Maksat, dostlar alışverişte görsün...



AB 2013 İlerleme Raporu açıklandı ve Batı cephesinde yeni bir şey olmadığı ortaya çıktı. Her defasında olduğu gibi Avrupa yaygın basınında »Türkiye AB üyesi olabilir mi?« tartışması başladı ve bitti. Zaten ciddî bir şeyler olsaydı, AKP hükümeti değerlendirmesini bayram sonrasına bırakmazdı.

AB üyeliği sayesinde Türkiye’nin nihâyet demokratikleşeceğini hayal eden kimi liberal yazar, raporda Gezi olaylarına ve kolluk kuvvetlerinin aşırı şiddetine değinilmesini olumlu bir sinyal olarak değerlendirdiler. Öyle ya, daha kötüsü olabilirdi. Gazeteci Murat Yetkin şöyle açıklıyor: »Son dakika müdahalesi (yani demokratikleşme paketi denilenler) son yılların en sert raporunun çıkmasını engelledi«.

Akdeniz’deki kıyılarına her gün yüzlerce göçmenin cesedinin vurduğu AB demokrasi havarisi de, raporunun bir etkisi olacaktı... Rapora AKP hükümetinin antidemokratik uygulamalarına yönelik kimi eleştirilerin yerleştirilmesi, »maksat, dostlar alışverişte görsün« muhabbetinden başka bir şey değil.

Zaten AB »Haziran Direnişi« esnasında, polis devleti uygulamalarının ve devlet şiddetinin dünya basınının manşetlerinden düşmediği günlerde, »müzakerelere devam« diyerek, nasıl bir raporun çıkacağı sinyalini vermişti. O nedenle AB’nin AKP hükümetine yönelik eleştirilerinin hiç bir kıymeti harbiyesi yok.

Peki, o zaman raporu nasıl değerlendirebiliriz? İlerleme Raporu ile birlikte açıklanan Strateji Belgesi’ne bakarak, ki burada Suriye anahtar kelimedir. Basında yer alan haberlere göre AB’nin dış politika alanında Türkiye ile sürmekte olan işbirliği ve diyaloğun önemi vurgulanarak, Türkiye’nin enerji güvenliği açısından taşıdığı stratejik konum ve Türkiye’nin »Suriye konusunda oynadığı belirleyici rol« ön plana çıkartılmış.

AB yayınladığı İlerleme Raporu ile resmen Türkiye’nin BM Şartı’nı alenen çiğneyerek, bir komşu ülkede patlak veren iç savaşta taraf olmasını ve bu savaşın derinleşmesine »katkı« sunmasını onaylamış oluyor. Bu, aynı zamanda Türkiye’deki karar vericilerin Rojava’ya karşı sürdürdükleri hasmane tutumun da onaylanması anlamına gelmektedir.

AB’nin uluslararası hukuka aykırı olan böylesi bir politikayı onaylamasının ve uygulanmasına destek vermesinin nedeni çok açık: enerji güvenliğinin sağlanmasında Türkiye’nin stratejik konumu. Güney Kürdistan’da, Irak toplam rezervlerinin yüzde 20’sine yakın olan petrol kaynakları, Doğu Akdeniz havzasında bulunan devasa doğal gaz rezervleri ve burada çıkartılıp, işlenecek olan enerji taşıyıcılarının Avrupa’ya nakliyatı, AB’nin Türkiye ve Ortadoğu politikalarını belirleyen en önemli nedenlerdir.

AB, daha doğru bir deyimle, Almanya önderliğindeki Çekirdek Avrupa tüm siyasetini jeoekonomik, jeostratejik ve jeopolitik çıkarları çerçevesinde şekillendirmektedir. AB belgelerinde okunabileceği gibi, en temel görev bu çıkarların korunması olduğundan, demokrasi, insan hakları veya özgürlükler gibi konular, siyasî söyleme »eşantiyon« olmaktan başka bir işe yaramamaktadırlar.

AB İlerleme Raporu değerlendirilirken sorulabilecek en yanlış soru, AB’nin neden demokratikleşme için daha fazla baskı yapmadığı sorusudur. Kuşkusuz, Türkiye’nin »demokratikleşmesi« AB’nin temel çıkarlarının kollanmasına yaradığı sürece, AB elitlerinden bolca »demokratikleşme« vaazları duyabileceğiz. Ancak bu vaazlar, »kozmetik rötuşların« pohpohlanmasından başka bir şey olmayacak, kaldı ki AB’nin »demokratikleşmeden« anladığı ile halkların yararına olan bir demokratikleşmenin aynı şeyler olmadığını burada vurgulamaya gerek yok.

Kısacası, Anadolu-Mezopotamya coğrafyasında yaşayan insanların AB’ne değil, demokratik bir cumhuriyete ihtiyaçları var. Demokratik cumhuriyet ise burjuvazinin verdiği tavizlerle değil, halkların ortak mücadelesiyle kurulabilecektir. Bu mücadelenin ruhunu, masa başı »yurtseverlerinde« boşuna aramayın. O ruhu, gençliğinin baharında halkının özgürlüğü için yaşamını veren Şervan Müslim’lerde, Rojava’da, Kandil’deki kadın gerillaların sarsılmaz kararlılığında bulabilirsiniz.

19 Ekim 2013