerekirken, bu yapılmaz. Tam tersine „Devlet baba“ da zayıfı ezer, tehcir eder, tahrip eder ve hatta imha eder. Tabi bi de o imhadan tesadüf eseri kurtulup sağ kalanlar varsa, onları da asimile eder. Eğer yeterince asimile edemediyse „kılıç artığı“ „balta artığı“ ya da „gavur“ diyerek düşman ilan eder.
Dilbilgisi bir yana, toplumsal ve tarihsel arka planını düşündüğümüzde, „Gücü gücü yetene...“ ifadesi sadece bir deyim değil, aynı zamanda devlet yönetim biçimidir.
„Güçlü“´nün Yönetim Biçimi
Devlet ta Osmanlı'dan beri o coğrafyadaki kültürler arasında etnik kökene, dile, dine, fikre ve eyleme göre ayrım yaparak, insanların bir bölümünü hakim ve güçlü, geriye kalanları ezik ve güçsüz bir şekilde yönettiği için bu deyim bu dile yerleşmiştir.
İşte yukarda ısrarla iddia ettiğim nabız tutmak meselesi de burada önem kazanıyor. Şimdi sözü edilen haberi baz alıp bir soyutlama yapmaya çalışalım.
İsrail devletinin Mescid-i Aksa'da uyguladığı „ibadeti engelleme“ girişimine karşılık, İstanbul´da Alperen Ocakları adı altında toplanan bir grup Neve Şalom sinagogu önünde basın açıklaması yaparak sözde İsrail devletini protesto etmiş. Açıklama metninin tamamı değilse bile bir bölümü şu şekilde haberlere yansıyor:
„Uzun zamandan beri Mescid- i Aksa’da terörist devlet İsrail kardeşlerimize zulüm yapmaktadır. Uzun yıllardan bu zamana kadar İsrail Mescid-i Aksa’da cuma namazı kılınmasını yasaklamıştır. Sadece yasaklamakla kalmamış, mabedimizin girişlerine x-ray cihazları koyarak, Filistinli kardeşlerimizi taciz etmektedir. Kardeşlerimiz Mescid-i Aksa’da ibadetlerini yapamamaktadır. Bu din, inanç, ibadet özgürlüğüne ipotek koymaktır… Siyonistler aklını başına alsınlar. Bizim kardeşlerimizin ibadet özgürlüğünü engellemesinler. Nasıl orada bizim ibadet özgürlüğümüzü engelliyorsanız, biz de sizin burada ibadet özgürlüğünüzü engelleriz. Nasıl bugün burada durduysak, yarın da geliriz. Buradan içeriye giremezsiniz. ”
Bu metinde ilk satırlarda güncel durum hakkında bilgi verilirken, İsrail devletinin „haksız“ bir uygulamasından bahsediliyor ve özetle deniyor ki, „Bu haksızlık ortadan kalkmazsa biz de burada sizin dininize mensup olan öteki insanlara haksızlık ederiz.“
Bu haliyle metnin içeriksel bir tutarsızlığa sahip olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çünkü „terörist“ İsrail devletinin ta İsrail´de yaptığı bir işin faturası, İstanbul'da TC vatandaşı olan -zaten malum sebepler yüzünden dezavantajli durumdaki- sıradan Yahudi vatandaşa kesiliyor. Peki buna gerek var mı? Başka bir deyişle; İstanbul'da yaşayan bir avuç Yahudi vatandaş bu faturayı ödeyebilecek güce sahip mi? -Değil... Bu da tıpkı Ermeni vatandaşların 1915´te birinci dünya savaşının faturasını ödemeye zorlanması gibi bir şey...
İki durum kapsamı ve sonucu bakımından elbette kıyaslanamaz. Ama iki durumdaki zihniyet, taraflar ve tarafların güç dengesindeki ağırlığı aynı.
Devrik Cümle
Şimdi ben haberi okuyup, „Gücü gücü yetene...“ diye nabzın sağdan attığını tespit ettikten sonra aklıma şu geldi. Aslında etnik kimliğinden, dilinden, dininden, fikrinden ve eyleminden dolayı dezavantajlı olan insanların sayısı daha fazla diye düşündüm. Üstelik bu insanlar hayatın içerisinde hayatı çekip çevirecek yeteneğe, bilgiye ve tecrübeye de sahipler. Bu böyle olduğu halde, hakim olan güç uygulayıp „güçsüz” durumdaki insanların hayat alanına müdahale ediyorsa, bu cümle devrik demektir. Cümleyi kurallı hale çevirmek gerekirse, sanırım o da şöyle olabilir: „Kimsenin kimseye gücü yetmesin.“
Çünkü insanların etnizite, dil, din ve cinsiyetine bakılmaksızın eşit haklara sahip olması gerekir. O zaman dünyada denge de sağlanabilir.
Köln, 25.07.2017