“LÜZUM” ÜZERE: BİR KEZ DAHA İSTANBUL SEÇİMİ[*]

SİBEL ÖZBUDUN - TEMEL DEMİRER

“Solcular yalan söylemez

Yalan söyleyenler

Solcu olduğunu söyler.”[1]

Öncelikle şu çerçeveden hareket ettiğimi(zi)n altını özenle çizelim.

Seçim kapışmasının arka planında, Türk(iye) sermayesinin polarizasyon (kutuplaşma) gerçeği yatıyor. Ayrıca Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet’in yekpare yapısı da artık yok.

Parçalanmışlık siyasetten sermayeye, her alana damgasını vuruyor. Bu durumda Anadolu sermayesinin (İslâmcı/ yeşil/ Anadolu Kaplanları vb.) temsilcisi Erdoğan’ın icraatları 17 yıl sonra ekonomik kriz ve politik tıkanma ile sorunlu bir alana girdi. Bu hâl “deniz bitti” diye de tarif edilebilir. İktidardaki Erdoğan kliğinin yarattığı yıkım, ekonomiden politikaya her şeyi etkilerken; bundan seküler sermaye de (Koç, Sabancı, Alarko vb.) nasibini aldı.

“Denizin bittiği yer”de seküler sermaye (Marmara Baronları) Cumhuriyet’i yeniden ihya etmek için bir proje kotarmaya başladılar. Bu proje saf “Kemalist” değil. Ya da bildiğimiz (Aydınlanmacı/Laik) Cumhuriyet kavrayışı ile uzaktan yakından âlâkası yok.

Sunulan proje MHP’nin önünü kesmek için milliyetçi, AKP tabanından oy alabilmek için “Müslüman” (sürekli mevlut okutma, namaza durma, “Hayırlı cumalar” twiti atma vb.); solculardan oy almak için 1 Mayıs mitingine katılıp konuşan; Kürtlerden oy almak içim meselenin bir eşitlik sorunu olduğundan söz eden vb. yani “ne olursan ol, yine gel”ci bir kokteyl-aday çıkardı AKP’nin karşısına.

Bu post-modern kokteylin özgün bir programı yok. Sadece “her şey çok güzel olacak!” gibi muğlak ve boş bir sloganı var (hatırlayacak olursan Ecevit de “Ak günlere” gibi kof bir sloganla çıkmıştı sahneye.)

Buradan bir değişim ve demokrasi çıkmaz, tam tersine Marmara baronlarının Anadolu sermayesini geriletme ve terbiye etme manevrası çıkar. Kriz koşullarında devrimcilerin görevi herhangi bir sermaye grubunun peşine takılmak değil, “alayına isyan!” perspektifiyle tabandan halk hareketini, itirazı sokaklarda örgütlemektir.

Bu çerçeve(miz) en “olumsuz koşullar”da bile devrimin güncelliği fikrive ve zikrine, hiçbir “gerekçe”yle sırt dönmez.

Hem de, “İstanbul seçiminde AKP adayını ağır bir yenilgiye uğratan birikimin bir “proje mahsulü” olarak görülmesi doğru olmayacağı gibi pek ‘sağlıklı’ da değildir,” vurgusuyla Metin Çulhaoğlu:

“Yaşadığımız XXI. yüzyılda ise sermaye sınıfı içindeki belirli kesimler baş düşman olarak 1917’nin gerilerine gitmiş, 1789’la birlikte 1848-1850 dönemini de hedef seçmiştir. Anlamı şudur: Sermaye sınıfının ve siyasal iktidarlarının/temsilcilerinin geliştirdikleri projeler arasında klasik burjuva demokrasisinin reddini öngörenler olduğu gibi bu demokrasiyi en makul yönetme tarzı saymaya devam edenler de vardır…

Bugün Türkiye dâhil dünyanın herhangi bir ülkesinde, uluslararası kapitalist merkezlerden sermaye sınıfına ve sınıfın siyasal iktidarına kadar uzanan genişçe bir kesimin üzerinde kesin mutabakata vardığı, özel olarak sınıf hareketinin ve sosyalizmin önünü kesmeye odaklanan herhangi bir ‘projeden’ söz etmek mümkün değildir,”[2] demiş olsa da!

O hâlde belirtelim: Biz “somut şartların somut tahlili”nden, duruma uyarlanan ilkesizliği anlamıyoruz.

* * * * *

Devamla…

Evet Franz Kafka’nın, “Seçim diye bir şey yoktur! Çünkü siz onları seçmiyorsunuz; onlar kendilerini size seçtiriyorlar!” uyarısına büyük değer atfediyoruz.

William Shakespeare’in, “Artık iyi olanların değil, iyi oynayanların dünyası burası...” betimlemesindeki tabloda, bu kadar da değil…

“O kadar çok iletişim var ki, direniş yok, yaratıcılık yok,” vurgusuyla, “İnsanların tek umudu devrimci bir oluşta yatmaktadır. Tek yol budur,” diye ekleyen Gilles Deleuze gibi düşünüyoruz…

Ve çözümleyici tutumun Komutan Yardımcısı Marcos’un, “İstediğimiz adalet, inat ve ısrarla gerçeğin aranmasıdır.” “İsyanı seçtik. Diğer bir deyişle, yaşamı seçtik.” “Biz bir hayalperest orduyuz ve bu yüzden yenilmeziz.”

* * * * *

Öyleyse şimdi, Selçuk Şahin Polat imzalı, “Tartışma/ Sibel Özbudun ve Temel Demirer’in Talihsiz Manifestosu”[3] başlıklı yazıya değinebiliriz.

Evvela çelişki(ler) hayatın özüdür. “Çelişkili olmak”, “hata yapmak” bizi korkutmaz! Bizim için en itici olan “hatasızlık dersi” vermeye kalkışan, “çelişki avcısı” konumundaki yüksek perdeden ve kullandığı uslûba dikkat etmeyen, “Hem de bunu ‘Boyun eğmiyorum ve eğmeyeceğim,’ diyen devrimci bir üslupla yaparlar. Siyaseten yapılan hataları, eksiklikleri devrimci lafazanlıklarla kapatmak sanırım,” benzeri hâldir. Kanımızca yazarın satırları, öncelikle böylesi bir hâlden madurdurdur.

Ayrıca denileni anlamama veya başkasının ağzına uygun gördüğü sözü koymak da şık bir tutum değildir; “Sosyalistlerin 100 yıllık CHP kuyrukçuluğu kronolojisini özetlerler. Katılmamak elde değil. Fakat burdan farklı bir sonuca varırlar. Kuyrukçuluk gerçektir, ne varki sosyalistlerin kendi sınıfsal-bağımsız hatlarını oluşturmak için ciddi hiçbir girişimde bulunmadıklarını da vurgulamalarına (‘mecburcular’) rağmen, iki yazar buradan kişisel boykot sonucunu çıkartır,” satırlarındaki üzere!

Biz kimseyi boykota çağırmadık! Bizimki bir tutum açıklamasıdır (“Manifesto” falan da değil)!

* * * * *

Toparlarsak: 23 Haziran’ın ertesinde, İstanbul seçimlerine ilişkin tutumumuzu ve gerekçelerini kaleme aldığımız yazı; “Manifesto” filan değildi; biz haddimizi biliriz… Kimseyi “taraf” olmaya ya da boykota çağırdığımız da yoktu. (Öyle bir niyetimiz olsaydı yazıyı seçim öncesinde yayınlardık…) Sadece bir “açıklama”, tutum ve eleştiri yazısıydı. Bu kadar.

Yapmak istediğimiz, yaşadığımız coğrafyada “dünyayı değiştirme”, ya da daha mütevazı bir deyişle “hayatı değiştirme” pratiğinin, ayrışmış, net, hedefleri belirli bir görü, bir hat gerektirdiğine dikkati çekmekti. İddiamız, İstanbul seçiminde CHP adayını desteklemek gibi bir pratiğin böyle bir görü ve hattan yoksun olduğu yolundaydı.

Bu açıklama, Selçuk Şahin Polat’ın hoşuna gitmemiş. “Uzun” bir eleştirisini kaleme almış. Yazımızın yayınlandığı siteye de bir “özet”ini göndermiş.

S. Ş. Polat bizim açıklamamıza yönelik eleştirilerinde özetin özetiyle diyor ki: “RTE iktidarı faşisttir; onun geriletilmesi için burjuvazinin farklı bir kesiminin projesi olan Ekrem İmamoğlu’nu desteklemek gerekir. Çünkü bizler güçsüzüz. Zaten V. İ. Lenin de örneğin KADET’lerle aynı kürsüde söz almakla ya da “karşınıza silahlı bir haydut çıkıp da cüzdanınızı istediğinde, cüzdanı verip hayatınızı kurtarın, sonra da haydudun hakkından gelmenin yollarına bakın” derken aynı taktiği izlemekteydi…”

Önce şu Kadet meselesini bir açığa çıkartalım. Yazımızdan V. İ. Lenin’in Kadet’lerle aynı kürsüden konuşmasını sakıncalı bulacağımız gibi bir sonuç çıkarmak için, fazlasıyla geniş ve başıboş bir muhayyele gerekiyor: V. İ. Lenin, Karl Marx, Mao Zedong, Fidel Castro, Deniz Gezmiş ya da Behice Boran, tabii ki bir Kadet’in konuştuğu kürsüye çıkıp konuşma yapar, yapmasında bir sakınca yoktur.

Ama gelin bir de V. İ. Lenin Lenin’in Kadet’lerle “ittifak” konusunda ne dediğini hatırlayalım: “Şunu unutmayın ki beyler,” diyordu O, “Kadet’lerle ittifak ya da müzakere onlara basınç uygulamanın en kötü yoludur. Pratikte, Sosyal Demokratların bağımsız mücadelelerinin dumura uğratılması anlamına gelecektir; Kadet’ler üzerine Sosyal demokrat baskı değil. Duma’yı devrimselleştirenler ve Kadet’ler üzerinde baskı uygulayanlar, yalnızca usanmaksızın Kadet’lerin her yanlış adımını teşhir edenlerdir.”[4]

Bir TÜSİAD “projesi” olduğunda hemfikir olduğumuz (“İmamoğlu doğru, sermayenin Atatürkçü bir projesidir. Onun bu derece rahat hareket etmesini sağlayan da, sermayenin, hatta üst bürokrasideki belli kesiminin açık desteğidir,” diyor kendisi de…) Ekrem İmamoğlu’nun desteklenmesi gerektiğine ilişkin Polat’ın gerekçesi ilginç: “Bu koşullar altında başka bir aday çıkartılamazdı ki…”

Ama bizim eleştirisini yaptığımız tam da bu değil miydi: Cumhuriyet tarihi boyunca sosyalistlerin, devrimcilerin, komünistlerin “koşulları değiştirmek için çaba göstermektense koşullara teslim olma”larındaki makus talih: (Üstelik kendisi daha da ileri gidip Şefik Hüsnü Değmer’i “emperyalistlere karşı kendi silahlı birliklerini kurmadığı için eleştiriyor!) 1930’lu 40’lı yılların Tek Parti rejimi altında ağır baskılar altında yaşayan bir avuç komünistten fazlasını beklemek belki uç bir voluntarizm olurdu; ama artık bu “makus talih”i kırmak için çaba göstermenin zamanı gelmedi mi? “Gerici/ faşist” iktidarlara karşı sermayenin şu ya da bu fraksiyonuna (genellikle “ilerici” güzellemeleri eşliğinde) yedeklenme alışkanlığımızı bir kenara bırakıp kendi bağımsız çizgimizi, hattımızı oluşturmayı, yani sosyalistler, devrimciler olarak “ne dediğimizi”, “ne istediğimizi” netleştirerek, kitlelerle BU eksende buluşmayı, bir başka deyişle emek-eksenli bir “taraf” olarak ortaya çıkmayı önermenin neresi “sakıncalı” ya da “sol lafazanlık” ola ki?

Bir de şu var: Selçuk Şahin Polat, çelişki dedektifliğine çıkmış. Yazımızda “seçim sonuçlarının AKP iktidarını gerilettiği” saptamamızın İmamoğlu’nun bir TÜSİAD projesi olduğu saptamasıyla çeliştiğini “yakalamış”, iştiyakla soruyor: “Gördüğümüz gibi seçimde İmamoğlu’nu destekleyenler, yazarlarımıza göre CHP kuyrukçuluğu yaparak, TÜSİAD projesini ve İlkesizliği benimseyerek, yine onların ifadesine göre ‘AKP’yi ağır bir yenilgiye, hezimete uğratmışlar, Recep Tayyip ve AKP sultasının kırılmasına’ sebep olmuşlar.” Bu bir çelişki değil mi?

Değil … Öncelikle, “seçimde İmamoğlu’nu destekleyenler”, size (ya da sola, solculara…) kulak verdikleri için İmamoğlu’na oy vermediler. KONDA’nın anketine göre, Mart 2019 seçiminde Ekrem İmamoğlu’na oy verdiğini belirten MHP’lilerin oranı yüzde 11’den, Haziran 2019’da yüzde 28’e çıkmış. Aynı oran kararsızlar için yüzde 28 ile yüzde 40, oy kullanmayanlar için yüzde 17 ve yüzde 30. Bu arada şunu belirtmeli, solun etkilemesine en açık kitle olan HDP seçmenlerinin İmamoğlu’na destekleri Mart ayında yüzde 89’dan Haziran seçimlerinde yüzde 91’e çıkmış, yani iki puan artmış![5] Bir başka deyişle, İmamoğlu, 800 bin oyluk farkın büyük bölümünü AKP ile sorunlu “sağ” seçmenden almış… Bunu “sol”un başarı hanesine yazmak, aşırı bir iyimserlik.

Peki, bu neye işaret eder? Kemalist laiklikten bagajını boşaltan CHP’nin BU seçmeni elinde tutmak için giderek sağcılaşmak zorunda kalacağına. Teşbih yerindeyse, ANAP’laşacağına. Bu durumda, sizce sol’un, sosyalistlerin ve/ veya HDP’nin böyle bir gidişatı engelleyecek, tersine çevirecek, hatta müdahale edecek bir gücü, ufku ya da stratejisi var mı?

Ya da bunlara dikkat çekmenin sakıncası ne?

* * * * *

Bunlarla birlikte, bizim üzerimizden başkalarına yönelik dolaylı bir tutum da siyasi etik açısından mahzurludur; “Yazarların tavırlarının gerekçeleri ve benim eleştirilerim bunlar. Bu aynı zamanda, A. Öcalan’ın zamansız ‘tarafsızlık’ çağrısının, TKP’nin ‘CHP’ye oy vermeme’ tavrının ve de SDP ile ESP’nin seçime ilgili çağrı yapmama tavırlarının da bir eleştirisidir,” satırlarındaki üzere!

Yeri gelmişken; belirtmeden geçmeyelim: “Lenin sonrası komünist (sosyalist) hareket belini bir türlü doğrultamadı,” gibi bir hayli büyük bir “iddia”yı dokuz (evet dokuz!) kelimeyle özetleyen Selçuk Şahin Polat’ın (“cüzdanını hep haydutlara veren” ısrarıyla) “Devrim sonrası Bolşevik Parti, boğulmak üzereyken, Alman emperyalistleriyle rezil Brest-Litovsk anlaşmasını yapmıştır,” formülasyonuyla İmamoğlu’nu desteğini açıklamaya kalkışması mugalata değil ise, traji-komiktir.

Tıpkı şu ifadelerindeki üzere:

İki yazar, sosyalistleri, neden kuyrukçuluk yapıyorsunuz diye eleştiriyor. İyi güzel de siz onlara ne öneriyorsunuz? Yoksa üzeri çizilmiş boş oy pusulası atmayı mı? Bana göre sosyalistleri, kitlelerin içine girdikleri için değil, kitleleri bizim tarafa döndürmek için hiçbir çaba harcamadıkları için eleştirmeliyiz. Ne demiştik ‘hayduda cüzdanını verebilirsin ama daha sonra onun hakkından gelmek için’. Bunu yapabilmek için de organize olmak gerektiği açık değil mi?...

Yazarlarımız eleştiri hedefine HDP’yi de alarak, bu şartlar yerine getirilmeden girişilen desteklemeyi ilkesizlik ve kuyrukçuluk olarak özetlemektedirler…

Yani ‘en geniş kesimleri mücadeleye katacak…’ bir söylem onlara göre ‘Boyun eğmiyorum ve eğmeyeceğim,’ imiş. Yanılıyor muyum yoksa? Böyle bir söylem var da ben mi göremedim?”

Selçuk Şahin Polat’ın satırlarındaki tutum(suzluk), hem nalına hem de mıhına vuran reel-politikerlikten muzdariptir. Siyasi olarak da, bugünü kurtarmak için gelecekten vazgeçmektir.

Sonuç olarak bu da Eduard Bernstein’ın, “Hareket her şeydir, nihai hedef hiç bir şeydir” formülasyonundaki revizyonist vazgeçişten başka bir şey değildir ve insanlar Bernstein ya da Karl Kautsky’yi yeniden (“radikal demokrasi” söylenceleriyle!) güncelleştirmekte özgürler!

* * * * *

Bir şey daha: 11. Tez, bizim için dünyayı işçi sınıfının yolunda değiştirme tarihsel girişkenliğinden başka bir şey değildir!

Hayır biz, “Dünyayı değiştirme çabası yenik düştü şimdi bir kez daha anlamak gerekiyor”çulardan[6] değiliz.

Gelelim; “Özbudun ve Demirer, üç yanlışı yapmayarak seçimlerde sandığa boş oy pusulası atılması doğru tavrını bize gösterdiler. Fakat bu tavır, mevcut faşist iktidara karşı herhangi olumlu bir sonuç üretemedi. Veya yazarlarımız böylesi bir yararı bize aktarmayı unuttular,” denmesine…

Biz Emma Goldman’ın, “Artık hayal kuramadığımızda ölürüz,” saptamasındaki bir hayalden söz ediyoruz!

Bu elbette reel-politikerlere, parlamentaristlere, “sivil toplumcular”a vb’lerine bir şey ifade etmez; hatta “sol sekterlik”, “doğmatizm” falan da gelebilir!

Ancak bu malumun ilanı hezeyanlara rağmen, hâlâ, evet evet hâlâ…

Elias Canetti’nin, “Günlük yaşam, yalanlardan kurulu yüzeysel bir düzendir”…

Irvin David Yalom’un, “Daha az acı istiyorsanız gidin sürünün bir parçası olun!”…

Emma Goldman’ın, “Aramızda gerçeğin ve adaletin en büyük düşmanları, bir kitle hâlindeki çoğunluklardır, kahrolası kitle hâlindeki çoğunluklar”…

Jacques Derrida’nın, “Yok kurtuluş yeryüzünde cellatlar bağışlanabildiği sürece”…

Ernest Hemingway’in, “Özgürlükten daha önemli bir şey yoktur”…

Hermann Hesse’nin, “Bize yol gösterecek kimsemiz yok, tek kılavuzumuz yüreğimizdeki özlemdir,” uyarılarını -“Alayına isyan” vurgusuyla- kulağımıza küpe edip; bizi “Ölümü gösterip, sıtmaya razı etmek” isteyenlere de “Hayır” diyoruz!

Ayrıca da yeter artık! Bırakın şu, “Neyi geriletiyor veya kimleri ilerletiyorsunuz; düşündünüz mü?” sorusunu gölgeleyen; “Hedef AKP-MHP’yi geriletmek”[7] türünden ince hesaplı “strateji”ye!

Marmara baronlarını halk (ve demokrasi) saflarında tanımlayarak, demokrasi cephesinin ana unsurlarından biri kabul etmek fazla iyimserliktir; hem de Ekrem İmamoğlu şunları haykırırken: “Onların hepsini Allah’a havale ediyorum. Dün birisi Trabzon’da diyor ki, ‘Terörün kucağında’. Ben, bir tek anamın kucağını bilirim. Anacığım da aşağıda. Bir de milletimin değerlerini iyi bilirim. Ben, bir şehre, İstanbul’a hizmet ederken, o kentin çıkarlarını mutlaka düşünen projeler üreteceğim. Bir de bağlı olduğum değerler var. Türkiye’nin o güzelim Misak-ı Milli sınırlarına, komutanlarına, askerlerine, benim dedeme, sizlerin dedelerine, Topal Osman’a, bayrağına, havasına, suyuna, doğasına, bu ülkenin kuruluş değerlerine, Cumhuriyet’e, demokrasiye, çocuklarımızın dünden bugüne gelip, yarınlara ulaşmasının yolunu açan, bu ülkenin tek lideri Mustafa Kemal Atatürk’e bağlıyım.”[8]

* * * * *

İyi de şimdi “yığınlara ne önermiş” oluyoruz?

Ursula K. Le Guin’in, “Vermediğiniz şeyi alamazsınız, kendinizi vermeniz gerekir. Devrim’i satın alamazsınız. Devrim’i yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır, ya da hiçbir yerde değildir,” uyarısı doğrultusunda kanaatlerimizi ifade ettik; ve kanaatlerimize uygun tavır aldık, diyetini de ödedik; kimiler “yetersiz” bulsa da, bu ve bu kadar!

Ve nihayet, “Aslında Manifestonun eleştirisi oldukça uzundu. Burada bunun özetini okuyorsunuz,” notunu eklemeden edemeyen Selçuk Şahin Polat’a, “Gerçeğin büyüklüğünü tanıyıp da onunla dost olamayanlar, o kılığa bürünmüş yalanlarla oyalanırlar,” diyen Hüseyin R. Gürpınar’ın sözleri eşliğinde, “Bu “tartışma”(?) bizim için kapandı; herkes kendi yoluna” diyelim…

6 Temmuz 2019 21:25:21, İstanbul.

N O T L A R

[*] Newroz, Temmuz 2019…

[1] Cemal Süreya.

[2] Metin Çulhaoğlu, “Sınıflar Mücadelesi ve ‘Projeler’…”, 2 Temmuz 2019… https://ilerihaber.org/yazar/siniflar-mucadelesi-ve-projeler-100013.html

[3] Selçuk Şahin Polat, “Tartışma/Sibel Özbudun ve Temel Demirer’in Talihsiz Manifestosu”, 6 Temmuz 2019… http://www.simurg-news.com/tartisma-sibel-ozbudun-ve-temel-demirerin-talihsiz-manifestosu-selcuk-sahin-polat/

[4] Vladimir İliç Lenin, “Who is for Alliance with the Cadets” (Kadet’lerle İttifak Yapmak İsteyenler Kimler?) Ekho, No:3, 24 Haziran 1906… Kaynak: Lenin Collected Works, Progress Publishers, 1965, Moscova, Cilt:11, ss. 53-59…. https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1906/jun/24.htm

[5] https://www.haberler.com/konda-arastirma-sirketi-nden-dikkat-ceken-12210378-haberi/

[6] Orhan Koçak, “Akıl Tutulması’na ‘Önsöz’…”, Max Horkheimer, Akıl Tutulması, Çev: Orhan Koçak, Metis Yay., 1986, s.7.

[7] “TİP Genel Başkanı Erkan Baş Erkan Baş: Hedef AKP-MHP’yi Geriletmek”, Yeni Yaşam, 22 Şubat 2019, s.7.

[8] Ekrem İmamoğlu, 5 Haziran 2019… http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/siyaset/1426819/imamoglu__Onlarin_yurudugu_akilsiz_yola_girmeyecegim.html