“Gerçek hiçbir yalana
benzemeyen bir şeydir.”[2]
12 Eylül 1980’i öfkeyle, acılarla yaşadım ve yazdım;[3] Ertuğrul Mavioğlu’nun, -İrfan Çelik’ten söz eden- ifadelerindeki üzere:
“12 Eylül benim için öncelikle yan hücrede ölen arkadaştır. Sonra işkence sesleri arttı, hepsi kulaklarımızda birleşti ve 12 Eylül benim için kocaman, acı dolu bir çığlık oldu…”[4]
12 Eylül’ün devrimini yürütemeyen proletarya (ve müttefiklerine) karşı burjuvazinin kestiği bir ceza, terörist zulüm, vahşet olduğunun altını özenle çizmem gerek.
Hayır; kesinlikle 12 Eylül’ün de, katillerinin de mazur görülebilecek hiçbir yanı yoktur. “Ben, bütün samimiyetim ve iç huzurumla, Kenan Evren için ‘Allah rahmet eylesin’ diyorum”[5] ifadesiyle Ertuğrul Özkök ya da “Ölülerinizin arkasından kötü konuşmayın hikmetine inandığım gibi, bugün Evren’e hakaret ederek demokratlık gösterisi yapmayı da doğru bulmam,”[6] satırlarıyla Taha Akyol vb’leri ne düşünür, ne derse desinler!
“Nasıl” mı?
“Ertuğrul Özkök, ‘Diktatörün ölümü’ manşetiyle çıkan ‘Cumhuriyet’in Yayın Yönetmeni’ne çektiği mesajda manşeti beğenmediğini ifade etti. Haklıdır. Korkularını sona erdiren darbenin liderine duyduğu sempati zedelendi çünkü. Sanıyor ki manşette yalnızca darbeciye duyulan öfke var. Hayır. O manşet bir tarihin özetidir.
Çünkü yıllar sonra şöyle yazacaktır: ‘12 Eylül sabahı ilk duygum şuydu: ‘Oh... Allah’ım, hayatımız kurtuldu...’ İki dakika sonra kendimi şöyle konuşurken buldum: ‘Sen solcu ve demokrat bir insansın. Askeri darbe için nasıl böyle bir şey düşünebilirsin!..’ İki dakika sonra içimdeki ses yine hâkim oldu:
‘Ailem, arkadaşlarım, ülkem kurtuldu...’ Evet... En samimi hissiyatım buydu...’ Samimi olduğu kesindir. Ailesi de kurtulmuş olabilir, ama yanılıyor; arkadaşları ve ülkesi kurtulmamıştı”![7]
Ertuğrul Özkök ile vb’leri görmezden gelse de “Darbenin Kabaca Bilançosu” şuydu:
- 650 bin kişi gözaltına alındı...
- 1 milyon 683 bin kişi fişlendi...
- Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı...
- 71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı...
- 98 bin 404 kişi “örgüt üyesi olmak” suçundan yargılandı...
- 7 bin kişi için idam cezası istendi...
- 517 kişiye idam cezası verildi...
- Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı...
- İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderildi...
- - Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi...
- 171 kişinin “işkenceden öldüğü” belgelendi...
- 14 kişi açlık grevinde öldü...
- 16 kişi “kaçarken” vuruldu...
- 95 kişi “çatışmada” öldü...
- 73 kişiye “doğal ölüm raporu” verildi...
- 43 kişinin “intihar ettiği” bildirildi...
- 388 bin kişiye pasaport verilmedi...
- 30 bin kişi “sakıncalı” olduğu için işten atıldı...
- 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı...
- 30 bin kişi “siyasi mülteci” olarak yurtdışına gitti...
- 937 film “sakıncalı” bulunduğu için yasaklandı...
- 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu...
- 3 bin 854 öğretmen, 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi...
- 400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi...
- Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi...
- 31 gazeteci cezaevine girdi...
- 300 gazeteci saldırıya uğradı...
- 3 gazeteci silahla öldürüldü...
- Gazeteler 300 gün yayın yapamadı...
- 13 büyük gazete için 303 dava açıldı...
- 39 ton gazete ve dergi imha edildi...
- Belediye başkanları görevden alındı, yerine sıkıyönetim atama yaptı...[8]
Bunlar (ve daha da fazlası) yapılırken direksiyonda kapitalizm adına diktatör Kenan Evren vardı!
GEÇ(ME)MİŞ 12 EYLÜL
“12 Eylül askeri darbesinin, bu ülkenin Cumhuriyetten 1980’e kadar kazanımlarını geriye çevirme operasyonu”[9] olarak sunmaya kalkışanları ciddiye almayıp; devrimini yürütemeyen proletarya (ve müttefiklerinin) kefareti olduğunu akıldan çıkarmadan; darbenin tekelci kapitalizmin “toplumu hizaya getirme”ye yönelik zorbalığının ve sermayenin yeniden yapılandırılması kararının eseri olduğunun altını defalarca çizmekte yarar vardır.
Kaldı ki, bugünlerde anti-demokratik ne varsa temel dayanağını kapitalist 12 Eylül zihniyetinde bulmaktadır.
Bir an düşünün: 12 Eylül neydi? Cuntacı generaller neyi hedefliyordu? Soruları çoğaltmak mümkün; ama önemli olan, bugünlerde hâlâ etkisini sürdürmesidir…
ABD Başkanı Jimmy Carter’a, “Bizim çocuklar yaptı/ Our boys have done it” cümlesiyle duyurulan 12 Eylül’ün ABD’ci bir darbe ya da emperyalist uşaklık olduğu açıktır.
Ayrıca TİSK Başkanı Halit Narin’in “Bugüne kadar işçiler güldü şimdi sıra bizde” sözü ise 12 Eylül darbesinin sınıfsal karakterini çok net bir biçimde ortaya koymaktadır.
Kaldı ki 24 Ocak Kararları’yla emperyalist-kapitalist sisteme entegre olmak için gündeme getirilen ekonomi politika, burjuvazinin taleplerinin en özlü ifadesiydi de!
Ve elbette 24 Ocak Kararları’nı 12 Eylül olmasaydı hayata geçirmek mümkün olmayacaktı. Darbenin işçi sınıfının bütün kazanımlarını ortadan kaldırması, halkın bütün örgütlü yapılarını baskı ve zulümle dağıtması sermaye sınıfının yüzünün güldüğü bir rejimin de kapısını aralamıştı.
Ayrıca 12 Eylül’ü karakterize eden bir diğer “hikmet” ise, MHP Genel Başkan Yardımcısı Agah Oktay Güner’in yargılandığı mahkemede, “Fikirlerinin iktidarda olduğunu ama kendilerinin hapiste olduğu” vurgusuydu!
Hayır 12 Eylül konjonktürel değil, yapısaldı/ kalıcıydı; tam da -Mamak Zindanı’nda katledilen İlhan Erdost’un eşi- Gül Erdost’un net ifadesindeki üzere:
“Bugün ülkemizde yıllar önceki tablo hiç değişmedi. Şekil değiştirdi sadece. Yine sivil darbeler, yine olağanüstü hâller, iç güvenlik yasası adı altında gözaltılar, tutuklamalar, hukuk devleti görünümünde hukuksuzluk devam ediyor; öldürülenler o gün öldürülenlere benziyor, öldürenler de aynı...”[10]
Kimsenin inkâr ettiği yok! Nuray Mert’in, “Bin bir kılıkta sürer,”[11] notunu düştüğü “12 Eylülcülük iktidarda”;[12] “Evren öldü eseri ayakta”;[13] “12 Eylül rejiminin bırakın kalıntılarını, ana direkleri hâlâ ayakta… 12 Eylül rejimi, Cumhurbaşkanı’na parlamenter sistemde olmaması gereken olağanüstü yetkiler vermişti ki “rejimi” koruyabilsin. AKP, bunu değiştirmeyi vaat ettiği hâlde dokunmadı, 7 yıl Abdullah Gül’ün, son bir yıl da Recep Tayyip Erdoğan’ın bu yetkileri tepe tepe kullanmasından mutlu oldu. Bu da yetmedi, daha fazla yetki vermeye çalışıyor… Ama bir gerçek gün ışığı gibi ortada duruyor: AKP, 12 Eylül rejiminin millet iradesi üzerine koyduğu vesayet kurumlarından yararlanmakta kendisinden öncekilerle yarışıyor!”[14]
Mustafa Sönmez’in, “Evren’in mirasına AKP’den rahmet” okunurken;[15] “12 Eylül’cü kuşak AKP ile iktidarda”[16] saptamalarıyla “Eğer Kenan Evren ve Tayyip Erdoğan kişilikleri karşılaştırılıp hangisi daha fazla otoriter bir kişiliğe sahiptir diye sorulursa, ne cevap verilir biz de merak ediyoruz?”[17] sorusu da ortadaydı…
Hasılı, “Kenan gitti amenna, ama Kenanizm sürüyor. Kenan önemli değil, Kenanizm önemli”ydi.[18]
Evet “Kenan Evren’in ölümü ile 12 Eylül devri kapanmadı… 12 Eylül’ün siyasal felsefesiyle özünde örtüşen bir otoriter güç yoğunlaşmasını AKP iktidarı yeniden tahkim ediyor…
12 Eylül darbesi hem NATO-Varşova Paktı çatışma hattındaki ‘Soğuk Savaş’la ilintili darbe ve hem de 1980 sonrası egemen olan neo-liberal dalganın çevre ülkelere dayattığı otoriter piyasacılığının örneklerinden biriydi.
TİSK, MESS, TÜSİAD gibi işveren örgütleri darbe ortamını destekleyen girişimlerde bulundular. Darbe sonrasında geniş bir sermaye dostu çevre 12 Eylül cuntasını alkışladı. Yeni muktedirlerin emrine girme yarışı başladı.
Bu bağlamda 12 Eylül darbesini irdelerken, sadece 11 Eylül 1980 koşullarına takılıp kalmak yanlıştır. Çünkü 12 Eylül’ün tabanında yer alan 24 Ocak kararları olduğuna göre, 24 Ocak 1980 koşullarına bakmak gerekir.
24 Ocak 1980 kararlarını kavradığınız zaman darbenin tekelci kapitalist karakterine mündemiç her şey bütün açıklığıyla ortaya çıkar.
Söz konusu büyük değişimin, dönüşümün, 1980 Türkiye’sinde baskı olmadan gerçekleşmesi, yaşama geçmesi güç, hatta olanaksızdı.
Bu dönüşümün sağlanması ve “Kürt Sorunu”nun bastırılması için bir diktatörlüğe ihtiyaç vardı.
İşte tam da bunun için 24 Ocak 1980 kararları, 12 Eylül diktasının can suyu oldu.
DARBENİN EVVELİYATI
12 Mart Muhtırası’nı değerlendiren uzmanlar, “Bu muhtıra 12 Eylül’ün öncüsüydü” derken[19] önemli bir hakikâtin altını çizmişlerdi. Yani 12 Mart 1971’de eksik kalanlar 12 Eylül ile tamamlandı.
24 Ocak Kararları, 12 Eylül’ün ekonomik önceliyken; işçi sınıfına, emekçilere, aydınlara, devrimcilere Kürtlere, Alevîlere karşı -kapitalist beslemesi- faşist saldırganlık da siyasal veçheyi oluşturuyordu…
12 Eylül Darbesi’nin zeminini hazırlamak için 1977 1 Mayıs’ında Taksim’de işçi/ devrimci kanı döküldü; Çorum, Maraş, Bahçelievler,[20] Beyazıt Katliamları’na imza atıldı!
16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi’nden toplu çıkış yapan öğrencilerin üzerine atılan bomba ile 7 devrimci öldürüldü; birbirinden kopukmuş gibi gözüken, birçok noktada kurulmuş tuzak aynı anda yaşandı.
Çapa Öğretmen Okulu’nun yanındaki lojmanından çıkan Birinci Şube’nin işkenceci âmiri Uğur Gür silahlı pusuda yaralandı. Ekiplerin tümü, 08.20’de silahlarını ateşleyen üç kişinin peşine düşmüşlerdi. O güne ilişkin sayısız tuzaklardan biri de Kadıköy Ticaret Lisesi’ndeydi. Okulu basanlar bir lise öğrencisini, Mehmet Nuri Ayyıldız’ı gözlerini kırpmadan öldürüyorlardı.
16 Mart sabahı için birileri düğmeye basmıştı. Çünkü İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde de benzer saldırılar gerçekleşiyordu. Öğrencilere hem ülkücüler, hem polis saldırıyordu; direnenler gözaltına alınıyordu.
Avukat Nejat Kangal “12 Eylül Darbesi’ne giden yol o katliamla açıldı,”[21] notunu düştüğü katliamın davası, tüm delillere rağmen zamanaşımından düşürüldü;[22] 16 Mart Katliamı davası avukatlarından Cem Alptekin, “Devlet kendi suç örgütünün ortaya çıkartılmasını engellemek için elinden geleni yaptı, sonuçta devletin bekası bu sürecin önünü kesmek için elinden gelen gayreti gösterdi,”[23] ifadesindeki üzere!
Sonrası hızla devreye girdi:
15 Haziran 1977’de Doç. Orhan Yavuz, Erzurum’da…
24 Mart 1978’de Ankara Savcısı Doğan Öz, Ankara’da öldürüldü…[24]
7 Nisan 1978’de Doç. Server Tanilli İstanbul’daki silahlı saldırıda felç oldu…
17-20 Nisan 1978’de devrimcilere, Alevîlere yönelik Malatya Katliamı’nda 8 kişi öldü, 100’lercesi yaralandı …
16 Mayıs 1979’da Ankara’da faşist militanlarca basılan Piyangotepe’deki kahvehanede 7 kişi öldürüldü …
11 Temmuz 1978’de Doç. Bedrettin Cömert, Ankara’da…
8 Ekim 1978’de Türkiye İşçi Partisi üyeleri Latif Can, Efraim Ezgin, Hürcan Gürses, Osman Nuri Uzunlar, Serdar Alten, Faruk Ersan ve Salih Gevence, Ankara’da…
20 Ekim 1978’de Prof. Bedri Karafakioğlu, İstanbul’da öldürüldü…
26 Kasım 1978’de Doç. Necdet Bulut, Trabzon’da saldırıya uğradı, 8 Aralık’ta yaşamını yitirdi…
19-26 Aralık 1978’de Maraş Katliamı yaşandı…
1 Şubat 1979’de Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi, İstanbul’da…
27 Haziran 1979’da CHP üyesi, Neşe Gülersoy, Manisa’da…
10 Eylül 1979’da TİP Adana İl Başkanı Ceyhun Can, Adana’da…
11 Eylül 1979’da Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekan Vekili Prof. Fikret Ünsal, Adana’da…
23 Eylül 1979’da Tarsus Cumhuriyet Savcısı Süreyya Eminsoy, Tarsus’da…
28 Eylül 1979’da Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul, Adana’da…
16 Kasım 1979’da İstanbul TÖB-DER Başkanı ve TKP üyesi Talip Öztürk, İstanbul’da…
20 Kasım 1979’da Prof. Ümit Doğanay, İstanbul’da…
7 Aralık 1979’da Prof. Cavit Orhan Tütengil, İstanbul’da…[25]
3 Şubat 1980’de Yurdakul ailesinin avukatı Halil Güllüoğlu, Adana’da…
11 Nisan 1980’de Yazar Ümit Kaftancıoğlu, İstanbul’da…
3 Mayıs 1980’de CHP Adana İl Başkanı Ahmet Albay, Adana’da…
7 Mayıs 1980’de CHP Kayseri İl Başkanı Mustafa Kulkuloğlu, Kayseri’de…
23 Mayıs 1980’de Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Üyesi Dr. Sevinç Özgüner, İstanbul’da…
17 Haziran 1980’de CHP Nevşehir İl Başkanı Mehmet Zeki Tekiner, Nevşehir’de…
15 Temmuz 1980’de CHP İstanbul Milletvekili Abdurrahman Köksaloğlu, İstanbul’da…
22 Temmuz 1980’da DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler, İstanbul’da… katledildiler!
Mayıs-Temmuz 1980’de Çorum Katliamı gerçekleşti…
“NETEKİM PAŞA”!
Süleyman Demirel yolunu açıp, Bülent Ecevit’in atamasını yaptığı Kenan Evren, 12 Eylül’ün ABD patentli mimarı olması yanında, kifayetsiz muhteris bir diktatördü; kural tanımayan keyfiliğiyle mutlakçı “Tek Adam”dı!
“Nasıl” mı?
Bir gün Kenan Evren, “Başkentin takımı nasıl birinci ligde olmaz” dedi; Ankaragücü’ne sihirli değnek dokundu! Dev rakiplerini birer birer “geçerek”(?!) Türkiye Kupası’nı kazanan başkent ekibi, yasa değişikliği ile I. Ligin yolunu tutuverdi!
Dedik ya, “Nitekim Paşa” bir kifayetsiz muhteristi ve bir de Pablo Picasso’yu beğenmeyen “ressam”dı!
Yine “Nasıl” mı?
1989 yılında cumhurbaşkanlığı görevi hitama eren Kenan Evren sıkıntıdan patlıyordu. Birileri “Paşam resim yapsanıza” deyip kanına girdi…
Hemen kolları sıvadı ve ilk resmini yaptı. 12 Eylül’ün etkisi hâlâ hissedildiğinden bir patron o tabloyu 12 bin dolara satın aldı.
Paşa’nın neyin resmini yaptığı bir anlaşılabilseydi eminim ki o tablo 30 bin dolar bile ederdi. Eksperlere göre Paşamız, yumurtladıktan sonra lohusalık dönemini geçiren bir tavuk tablosu yapmıştı…
Paşamızın ikinci tablosu 14 bin 500 dolara gitti. Yine bir patron gözünü karartıp tabloyu almıştı. Ancak konu yine belirsizdi. Kendi tablolarına müşteri bulamayan ressamlar ileri geri konuşuyordu.
Resim piyasasını tanımaya başlayan Evren Paşa, yaptığı tabloların “Bunu çizmiş, yok şunu çizmiş” tartışmalarına sebep olmaması için tedbir aldı. Eserlerinin altına temalarını yazmaya başladı.
“Anne Sevgisi” adlı tablosu bu sayede 45 bin dolara müşteri buldu.
İş dünyası yeni bir yetenek keşfetmişti. Paşa’nın “Denizli Horozu” temalı tablosunu 40 bin dolara kapatan patron, fırsatçılığı ile ‘The Forbes’ dergisine kapak olmayı hak etmişti.
Bir sonraki mezatta Paşa’nın Atatürk tablosu tam 422 bin dolara satılacaktı. Kenan Paşa’nın yükselişinden etkilenen başka bir patron koşturup, son tabloya 403 bin doları bastırdı.
“Begonvilli Duvar” tablosu piyasayı patlatacaktı. Tam 1.2 milyon dolara gidecek ve Türkiye rekorunu kıracaktı. Bu rakamları duyan Bedri Baykam’ın kulağını kesmeye kalkıştığı söylenir.
Kenan Paşa’nın siyasi etkisinin azalması ile tablolarının ucuzlaması paralel gitmiştir. Fotoğraflarına bakarak çizdiği Katarina Witt ve Hande Ataizi’nin nü tabloları para etmedi.
Paşa’ya yatırım yapan kurnaz bir patron, aşırı kurnazlıktan battı. TMSF onun Evren’den satın aldığı bir tabloyu 600 liraya zor sattı.
Evren’in 2005’teki sergisinin lüks katalogu ise internet üzerinden 14 liraya satışa çıkarıldı. Alan olmadı![26]
“Netekim” bu denli değersiz birisine; 2 Aralık 1982’de İstanbul Üniversitesi Senatosu, Hukuk Fakültesi’nin önerisi doğrultusunda, ‘Fahri Hukuk Doktoru’ ve ‘Fahri Hukuk Profesörü’ unvanı verdi!
Oysa “Netekim”in elinde kim bilir kaç üniversitelinin kanı vardı. En önemlisi hukuku katletmesi yanında “Asmayalım da besleyelim mi?” gaddarlığıyla maruftu!
Bir şey daha: Genelkurmay Başkanlığı’nın mahkemeye gönderdiği belgelere göre, 12 Eylül darbesinden bir yıl önce Kenan Evren ve kuvvet komutanlarının ordu komutanları ile yaptıkları gizli toplantıda[27] darbeyi konuştuklarını deşifre edilirken; ne ilginçtir ki, aynı Genelkurmay, ölümüne ilişkin bir mesajla başsağlığı dileyip; Genelkurmay Başkanlığı internet sitesinin “Vefatlarımız” bölümünde eski komutana “Başımız Sağolsun” denilerek veda etmişti;[28] “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” dedirtircesine…
DEVLET TERÖRÜ!
Siz bakmayın 12 Eylül’ün işkence suçlarına ilişkin soruşturma kapsamında ifade veren dönemin Ankara Emniyet Müdürü Ünal Erkan’ın, “1980 ihtilali döneminde öncesi ve sonrasında görev yaptığım Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı hiçbir birimde kimseye sistematik veya bireysel olarak işkence yapılmamıştır. Ben üstlerimden işkence yapın diye herhangi bir emir almadım ve astlarıma işkence yapın şeklinde emir vermedim. Görevim esnasında da bana görevlilerimin işkence yaptığına dair herhangi bir şikâyet gelmemiştir,”[29] yalanına!
“Devletin “tüm olanaklarını kıyım için seferber ettiler. Kendilerini yüksek maaşlı memur tayin edip, şürekâsına özel araçlar tahsis ettiler, ödenekler aldılar ve dokunulmazlık içinde yaşadılar. Kendi bedeniyle soğuk yatağını henüz ısıtmış gencecik insanları evlerinden aldılar. Gözlerini bağlayıp sorgulama yaptıkları binalarına getirdiler. Korkudan ve açıdan titreyen masum bedenlere işkenceler yaptılar. Yoruldukça başkasına devredip dinlenme odalarına çay ve sigara içmeye çıktılar.” Ekmek de yemişlerdir. İşkence yaptıkları yerde, yemek de pişiriyorlar mıydı yoksa?” diyen Ali Yılmaz’ın verdiği bilgiye göre, 12 Eylül cezaevlerinde 77 kişi işkence, tıbbı ihmal gibi nedenlerle ölmüş. Bunlardan 31’i Diyarbakır cezaevine aitti.[30] Bir de şu: İlk öldürülenlerden biri, İlhan Erdost. 7 Kasım 80’de “ağır biçimde dövülerek öldürülmüştü,” diyen Ali Yılmaz’ın yapıtında, Metris Cezaevi’ndeki işkenceye ilişkin bir alıntı da şöyle:
“Türk askeri dediğini yaptırır. Türk askerine kimse karşı koyamaz. Şimdi önlerinizi ilikleyin, hazır ola geçin, bizi zorla yaptırmaya mecbur bırakmayın. -Önünü ilikle! -Hazır ola geç!”[31]
“Hücrede ilk günümüz bir felaketti. ‘Nazari ve ameli eğitim’ adı altında işkence sürüyordu. Nazari yani teorik eğitim, Kenan Evren’in önsözünü yazdığı ve bize parayla satılan bir İnkılap Tarihi kitabını okumaktı. Bağırarak bir tutuklu tarafından kitaptan bir bölüm okunuyor, metni hepimiz can kulağıyla dinliyor ve daha sonra bu bölümden sorulacak sorulara cevap vermeyi bekliyorduk. Başımızdaki askerlerin bu metinlere hâkim olup bize soru sormaları mümkün olmadığından, bu görev kıdemli tutukluya verilmişti. Sınavı izleyen ‘komutan asker soruyordu: ‘Doğru mu lan kıdemli?’ Eğer kıdemli ‘Hayır’ derse, yeni bir dayak faslı için bahane yaratılmış oluyordu. Ameli yani pratik eğitim ise daracık hücrenin içinde askeri talimdi. Sürekli, ‘Düşmanların kellesini silahımla keserim’ diye başlayan ırkçı askeri marşları söyleyerek, Rap! Rap! yapıyorduk. Bir askerin gün boyunca askeri birlikte yaptıklarını, hücrenin daracık mekânında arada bir inen copları eşliğinde tekrarlıyorduk.”[32]
Bu kadar da değil! 12 Eylül döneminde cezaevlerinde köpekle yapılan işkence yönteminin, 1982’deki Sıkıyönetim Koordinasyon Başkanlığı toplantısında kararlaştırıldığı ortaya çıktı. Toplantıda ayrıca mahkûmların ağır işlerde çalıştırılmasının istendiği de…
Belgeye göre; 29 Nisan 1982’de Genelkurmay karargâhında Sıkıyönetim Koordinasyon Başkanlığı toplantısı yapıldı. Toplantıda, cezaevlerinin durumları ve alınması gereken önlemler tartışılıp 24 sayfalık bir sonuç raporu hazırlandı. Dönemin Genelkurmay 2’nci Başkanı Necdet Öztorun’un imzasıyla “gereği” için tüm devlet kurumlarına gönderilen rapordaki “Özel cezaevlerinde köpek devriyesi ihdası ve köpek kullanılması” başlıklı bölümde çarpıcı ifadeler yer alıyor: “Cezaevleri, jandarma karakol ve koruma birliklerinin devriye hizmetlerinde köpek kullanmaları ve bunları kadrolandırma çalışmalarına devam edilecek. Jandarma Genel Komutanlığı’nca, ıslahı mümkün olmayan hükümlülerin bulunacağı cezaevlerinden başlamak üzere önemli cezaevlerinde köpek kullanılması ve temini hususu bir plan dahilinde ele alınacak ve gerçekleştirilmesi bir an önce sağlanacaktır.”
Raporun, “Hükümlülerin çalıştırılması” başlığı altındaki bu bölümündeyse “Islahı mümkün olmayan hükümlülerin; ağaçlandırma, açık maden ocakları, alt yapı inşaatı, tarım ve orman işletmeleri gibi işyerlerinde jandarma ve gardiyanlar nezaretinde çalıştırılmaları” kararı yer aldı. İyi niyetle çalışanların cezalarının azaltılabileceği ve dereceli olarak daha iyi koşullarda çalışmalarının sağlanmasının istendiği raporda ayrıca “Anarşist ve terörist hükümlülerin çalıştırılması için ayrı prensipler getirilmeli, çalışma kampları kurulmalı, ideolojik eğitime fırsat verilmemeli,” denildi![33]
Ayrıca Genelkurmay Başkanlığı’nın, 12 Eylül darbecilerinin yargılandığı Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdiği belgeler arasında, yakınları cezaevlerinde olan yurttaşların yaşanan işkenceyi anlattıkları dilekçeler de yer alırken; 1984 tarihli bir dilekçede, Diyarbakır Cezaevi’nde yapılan insan pisliği ve ölü fare yedirme, idrar içirme, dayak gibi işkenceler ayrıntılarıyla anlatılıyordu!
24 Ocak 1984 tarihli dilekçe, yaşananları protesto etmek için ölüm orucuna başlayan 50 tutuklu ve hükümlü ailesine adına, Bayram Yıldızhan, İsa Aydın, Ömer Uzun, Abdullah Sana ve Fettah Teselli tarafından imzalanmış. Dönemin başbakanı Turgut Özal’a gönderilen dilekçede cezaevinde yaşanan işkenceler, tutukluların şu satırlarıyla anlatılıyordu:
“Cezaevi idaresinin bizlere uyguladığı işkence, tahammül edilir cinsinden değildir. Her ziyarete gelişiniz, bizim için işkence oluyor. Yemek yerine bize insan pisliğini, ölü fare etini yedirmeye çalışıyorlar. Su yerine idrar içiriyorlar. Yemeğe oturmamızla birlikte copla bizi dağıtmaları bir oluyor. Kaçmaya fırsat bulamayanlar, ölüm derecesinde dövülüyorlar. Soğuktan ölüyoruz. 20 kişilik koğuşa 120 kişi sokuşturmuşlar. Çoğumuz hastayız. Tüberküloza yakalananların sayısı belirsiz”![34]
Bunlara ek olarak darbe sonrası Ankara Emniyeti’nde yaşanan işkencelerin sorumlusunun Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğlu olduğunu söyleyen ‘Devrimci 78’liler Federasyonu’ üyesi Ruşen Sümbüloğlu, Yazıcıoğlu’nun Ankara Emniyeti’ndeki işkenceci grupların kurucusu olduğunu ifade ederek, ayrıca “Cezaevlerini güzel gösterdiği için” gazeteci Yavuz Donat’tan da şikâyetçi oldu.
21 Kasım 2011’de gözaltına alınan Sümbüloğlu, “DAL denilen bir bölüme getirildim. Burada her türlü işkenceden geçtim. Verdikleri ekmeği, yattığımız yer çok soğuk olduğu için başımla beton arasına koydum diye dayak yedim” deyip; kendisiyle aynı anda Ankara Emniyetinde tutulan Satılmış Şahin Dokucu, Zeynel Abidin Ceylan, Hasan Özmen, Behçet Dinlerer’in gördükleri işkence sonucu hayatını kaybettiği vurgusuyla ekledi:
“Ankara Emniyetindeki işkencelerden, o zaman Komiser Kemal olarak tanınan Kemal Yazıcıoğlu ve Komiser Alper isimli kişi sorumludur. İşkenceci grupları Yazıcıoğlu kurmuştur. Komiser Alper isimli kişi Ankara Yenimahalle’ye bağlı Şentepe’de bir eve yaptırmış olduğu baskında 17-19 yaşları arasındaki silahsız 3 gencin ölümünden sorumludur”![35]
Yine Mamak Askeri Cezaevi’nde işkence görenleri Ankara Askeri Mevki Hastanesi’nde tedavi eden doktorlardan Selim Kaptanoğlu, “Bir- çok kişi işkenceden dolayı hastanede tedavi gördü. Sıkıyönetim şartları olduğu için kimse ses çıkaramıyordu” ifadesiyle, Albay Raci Tetik’in “işkence yapmadık” iddialarını da yalanlayıp, “İşkencenin başındaki isim Tetik’ti. İşkenceler 1983’e kadar devam etti,” dedi.[36]
Ve Nimet Tanrıkulu! “1981’in 4 Mayıs’ı, sabaha karşı geldiler... Gayrettepe’de olduğumu sorguda öğrendim... Gözlerimi bağlamadan önce oradaki kalasları, ipleri, manyetoyu gördüm. Beni askıya bağlayıp yukarıya doğru çektiler. Bu Filistin askısıymış. Hiç ilgimin olmadığı şeyleri soruyorlardı. Askıdayken elektrik verdiler.”
“Bedenime dokunmaları bana çok korkunç geldi. Üstümü çıkarmaya çalıştılar. Epey bir itiş kakış oldu... ‘Tiyatrocu karı’ diye bağırıyorlardı. Konuşmuyorum ya, rol yapıyorum sandılar... Beni karanlık bir odaya koydular, benim gibi sorgudan geçmiş, işkenceden kafası gözü yarılmış, ayakları şiş insanlar vardı. Kafamı kaldırdığımda kolu kelepçeyle kaloriferin demirine bağlı, bir battaniyenin üzerinde oturan genç bir adam gördüm. Yakalanırken kurşun yarası almış. Bağırsakları bir poşetin içinde duruyordu. Hastanede olması gerekirken, işkencehanedeydi ve sürekli işkence çığlıkları dinliyordu. Orada içinizi ister istemez bir korku kaplıyor. Kimse ‘korkmadım’ demesin. İşte böyle geçen kırk beş gün...”
“Beş saat sürekli dayak yediğimi hatırlıyorum, artık baygın yatıyorsunuz... Ölümüne tanık olduğum insanlar oldu. Nurettin Yedigöl bunlardan biri. Sonradan öğrendiğime göre cesedini yok etmişler. Bugün adı ‘kayıplar listesi’nde. Sorguda kafasına çivi çakılarak öldürüldü...”
Bunlar Nimet Tanrıkulu’nun işkencede yaşadıkları ve tanıklıklarının 12 Eylül iddianamesine geçen ufak bir bölümü![37]
Sonra; “19 yıl beş ay cezaevinde, altı ay İstanbul, Maraş, Elazığ işkencehanelerinde tutuldum. Bir yıldan uzun süre ölüm orucu ve açlık grevlerinde bulundum. 19 yıl boyunca ailem cezaevi kapılarında ciddi mağduriyetler yaşadı,” diyen 78’liler Girişimi Sözcüsü’ Celalettin Can…
Bir de Ali Ekber Yürek’in 12 Eylül’de Maraş- Afşin’de işkenceyle öldürülmesi… Yürek öğretmen olarak görev yaparken 6 Mayıs 1981 günü Elbistan’da Kayseri Komando Tugayı elemanları tarafından evine yapılan gece baskınıyla gözaltına alınarak 6. Kolordu ve Sıkıyönetim Komutanlığına teslim edildiğinde 24 yaşındaydı.
Maraş’ın Afşin ilçesi YSE binası başta olmak üzere Elbistan, Maraş merkezdeki birçok işkencehanede yaklaşık üç hafta süreyle işkence edilerek 24 Mayıs 1981 günü öldürüldü.
Kardeşi Mehmet Yürek, “26 Mayıs’ta bize parkasının ipiyle kendini hücresinde asmış denilerek ölüsü teslim edildi. İntihar ettiğini söyledikleri hücreyi görmek istedik. Gösterdikleri hücrenin boyu 80-100 cm yüksekliğindeydi. Kardeşimin boyu ise 1,75 cm üzerindeydi,”[38] haykırışı!
Ayrıca 12 Eylül’ün idamlık sanığı Recep Küçükizsiz, “O Nazi kamplarının ünlü doktoru Mengele gibiydi” dediği Prof. Dr. Turan İtil’i işkenceyi sistematik hâle getirmekle itham ederken; İtil hakkındaki ithamlar bununla sınırlı değil. Metris’teki bazı siyasi tutuklulara sahibi olduğu HZİ Vakfı’nda ilaç verdiği, elektroşokla deneyler yaptığı da iddia edildi. Tutukluların tanıklıkları o dönemki bazı muhalif yayınlarda yer aldı. 1985’te ise aynı vakıf bu kez “kobay” kullanmakla suçlandı. Sağlık Bakanlığı ve TBMM inceleme yaptı. Suç bulundu ama ortada bunu engelleyen yasa yok denilerek olay kapatıldı![39]
Sıra üç yılını Mamak Cezaevi’nde geçiren, gözleri bağlı günler süren işkenceler boyunca, çevresindeki seslerden yaşananları ayırt etmeye başladığını anlatan Erdal Dikmen’de; “Zaten öyle bir hâle geliyorsunuz ki, ayak sesinden bile kimin geldiğini anlıyorsunuz,” diyor.
Mamak’tan çıktıktan sonra okuldan ve memurluktan atılan Dikmen, antikacılık işini öğrenip yapmaya başlıyor. Bir gün elinde halılarıyla karşısında beliren Mustafa’yla karşılaşması o zaman. Cismini tanımadığı insanın sesi kulağına tanıdık gelince, “Siyasi şubede polis misiniz?” sorusuna aldığı yanıt: “Evet, nereden biliyorsunuz?” “Ben de oradaydım!” oluyor![40]
Bitmedi!
İsmail Saymaz’ın “Oğlumu Öldürdünüz, Arz Ederim” başlıklı yapıtı, Cengiz Aksakal’ın işkencede öldürülmesine ilişkin 2 yıl 2 ay hapis cezası alıp 5 ay 20 gün tutuklu kalan Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği (TEMAD) Sakarya Şube Başkanı Mecdi Cengiz’le söyleşide, “O dönemler işkence olmuyordu diyemem,”[41] dediğini aktarıyor…
Gerçekten de, darbe döneminde cezaevlerinde yapılan işkencelere ilişkin belgeleri yaklaşık 15 klasör hâlinde Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderen[42] Genelkurmay Başkanlığı, dönemin Sıkıyönetim Mahkemelerinin işleyişine ilişkin çarpıcı detayları ortaya koyarken;
Sıkıyönetim Mahkemeleri’nde “savaş hâli hükümleri” uygulandığını itiraf ediyordu![43]
Tam da bundan ötürü, 12 Eylül darbesi ardından katledilen İlhan Erdost’un kızı Alaz Erdost, “Baba. Bu kadar basit. Ben hiç söylemedim. Konuşmayı yeni öğreniyor gibiyim bugün. Bu yaşımda ‘baba’ demeyi öğreniyorum. Ben hiç ‘baba’ demedim çünkü ben konuşmayı öğrenemeden benim babamı öldürdüler. Bugün babamın ölüm yıldönümü. O 36 yaşında kaldı, ben 42 yaşıma girdim,”[44] demek zorunda bırakılıyordu!
Şunları da tekrar pahasına, aktarmadan geçmeyelim: ‘Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) verilerine göre, darbeden sonraki 5 yılda 400’den fazla insan gözaltında veya cezaevinde öldü.
Darbenin ardından 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. 348 bin kişinin pasaportları iptal edildi. Askeri mahkemelerde açılan 210 bin davada, 230 bin kişi yargılandı.
23 bin 667 dernek etkinlikten alıkonuldu. Siyasi partiler, sendikalar kapatıldı. 30 bin kişi Türkiye’yi terk etmek zorunda bırakıldı. Yılmaz Güney’in 114 filmi olmak üzere, toplam 937 film yasaklandı. Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi. Gazeteler 300 gün süreyle yayın yapamadı.
1980-1984 kesitinde Bakanlar Kurulu kararıyla 927 yayın yasağı getirilmişti. Bu rakam Cumhuriyet tarihinde bir rekordu. Yasaklanan gazeteler arasında popüler günlük gazeteler de vardı. Cumhuriyet 41 gün, Milli Gazete 72, Tercüman 29, Günaydın 17, Milliyet 10, Hürriyet de 7 gün süreyle kapatılmıştı.
Sadece yayın yasakları değil, kitap yakmak gibi belki de ilk sayılabilecek uygulamalar da vuku bulmuştu. Mesela Bilim ve Sosyalizm Yayınlarının 133 bin kitabı Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı emriyle; Halit Refiğ’in Yorgun Savaşçı filmi de dönemin Başbakanı Bülent Ulusu’nun emriyle yakılmıştı. Yakılmaktan kurtulan 39 bin 28 kilo ağırlığına denk gelen kitap, dergi ve gazeteler ise mahkemelerin verdiği müsadere kararı gereğince SEKA’ya gönderilmek suretiyle imha edilmişti.
Bu ortamda gazete sorumlularına ağır cezalar vermek normalleşmişti. Sosyalist gazeteler için bu özellikle böyleydi ki darbe sonrası hükmolunmuş basın cezalarında da bir rekor oluşmuştu. Gazetecilerden; Alaattin Şahin 130 yıl, Ersan Sarıkaya 7,5 yıl, Veli Yılmaz 748 yıl, Osman Taş 661 yıl, Fikret Ulusoydan 66 yıl, İlker Demir 36 yıl, Mete Dalgın 30 yıl, Muhittin Göktaş 7,5 yıl, Remzi Küçükertan 7,5 yıl, Bektaş Erdoğan 36 yıl, İrfan Aşık 17 yıl, Feyzullah Özer 17,5 yıl, Hüseyin Ülgen 12,5 yıl, Ali Rabuş 18 yıl, Erhan Tuskan 123 yıl, Can Deniz Özler 23 yıl 10 ay, Mustafa Çolak 9 yıl 3 ay, Ayhan Erkan 25 yıl, Reşat Güvenilir 29 yıl 9 ay, Güzel Aslaner 146 yıl, Mehmet Çoban 7 yıl 6 ay, Hacı Ali Özler 7,5 yıl hapis cezası almışlardı.[45]
Türkiye, gözaltında kayıp gerçeğiyle de 1980 sonrasında karşılaştı. Cemil Kırbayır, darbenin ertesi günü, Ardahan’ın Göle ilçesindeki evine baskın düzenlenerek gözaltına alındı. İşkencehaneye dönüştürülen Dede Korkut Eğitim Enstitüsü’nde sorgulandı. Öğrencisi olduğu okulda, 8 Ekim 1980’de işkence sonucu öldürüldü. Kendisinden haber almak için bekleyen ailesine “firar etti” denildi. 105 yıllık ömrü boyunca 33 yıl oğlunu arayan Berfo Kırbayır kalmıştı geride...
Yine ilk kayıplardan Hayrettin Eren, 21 Kasım 1980’de İstanbul’da Haşim İşcan geçidinde güvenlik güçlerince gözaltına alındı. Eren ailesi, Karagümrük Karakolu’ndaki gözaltı defterinde Eren’in adını gördü. Aileye, Eren’in Gayrettepe’ye götürüldüğünü söyledi. Otomobilleri de kapıdaydı. Ancak, anne Elmas Eren’e ‘burada yok’ dediler. Daha sonra Karagümrük’teki defterde Eren’in adının yazılı olduğu sayfanın yırtıldığını gördüler. Tanıklar Eren’in ağır işkenceden geçtiğini söylediler.
Hüseyin Morsümbül, 18 Eylül 1980 günü Bingöl merkezdeki evlerinden jandarma ve bir grup sivil tarafından alındı. Bir gün sonra baba Hanefi Morsümbül de alındı. Yoğun işkencelerden geçirildiler. Ertesi gün bırakılan baba Morsümbül, işkencedeyken, polislerden birinin “Hüseyin buradan kaçtı” dediğini, diğer bir polisin de “Yok ya öldürüldü” dediğini duydu. 1980-1990 arasında İstanbul, Ankara, Bingöl, Siirt, Kars, Siverek ve Hakkari’den, Hüseyin Morsümbül, Hayrettin Eren, Mahmut Kaya, Nurettin Yedigöl, Zeki Altunbaş, Süleyman Cihan, Veysel Güney, Nurettin Öztürk ve Maksut Tepeli’nin de aralarında bulunduğu 12 insan gözaltında kaybedildi.
32 bin kişinin tutuklu olarak kaldığı Mamak Askeri Cezaevi’nin komutanı Raci Tetik de yaptıkları ile hafızalara kazınan işkencecilerden biri. Tetik, 1988’de Milliyet gazetesine röportaj vermiş ve “Ben bir işkenceciyim, beni pohpohlayarak kullandılar. Talimatnameleri, kanunları uyguladım. Orası cezaeviydi. Hastane, okul, aşk gemisi veya yat kulübü değildi. Bu bir savaştır. Savaşta her zaman iyi şeyler olmaz. Lafla hizaya gelmiyorlardı. Saklamıyorum, oldu. Peki onlar niye direniyorlar? Devletin talimatına niye direniyorlar?” demişti!
Yayıncı İlhan Erdost, Mamak Cezaevi’nde darbeden sonra dövülerek öldürülen ilk isimdi. Raci Tetik’in komutanlığında Mamak’ta öldürülen ilk tutuklu ise Mustafa Yalçın’dı. Tetik, 12 Eylül darbesinden 15 gün önce buraya atanmıştı. Gelir gelmez koğuşlara saldırı düzenledi. Tutuklular saatler süren bir dayaktan geçirildi. Ağır yaralanan Mustafa Yalçın bir süre sonra can verdi.
HDP eski milletvekili Sırrı Süreyya Önder da, Tetik için “Benim bilfiil işkencecim” diyerek, şunları anlatmıştı: “Mamak’ta herkese ne yapıldıysa... Tabutluklar, falakalar, kendi eliyle dövmeler, köpekleri üstümüze salmalar, hakaretler, görüşçülerimize yapılan eziyetler... Bir özel harp mensubudur. Kıbrıs’taki işkencelerinden, gaddarlığından dolayı ödüllendirilerek Mamak’a gönderilmiştir. 28 Ağustos’ta geldi Mamak’a ve 12 Eylül’ün geleceğini haber vererek başladı işe, soracağız bütün bunları. Tarih sorar. Gün gelir devran döner sanıkla sorgulayan yer değiştirir.”
Diyarbakır Cezaevi’nin “Co” isimli köpeğiyle akla hayale gelmeyecek işkenceleri uygulayan yüzbaşısı Esat Oktay Yıldıran, Ermeni mahpus Garabed Demircioğlu’na ayrıca sünnet işkencesi yapmıştı. Maşallahlı sünnet elbisesi giydirilerek Müslümanlaştırılan ve adı Ahmet olarak değiştirilen Demircioğlu, yaşadığı işkenceleri Agos’a şöyle anlatmıştı:
“Esat Oktay Yıldıran daha ilk günden itibaren beni sünnet edip, Müslüman yapacağını söyledi. Bunu o kadar rahat, güler yüzle yapıyordu ki, sanki normal, doğal ve yapılması gereken bir iş, yerine getirilmesi gereken bir görev gibiydi. Beni merak edip görmek isteyen birçok üst düzey askeri görevli geliyordu. Sanki bir canavar yakalamışlar, sanki insana benzer hiçbir yanım yokmuş gibi hayretle, alayla bana bakıp küfürler ediyorlardı. Sırf benimle ilgilenen, yüzüme tüküren, küfreden, sırtıma zorla bindirilen, üzerime işeyen birkaç kişi vardı. Ölüm her an başucumdaydı ama bir türlü ölemiyordum... Bir ara Mehdi Zana, Mazlum Doğan ve şu anda ismini hatırlayamayacağım arkadaşlar ve benimle ilgili ‘öldü’ iddialarını araştırmak için Uluslararası Af Örgütü’nden bir heyet geldi. Vücudumuzda görünen hiçbir yara ve işkence izinin kalmaması için çok çaba harcadılar ve biz de gelen heyete ‘ işkence yapıyorlar’ diyemedik. Ahmet Türk, Nurettin Yılmaz, Celal Paydaş gibi bizden yaşları oldukça büyük olan ağabeylerimiz, çocukları yaşındaki askerlerden çok ağır işkenceler gördüler...”[46]
12 EYLÜL “YARGILAMASI” (MI?)
“İyi de 12 Eylül vahşeti yargılandı mı?” derseniz; yanıt “Mış gibi yaptılar”; yani “hayır”dır![47]
“Nasıl” mı?!
“Büyük seslerle açılan soruşturmaların hepsi bir bir düştü. Darbeyi yapanların yargılandığı ana dava darbecilerin ölmeleri üzerine gizlendi rafa.
Savcılık, 3 yıldır açmadığı soruşturmayı yeni açtı yaşlanmaktan hatırlamaz olmuşlara. Diyarbakır Cezaevi dosyasındaki o ifadeler de ‘zaman aşımına’ yenildi.
Zaten zaman aşımı da bir ezber değil miydi?”[48]
Elbette “Evet”; şöyle ki…
12 Eylül davasında Evren ve Şahinkaya’ya “Devlet kuvvetleri aleyhine cürüm işlemek” gerekçesiyle müebbet cezası verildi.[49] Ancak!
Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi, sanıkların duruşmaya hiç gelmemesine rağmen verilen cezada, duruşmalardaki iyi hâlleri nedeniyle indirime gidiverirken; Mahkeme Başkanı Oktay Saday, “Ağzını açanı dışarı atarım” sözleriyle izleyicileri uyardı. Karar duruşmasında izleyici sıralarının bir bölümüne silahlı çevik kuvvet polisi oturtulmak istendi![50]
Ayrıca Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, işkence görüp mağdur olduklarını belirten 365 kişinin suç duyurusu üzerine Evren’in de aralarında bulunduğu dönemin Milli Güvenlik Konseyi üyeleri hakkında yürüttüğü soruşturmada, “kovuşturmaya yer olmadığı” kararı da verdi![51]
Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin sanık vekilleri, katılanlar ve avukatları tarafından temyiz edilen kararı, 10 Aralık 2014’te Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na geldi. Evren 9 Mayıs 2015’te, Şahinkaya 9 Temmuz 2015’te öldü. Başsavcılık, “zamanaşımı yakın” diye yazdığı tebliğnamesini 3 Eylül 2015’te tamamlayabildi. (Geçerken hatırlatayım: “Erdal’ı 3 ayda astılar, Evren’in cezasını 11 ayda onamadılar!”[52])
Ardından da Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı müebbet hapse mahkûm edilenler hakkında hazırladığı üç sayfalık tebliğnamede, sanıklar hakkındaki davanın ölüm nedeniyle düşürülmesini istedi.
Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin kararı darbenin diğer sorumlularını da, işkencecileri de kurtardı. Gerekçeli kararda sanıkların ölmesi ve sorumlu tutulacak kişi bulunmaması belirtildiği için Evren ve Şahinkaya’nın rütbeleri de sökülmedi.
Özellikle Ankara’da Raci Tetik’in komutanlığını yaptığı Mamak Askeri Cezaevi ile Ankara Emniyeti DAL (Derin Araştırma Laboratuvarı) Grubu’nda yapılan işkencelerle ilgili de soruşturma ile yine Ankara’da toplanan 400’e yakın işkence dosyası Yargıtay’ın zamanaşımı kararıyla kapatıldı, işkenceciler kurtuldu.
Aynen böyle oldu? “Ne kadar da iyi,” değil mi?!
“KATİL HIRSIZLARLA HESAPLAŞMA”
Bunlarla birlikte tekelci kapitalizmin başyapıtı 12 Eylül’le hesaplaşamayanlar; “Yenilen devrim savaşçıları ‘Bizim tarafta hangi yanlışlar yapıldı’ sorusunu yanıtlamaya gerek duymuyorsa ortada ciddi bir görüş/ düşünüş sağlıksızlığı yok mudur?”[53] gevezeliğine müracaat ederlerken; elbette 12 Eylül’ü ancak devrimci bir kurucu irade yargılayabilirdi ve bu olmayınca her şey nafileydi; ve de öyle oldu!
Kardeşi İlhan Erdost Mamak Zindanı’nda katledilen Muzaffer İlhan Erdost’un ifadesine başvurursak: “Kenan için söyleyeceğim çok kısa bir şey var. Onu da terbiyem müsaade etmiyor söylemeye...”[54]
“Neden” mi?
Gayet basit Fikri Sağlar’ın, “Sadece ellerindeki kanla değil, ceplerine indirdikleriyle de gidiyorlar,”[55] diye betimlediği onlar, “çalıp çırpan”[56] katil hırsızlardır!
Siz bakmayın Emin Çölaşan’ın, “En azından hırsız değildi… Oysa elinde büyük yetki vardı, siyasi açıdan yanlışlar yaptılar ama bir gün olsun harama el uzatmadılar. Kul hakkı yemediler,”[57] yalanıyla “es” geçmesine!
İşte belgeler…
Mali Suçları Araştırma Kurumu (MASAK), Evren ve Şahinkaya’nın 11 yıllık bazı mal ve banka hesaplarının üzerine “olağan dışı” notu düştü![58]
MASAK, 12 Eylül davasının görüldüğü Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdiği raporda, yargılamanın başlamasından kısa süre sonra emekli orgeneraller Evren ile Şahinkaya’nın hesaplarından yüklü miktarda para çekildiği belirlendi![59]
Şahinkaya’nın malvarlığı ve rüşvet aldığı iddiası ölene kadar peşini bırakmadı. Şahinkaya’nın ABD’den savaş uçağı alımı sırasında rüşvet aldığı iddia edildi. O dönem Çanakkale Seramik Fabrikası’na da eşi aracığıyla gizli ortak olan Şahinkaya’nın, Çanakkale Kalebodur Seramik A.Ş’de hissesi bulunuyordu![60]
6 Aralık 1983’de kendi isteği ile emekliye ayrılan Şahinkaya, Time dergisi tarafından dünyanın en zengin 50 generali arasında gösteriliyordu. 12 Eylül darbesindeki rolü kadar mal varlığı da sürekli olarak tartışma konusu olmuş ve birtakım iddiaları gündeme getirmişti. Öyle ki Şahinkaya’nın mal varlığının 20 milyar dolar olduğu iddia edilmişti![61]
Darbeci generaller ve yakınlarının 2005 yılı sonrası mal varlıkları ve para trafiğini içeren MASAK raporları, müdahil avukatların “tarihi ve vicdani sorumluluk” diyerek mahkemeye sunduğu dilekçeyle ortaya kondu. Mahkeme gözetiminde ve yeminli mali müşavir eşliğinde yapılan inceleme sonrasında hazırlanarak Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunulan dilekçede, darbeciler ve yakınlarının maddi kazançlarına ilişkin hesap hareketleri ve elde ettikleri gayrımenkuller 52 başlık altında, uzun uzun maddelerle sıralanıyordu.
Muğla Barosu’nu temsil eden avukat Senih Özay, 26 Şubat 2013 günü yaptıkları MASAK raporları incelemesini, dilekçeye dönüştürerek mahkeme dosyasına sundu. MASAK raporunu “tarihi ve vicdani sorumluluk” gereği dilekçesine aldığını kaydeden Özay; gazetecilere, kitap yazacaklara, akademisyenlere ulaşması düşüncesiyle hareket ettiğini kaydetti. Yargılama sürecinde çuval ve klasörlerle mahkemeye gelen cuntacılara ilişkin MASAK raporlarının yalnızca 2005 yılı sonrasını içerdiğini, asıl önemli olanın bu tarihten öncekiler olduğunu vurguladı. Yine de yeminli mali müşavir eşliğinde inceledikleri raporların “aleniyet” kazanmasıyla “borcunu tamamladığını” söyledi.
Özay’ın dilekçesi, darbecilerin Türk Silahlı Kuvvetleri’nden çıkarılması, kendileri ve yakınlarının bu nedenle kazandıkları hakların geri alınması, elde ettikleri kazançların müsadere edilmesi, bu malların mağdur isteklerine tahsisini talep ediyor.
Raporda yakınlara ilişkin Datça, Bornova, Muğla, Marmaris, Sarıyer, Şişli, Beşiktaş, Dikili, Çorlu, Bodrum, Antalya, Menderes, Pendik, Merzifon, Kadıköy, Darıca, Ataşehir’deki tapu alış ve satış hareketliliği tek tek isimler üzerinden ayrı ayrı maddeleniyor. Hisse senetleri ve banka operasyonları listelenirken de aynı yöntem izleniyor. Garanti Bankası’ndaki 5 ayrı hesaptan yapılan işlemler sıralanırken 880 bin dolarlık virman dikkat çekiyor. Ziraat Bankası’ndaki 10 hesapta dönemin parasıyla 676 bin TL’ye ulaşan hareket gözleniyor. Marmaris ve Kızıltoprak şubelerinden 671 bin 671 TL, Kızıltoprak Şubesi’nden 402 bin 332 TL’lik hareket dikkat çekiyor. Göztepe şubesinde sırasıyla 200, 100, 175, 100, 200, 100, 100 ve 400 binlik hareketler gözleniyor. İşbank Farabi şubesindeki 345 bin 728 dolarlık işlemin yanında 489 bin TL’lik transfer kaydediliyor. Nişantaşı şubesinde 205 bin dolar, Fenerbahçe şubesinde 800 bin TL, Yapı Kredi Özel Bankacılık’ta 320 bin 157 dolar, Akbank Merkez şubede 647 bin dolar, TEB Marmaris Şube’de 268 bin dolarlık hareketler raporda ilk göze çarpanlar arasında.
Avukat Özay’ın dilekçesine göre MASAK raporlarındaki darbeci ve yakınlarına ait 21 araç, plakalarıyla veriliyordu:
- Yalıkavak’ta 1 ev…
- Bodrum İslâmhaneler’de 1 ev…
- Bodrum Arnavutalan’da 1 ev…
- Bodrum Türkkuyu’da 1 ev…
- Beşiktaş’ta 2 ev…
- Sarıyer’de 2 ev…
- Çankaya Karataş’ta 1 ev…
- Çankaya Aziziye’de 1 ev…
- Manavgat’ta 1 ev…
- Marmaris’te 1 ev…
- Bodrum Bitez’de 15 bin 808 metrekare arsa…
- Sarıyer Pınar mahallesinde arsa…
- Bodrum Yeniköy’de arsa …
- Bodrum İslâmhaneler’de arsa…
- Bodrum Yeniköy’de arsa…
- Beşiktaş Arnavutköy’de arsa…
- Beşiktaş Ortaköy’de arsa…
- İstanbul Kadıköy 284-51 parselde 1012 metrekare 24-72 apartmanı, 1 No’lu daire…
- Bodrum Kocataşdibi mevkiinde 61-30 paftada, 5 bin 683 metrekarelik arsada 9 adet üç katlı bina, arsanın 1-60 payı…
- İstanbul Suadiye Kavisli mevkisinde 61-30 paftada bin 200 metrekarelik arsada 96\2831 pay ile 24 daireden biri…
- İstanbul Küçükbakkalköy’de 2849\1 pafta, 1 parselde....’ya ait mülkiyet görülmekte, Ziraat Bankası’na 90 ve 160 bin TL’lik iki ipotek gözükmektedir…
- İstanbul Küçükbakkalköy’de 1884\1 paftada 240 otopark şerhi bulunan arazi,... ait gözükmekte, 12 blok apartman içerdiği, 160\88468 pay bu kişilere ait görülmektedir…
- İstanbul Kadıköy’de 60 paftada, 284 ada 51 parselde 1012 metrekarelik bahçeli apartmanın 38\472 payı ve daireler…
- İstanbul Kadıköy’de 1282 metrekarelik arazinin 21 bin 120 payına tekabül eden daireler…
- Ankara Çankaya’da 902 parselde 8 bin 450 metrekarelik tarla, tamamı...’ne ait gözükmekte, üzerinde askeri güvenlik şerhi ve Bakanlar Kurulu’nun afet bölgesi karar şerhi bulunmaktadır…
- Ankara 24. Noterliği’nde...’ye Marmaris, Armutalan, Bakacak mevkii 20 pafta, 1436 parsel, bin metrekarelik intifası.... ait olmak üzere çıplak mülkiyeti... ait arsaya bina için vekâlet verilmiştir…
- İstanbul Şişli Cumhuriyet Mahallesi 994\53 paftada 16 bin 155 metrekarelik arazide, 208\192 bin payda 1 dairenin kayıtlı olduğu, 99 yıllığına TEDAŞ’a kiralandığı görülmüştür…
- İstanbul Şişli, Mecidiyeköy 1997\29 paftada iş hanının 4\2 bin 400 payı, dükkân olarak…
- İstanbul Beşiktaş’ta 1715\12 paftada 10 bin 745 metrekarelik 8 blokluk apartmanın 2\bin 760 paylı dükkânı…
- İstanbul Beşiktaş 1419 paftada 522 metrekarelik arazinin 25\2 bin 400 payı…
- İstanbul Beşiktaş Ortaköy mekviinde 1079\172 paftada 60\3380 paylı dubleks daire…
- İstanbul Kadıköy Zühtüpaşa mevkii, 284\51 paftada bin 12 metrekarelik 24\472 paya tekabül eden daire…
- İzmir Menderes Özdere’de 5208 parselde 4 ayrı mesken ve dükkân…
- İzmir Menderes Özdere’de 5210 parselde 11 bin 275 metrekarelik arazide 22 \ 1122 paya tekabül eden dubleks daire…
- Antalya Manavgat Çolaklı Köyü’nde 522\1 parselde 51 bin 513 metrekarede 47 apartman olarak 1\562’si…
- Bazı şirketler, çeşitli banka ve şirketlere ait hisse senetleri ve fonlar…[62]
Hikmet Çetinkaya’dan aktararak tamamlıyorum:
“12 Eylül’ün geride kalan son darbeci komutanı Tahsin Şahinkaya da adalet önünde hesap vermeden öldü... Tahsin Şahinkaya için pek çok iddia ortaya atıldı. Malvarlığı, kirli ilişkiler zinciri çok tartışıldı, konuşuldu... Kimse ama kimse ona dokunamadı!
Ben, 25 Temmuz 1986’da Şahinkaya’nın doğup büyüdüğü Merzifon’a gittim... Gidiş nedenim, Tahsin Şahinkaya’yla ilgili yolsuzluk savlarıydı...
Konuştuğum pek çok kişi Şahinkaya’yı şöyle anlattı: ‘Tahsin Şahinkaya berber Şakir’in oğludur. Öyle varsıl bir aile değillerdir. Berber Şakir bakar aileye. Merzifon’da yoksul bir aile olarak bilinirler. Belki birkaç dönüm tarlaları vardı.’
Mal varlığı, mafya ilişkileri, Bodrum’da yaptırdığı yat...
Tahsin Şahinkaya, darbeci, eli kanlı, cebi para dolu biriydi.
Çanakkale Kalebodur’un hisselerinden pay almıştı. Haber kaynağım bir belge verdi bana 29 yıl önce. Belge, devlet kuruluşu olan Petrol Ofisi Genel Müdürlüğü’nün üç bin akaryakıt bayisine ‘önemine binaen’ bir yazı.
Bu yazının altında Şahinkaya’nın imzası bulunuyor, buyruk yazısında özetle şöyle deniliyordu: ‘Petrol Ofisi bayileri tüm tuvaletlerdeki fayansları kırıp, yerlerine Kalebodur fayansları döşeyeceklerdir’...”[63]
“SONUÇ” İÇİN İKİ NOT
İlk not: “Acı, gidenin değil; kalanın hikâyesidir. Ve hikâyeler kalanlara aittir,” Stefan Zweig’dan; ve acının hesabı hâlâ sorulmadı!
İkincisi de, “Silah ve örgütlenme, işte kurtuluşun ve yoksulluğu yok etmenin temel kuralı ve kesin yolu! Kılıç kimde ise ekmek de onda! Silahın karşısında herkes diz çöküyor oysa silahsız kalabalığı hemen dağıtıyorlar. Silahlı proleterler için hiçbir şey olanaksız olmayacak, tüm engeller, her karşı koyuş yok olacak. Ama sokaklarda gezinerek, özgürlük ağaçları dikerek, barış güvercinleri uçurarak, ahenkli cümleler kurularak oyalanan proleterler, başlangıçta kutsal su, sonra hakaret, sonunda da kurşun ve daima yoksulluk,” satırlarıyla Karl Marx’dan…
12 Eylül’de kılıç onların elindeydi ve ekmeğimizi el koydular… Lakin bunun tersi de mümkün…
Çıkarılması gereken ders(ler)e bunlarla başlamak gerek…
9 Eylül 2023 12:26:19, İstanbul.
N O T L A R
[1] 12 Eylül 2023’de Bolu Halkevi’nin düzenlediği “43. Yıldönümünde 12 Eylül 1980” başlıklı etkinlikte yapılan konuşma… Kaldıraç Dergisi, No:267, Ekim 2023…
[2] Mánes Sperber.
[3] Bkz: i) Temel Demirer, “12 Eylül Düzen(iniz)dir!”, Newroz, Yıl:8, No:257, 25 Eylül 2014… ii) Temel Demirer, “12 Eylül -32 Yıl Geçse de!- Bugündür; AKP’dir”, Kaldıraç, No:136, Ekim 2012… iii) Temel Demirer, “12 Eylül’den Bugün(ler)e: Değiş(mey)en Ne?”, Kaldıraç, No:125, Ekim 2011… iv) Temel Demirer, “12 Eylül Heyulâsı: Bugün, Tarihin Kendisidir!”, Newroz, Yıl:3, No:103, 10 Eylül 2009; Newroz, Yıl:3, No:104, 17 Eylül 2009… v) Temel Demirer, “12 Eylül Sürgün(lük) Deyince…”, https://temeldemirer.wordpress.com/2012/07/02/12-eylul-surgun-luk-deyince1/
[4] Ertuğrul Mavioğlu, “12 Eylül Yan Hücrede Ölen Arkadaş Demekti”, Cumhuriyet, 11 Mayıs 2015, s.12.
[5] Ertuğrul Özkök, “Allah Rahmet Eylesin Kenan Paşa”, Hürriyet, 11 Mayıs 2015, s.23.
[6] Taha Akyol, “12 Eylül”, Hürriyet, 12 Mayıs 2015, s.22.
[7] Güray Öz, “Özkök Manşeti Neden Beğenmedi?”, Cumhuriyet, 13 Mayıs 2015, s.7.
[8] Aydın Hasan, “12 Eylül 1980’in Baş Mimarıydı”, Milliyet, 10 Mayıs 2015, s.19.
[9] Şükran Soner, “Cezalar Kalksa da Darbe Hukuku Kazançlı”, Cumhuriyet, 16 Mayıs 2015, s.9.
[10] Gül Erdost, “1980 Yılı 12 Eylülü’nü Anlatmak”, Birgün, 6 Ekim 2015, s.6.
[11] Nuray Mert, “Diktatör Öldü, Yaşasın Yeni Diktatör!”, Cumhuriyet, 15 Mayıs 2015, s.5.
[12] Mehmet Ali Güller, “Türk-İslâm Sentezi”, Cumhuriyet, 12 Mart 2020, s.12.
[13] Mehmet Y. Yılmaz, “Evren Öldü Eseri Ayakta”, Hürriyet, 11 Mayıs 2015, s.19.
[14] Mehmet Y. Yılmaz, “AKP, 12 Eylül’den Çok Memnun”, Hürriyet, 12 Mayıs 2015, s.21.
[15] Mustafa Sönmez, “Evren’in Mirasına AKP’den Rahmet”, Birgün, 11 Mayıs 2015, s.5.
[16] Nurcan Gökdemir, “Işık Kansu: 12 Eylül’cü Kuşak AKP ile İktidarda”, Birgün, 12 Mayıs 2015, s.10.
[17] Hüseyin Ali, “Fikri İktidarda”, Gündem, 12 Mayıs 2015, s.10.
[18] Ali Sirmen, “Kenan’sız Kenanizm”, Cumhuriyet, 15 Mayıs 2015, s.4.
[19] Çağdaş Bayraktar, “12 Mart Muhtırası Üzerinden 52 Yıl Geçti”, Cumhuriyet, 12 Mart 2023, s.6.
[20] Sezgin Tanrıkulu, Bahçelievler katliamı davası hükümlüleri hakkındaki tahliye kararını değerlendirirken “AKP ve MHP, Türk Gladyosu’nun tetikçilerini serbest bırakacak bir düzenleme yaptı,” dedi. (“Türk Gladyosu’nun Tetikçileri Serbest Bırakılıyor”, Cumhuriyet, 14 Temmuz 2012, s.4.)
[21] Dilan Esen, “12 Eylül’ün Yolu 16 Mart’la Açıldı”, Birgün, 16 Mart 2022, s.6.
[22] Yadigar Aygün, “Beyazıt Bir Kontr-Gerilla Katliamı”, Yeni Yaşam, 16 Mart 2023, s.11.
[23] Dilan Esen, “Suçu Gizlemek İçin Her Şey Yapıldı”, Birgün, 16 Mart 2019, s.7.
[24] Devlet içindeki kontrgerilla yapılanmasını araştırırken 24 Mart 1978’de öldürülen Ankara Cumhuriyet Savcısı Doğan Öz’ün katillerinin beraatine karar verilmesi, 35 yıl sonra soruşturma konusu oldu. (Türker Karapınar, “… ‘Özel Harp Dairesi’ne Savcı Öz Soruşturması”, Milliyet, 30 Mart 2013.)
[25] Silahlı saldırı ile öldürülen Cavit Orhan Tütengil demokrat ve ilerici idi. Demokrasiye, özgür düşünceye ve bilime inanmıştı.
Tütengil “Özgür düşünce ortamı”nı üniversite çalışmaları bakımından zorunlu görüyor ve şöyle söylüyordu, “Her türlü araştırma özgür düşünce ortamını zorunlu kılar. Gerçeklere yönelmek, objektif metotlarla yapılan inceleme ve araştırma sonuçlarını kamuoyuna açıklamak da ancak özgürlük ortamı içinde mümkündür... Fakat hepsinden önemli olan hakikâti arama aşkıdır.”
Ona göre şu cümleler önemli bir gerçeği dile getirmektedir, “Bilginin iyi bir şey olduğu inancının kabul edilmesi bilimin ahlâki özelliğini göstermeye yeter. Eğer bilgi bir değer teşkil ediyorsa o hâlde bilgi edinmeyi tehlikeye sokan bütün faktörler istenmeyen şeylerdir...” (Sosyal Bilimlerde Araştırma ve Metot’dan, 1978)
O, özgürlük ortamı içinde araştırma yapması gereken Üniversitenin “halka dönük” olmasını savunuyor ve bu kavramdan ne aldığını şu satırlar ile dile getiriyordu, “Söylemeye lüzum yok ki, üniversitenin halka dönük olması bazı vesilelerle kapılarını halka açmakla, halkın ayağına gitmekle veya bilim verilerini sözle ve yazı ile halka yaymakla sağlanamaz. Bunların yanı sıra Türkiye’nin sorunlarına eğilmek öğrencilerle birlikte yurdu tanımak ve incelemek, kabiliyetli fakat maddi olanaklardan yoksun halk çocuklarına üniversitelerin kapılarını daha cömertçe açmak ve yetiştirici-geliştirici kurslarla Türk toplumunun genel seviyesini yükseltici çalışmalarda, yayınlarda bulunmak da gerekir. Ancak, bunlar gerçekleştirildikten sonra bugün sırtı halka dönük olan üniversitelerimiz “Halka dönük üniversite” niteliği kazanabilirler. Bu yalnız görev anlayışının değil varlık sebeplerinin de icabıdır.” (1969)
Tütengil Fransa’da 1960’larda dinlediği “Sömürge Sosyolojisi” kuramlarının karşısına “Azgelişmenin Sosyolojisi” ile çıkıyor ve “Türkiye’nin azgelişmişler dünyasındaki rolünü ve yerini” göstermek istediği bu çalışmasında, az gelişmeyi yenmenin yolunu 1970’de şöyle çiziyordu: “Bunun için yapılacak şey toplumun bütün sosyal kurumlarında ve işleyişlerinde uyumlu bir bütünü götürecek ‘ortak’ amaçlarda birleşilmesidir... Gelişme yolunu açıp temizlemeden uygulamanın nimetlerine ve külfetlerine herkesin eşitçe katılmasını sağlamadan çıkış yolu bulunamaz. Yurt yöneticileri, aydınlar, işadamları ve emekçiler mevcut düzeni kendi çıkarları doğrultusunda sürdürmek yerine çağdaş uygarlık düzeyine götürecek doğrultuda değiştirmek zorundadırlar.” (Tülay Arın, “Büyük Bir Acının Ardından”, Cumhuriyet, 8 Aralık 2019, s.2.)
[26] Selahattin Duman, “Büyük Ressam Kenan Paşa”, Hürriyet, 14 Mayıs 2015, s.23.
[27] “12 Eylül Darbesine Yeni Soruşturma”, Cumhuriyet, 18 Ağustos 2015, s.5.
[28] “TSK’dan Evren Açıklaması”, Sözcü, 12 Mayıs 2015, s.20.
[29] Mesut Hasan Benli, “12 Eylül’de Ankara’da İşkence Yoktu”, Radikal, 6 Mart 2013, s.9.
[30] 12 Eylül askeri rejim döneminde Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde meydana gelen yaygın insan hakları ihlâlleri ilk kez bir emekli Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ tarafından teslim edilerek yapılan bir özeleştirinin konusu oldu. (Hasan Kırmızıtaş, “Diyarbakır Cezaevi’nde Yanlışlıklar Yapıldı”, Hürriyet, 14 Ocak 2015, s.15.)
[31] Ali Yılmaz, Kara Arşiv: 12 Eylül Cezaevleri, Metis Yay., 2013.
[32] Oral Çalışlar, “Kemal Ilıcak: Gazetenizi Kapattıklarına Şükret...”, Radikal, 15 Eylül 2012, s.14-15.
[33] Ersan Atar, “12 Eylül’de Köpekli İşkence Devlet Kararı”, Sabah, 19 Haziran 2012, s.20.
[34] Abidin Yağmur, “Arşivden İşkence Çıktı”, Cumhuriyet, 7 Ağustos 2012, s.6.
[35] Mesut Hasan Benli, “İşkencelerin Sorumlusu Komiser Kemal”, Radikal, 22 Kasım 2011, s.10-11.
[36] Alican Uludağ, “Ağır İşkence Vardı”, Cumhuriyet, 3 Aralık 2012, s.8.
[37] Esra Açıkgöz, “Nimet Tanrıkulu: Darbeciler Yargılanmadan Gelecek Kurulamaz”, Cumhuriyet, 17 Ocak 2012, s.6.
[38] Mehmet Yürek, “Kardeşimin İkinci Defni”, Radikal İki, 6 Kasım 2011, s.7.
[39] Bahadır Özgür, “O Mamak’ın Mengele’siydi”, Radikal, 13 Kasım 2011, s.21-22.
[40] Ayça Örer, “Sesini Tanıdığım İşkenceci Karşımdaydı”, Radikal, 8 Ocak 2012, s.7.
[41] “Bu Resimle Yüzleşme Vakti Geldi”, Radikal, 2 Nisan 2012, s.12-13.
[42] “İşkence Kayıtları Mahkemede”, Cumhuriyet, 17 Haziran 2012, s.9.
[43] Mesut Hasan Benli, “Savaş Suçu Muamelesi”, Radikal, 23 Haziran 2012, s.10-11.
[44] Sefa Uyar, “Ben Hiç Baba Diyemedim”, Cumhuriyet, 8 Kasım 2022, s.10.
[45] Şükrü Aslan, “12 Eylül Öncesine Dönmek mi İstiyorsun?”, Birgün, 13 Eylül 2022, s.10.
[46] Hilal Köse, “12 Eylül: İşkenceciler 38 Yıldır Aramızda”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2018, s.6.
[47] Kenan Evren ile Tahsin Şahinkaya’ya ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istendiği iddianamedeki bir ayrıntı dikkat çekti. Savcı Kemal Çetin, hazırladığı iddianameye 2000 yılında dönemin Adana Savcısı Sacit Kayasu’nun Evren’e dava açılması için hazırladığı iddianameyi de delil olarak gösterdi. “Çok mutluyum. Ben de bu davayı açmak isterdim,” diyen Kayasu, o iddianameyi yazdığı için görevden ihraç edilmişti. (Mesut Hasan Benli, “Bu Davayı Ben Açmak İsterdim”, Radikal, 5 Ocak 2012, s.14-15.)
Ve 12 Eylül askeri darbesini gerçekleştiren Evren ve arkadaşlarının yargılanması istemiyle hazırladığı iddianame nedeniyle mesleğinden olan Savcı Sacit Kayasu’nun “mesleğe geri dönüş” talebi HSYK tarafından bir kez daha reddedildi. (Mesut Hasan Benli, “Fikri İktidarda, O Açıkta”, Radikal, 13 Ocak 2012, s.16.)
[48] Gökçer Tahincioğlu, “Ezberlenmiş Mevsimler”, Milliyet, 23 Ağustos 2015, s.12.
[49] Alican Uludağ, “Onlar Artık Er”, Cumhuriyet, 19 Haziran 2014, s.6.
[50] Mesut Hasan Benli, “Netekim Müebbet!”, Radikal, 19 Haziran 2014, s.10.
[51] “12 Eylül Mağdurlarına ‘Kovuşturmaya Yer Yok’ Tebliğatı”, Evrensel, 6 Kasım 2016, s.5.
[52] Damla Yur, “Alacağımız Var”, Cumhuriyet, 11 Mayıs 2015, s.12.
[53] Hürriyet Yaşar, “Kırk Bir Yıl Sonra Bir 12 Eylül Sorusu”, Cumhuriyet, 12 Eylül 2021, s.2.
[54] Türey Köse, “Affetmiyoruz”, Cumhuriyet, 11 Mayıs 2015, s.13.
[55] “Sadece Ellerindeki Kanla Değil, Ceplerine İndirdikleriyle de”, Birgün, 10 Temmuz 2015, s.6.
[56] “Biliyorum suçluyum razıyım cezama/ Çalmadım öldürmedim ama/ Daha kötüsünü yaptım/ Na’aptım biliyor musunuz// Tuttum insanları sevdim” (Can Yücel, Sevgi Duvarı, Sander Yay., 1974, s.27.)
[57] Seray Şahiner, “Kübist Değil Faşist”, Birgün, 14 Mayıs 2015, s.2.
[58] Alican Uludağ, “Darbeyle Gelen Servet”, Cumhuriyet, 18 Eylül 2012, s.11.
[59] “İşte 12 Eylülcülerin ve Ailelerinin Mal Varlığı”, Hürriyet, 19 Eylül 2012.
[60] Alican Uludağ, “… ‘Bizim Çocuklar’ın Sonuncusu da Öldü”, Cumhuriyet, 10 Temmuz 2015, s.12.
[61] Mert İnan, “Tahsin Şahinkaya Hayatını Kaybetti”, Milliyet, 10 Temmuz 2015, s.21.
[62] Hakan Dirik, “12 Eylül Darbecilerinin 2005 Sonrası Mal Varlığı, MASAK Raporlarında”, Cumhuriyet, 12 Nisan 2019, s.7.
[63] Hikmet Çetinkaya, “En Zengin Darbeci Paşa da Öldü!”, Cumhuriyet, 12 Temmuz 2015, s.5.