KÜLTÜREL ÇÜRÜME VE FAŞİZM[*]

“XXI. yüzyıl insanın yanılgısı,

faşizmin tekrar Nazi üniformasıyla

geleceğini sanmasıdır.”[1]

6 Ocak 2021 günü, yakın tarihin en şaşırtıcı olaylarından biri yaşandı. ABD bir “sivil darbe” tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. On binlerce Trump yandaşı gösterici, Washington’da Kongre binasını kuşattı. ABD bayrağına sarınmış, ellerinde faşist-faşizan örgütlerin flamalarını taşıyan, yüzleri gözleri boyalı göstericiler Capitol’un duvarlarına tırmanıyor, güvenlik görevlileriyle itişip kakışıyor, ellerindeki borularla onları darp ediyor, sloganlar atıyor, ilahiler söylüyor, “Mike Pence’i asın!”, “Nancy Pelosi nerede!” diye bağrışıyorlardı. Kongre binası dışında kurulmuş darağaçları, simgesel de olsa, niyetlerinin protestodan öte olduğunu göstermekteydi. İçlerinden bazıları oldukça zayıf olan güvenlik önlemlerini aşarak Kongre binasına girmeyi, Demokrat Kongre üyelerinin odalarını yağmalamayı başardı.

Göstericilerin seçim yenilgisini kabullenmeyi reddeden, koltuğu her ne pahasına olursa olsun terk etmemeye kararlı eski başkan Donald Trump ve yandaşları tarafından kışkırtıldığı artık biliniyor - Senato’da partisinin oylarıyla aklanmış olsa da… Gösteriler devam ederken eski başkan, twitter hesabından olayların bir videosunu paylaşmış, göstericilerin “çok özel kişiler olduğu”nu, onları “çok sevdiği”ni belirtmeden geçememişti. Daha önce yandaşlarına yaptığı çağrıda “Cehennemine dövüşün!” diye coşturuyordu. “Seçimin sonucunu kavga belirlesin!” diye ona destek çıkıyordu seçim sonuçlarını iptal ettirme yolundaki tüm çabaları yargı duvarına çarpan avukatı Rudy Giuliani. Ve Alabama Cumhuriyetçi temsilcisi Mo Brooks yangına körükle gidiyordu: “Artık isimleri kaydedip kıçları tekmeleme zamanı geldi…”

Trump’ın giderayak affederek salıverilmesini sağladığı Roger Stone ve Michael Flynn gibi mahkûmlar, güruhun başını çekiyor, kalabalıkları “Bu iyi ile kötü arasındaki savaştır!” vaazlarıyla kışkırtıyorlardı. Ve Missouri Cumhuriyetçi senatörü Josh Hawley, Capitol Hill baskınını yumruğu havada selamlıyordu.[2]

Faşistlerin Kongre baskını geride biri güvenlik görevlisi beş ölü ve bir sürü tuhaf görüntü bıraktı: Ellerinde haçlar taşıyan siyah kukuletalı adamlar, konfederal sancaklar, Kongre’nin duvarlarına tırmanan yüzleri-gözleri boyalı, vücutları dövmeli, yarı çıplak erkekler, (insanın aklına “Kabataş fantezisi” düşmüyor değil!), üzerinde “Auschwitz kampı” ve “Çalışmak özgürleştirir” yazıları seçilebilen bir svetşört bulunan bir neo-Nazi, ABD bayrağına sarınmış, polis barikatlarını zorlayanlar,[3] ve en “popüler”i: Kongre binasına girmeyi başaranlar arasında başında boynuzlu bir Çelik Blek başlığı, Amerikan bayrağı renklerine boyanmış yüzüyle dikkati çeken, ve “QAnon şamanı” olarak adlandırılan Jake Angeli Chansley…

“QAnon ne” mi dediniz?

QAnon, gizli bir şeytana tapan, yamyam, pedofil (sübyancı)’ler örgütünün varlığına, bu örgütün seks amaçlı küresel bir çocuk kaçakçılığı şebekesi oluşturduğuna ve ABD (eski) başkanı Donald Trump’a görevi sırasında darbe yapmayı planladığına ilişkin bir komplo teorisi. ABD yargısı tarafından bir “kült” olarak nitelenen QAnon’cular “Fırtına” adı verilen bir hesaplaşma gününe ve o gün Başkan Trump’ın bu “gizli örgüt”ün (Papa’dan başlamak üzere!) binlerce üyesini tutuklatacağına inanıyorlar ve özellikle sosyal medyada aktifler…

İnsan bunları okudukça-izledikçe, kafasında tencere, elinde balta, ya da oturma odasına soktuğu atın sırtında “Ertuğrul” dizisini seyredenler, protesto için İtalyan domatesleri üzerinde tepinenler, Çin’in Doğu Türkistan siyasetini protesto için Koreli turistleri Çinli sanıp saldıranlar, Türkiye’nin topraklarındaki bor ve petrol yataklarını işletmesinin Lozan Anlaşması’nın “gizli” maddeleriyle yasaklandığı, Gezi Direnişi’ni “Soros’çular”ın örgütlediği, TL’nin değer kaybının uluslararası “Siyonist-Masonik-FETÖ’cü-PKK (şimdilerde buna bir de LGBTİ+ eklendi!) lobisi’”nin eseri olduğu… vb. yolundaki “komplo teorileri”ni anımsamadan edemiyor!

Kabul etmeli, “aşırı sağ”, daha doğrusu neo-faşizmin yükselişi küresel ölçekli bir “kültürel çürüme”den besleniyor ve bu çürümeyi derinleştiriyor.

Öncelikle çürüme “alâmetler”i; Türkiye’den ve dünyadan:

I) Mahşerin Dört Atlısı

I.1) Irkçılık / milliyetçilik

Irkçılık özellikle Kuzey ülkelerinde tırmanışta. İşte yakın zamanda basından derlenmiş birkaç rastgele örnek:

● “328 milyon 200 bin nüfuslu ABD’de halkın yüzde 72.4’ünü beyazlar, yüzde 12.6’sını siyahîler ve geri kalanını da diğer etnik gruplar oluşturmaktadır. Washington Post gazetesinin verilerine göre, 1 Ocak 2015 tarihinden bu yana ABD’de 4 bin 728 kişi polis tarafından öldürülmüştür. Bunlardan 2 bin 385’i beyaz, bin 252’si siyahî, 877’si Hispanik/Latin’dir. Polis tarafından öldürülenler arasında siyahîlerin oranı yüzde 30’u bulmaktadır. Yani toplam nüfustaki siyahî nüfus oranının iki mislinden fazla.”[4]

● “ABD’de siyahîlere ırkçılık, günlük hayatın yanı sıra cansız bedenlerine yönelik de yapılıyor. Siyahî polis şefi yardımcısının cenazesi Oaklin Spring Mezarlığı'na kabul edilmeyince, yönetmelik değişti. Oaklin Spring kasabasında bir mezarlık yönetmeliğinde yer alan “Sadece beyazların cenazelerinin gömülmesine izin verilir” maddesini gerekçe gösteren kasaba yöneticileri, Polis Şefi Yardımcısı Darrell Semien'in cenazesinin mezarlığa gömülmesine izin vermedi.”[5]

● “Almanya’nın Aşağı Saksonya eyaletinde bulunan Wolfenbüttel beldesindeki bir anaokulunun duvarlarına Müslüman ve yabancılara yönelik hakaret içeren ırkçı ifadeler yazıldı. Nazi sembollerinin çizildiği yazılarda, “Yabancılar defolun” şeklinde ifadeler de yer aldı.”[6]

● “Irkçılık hadiseleri İngiltere başta olmak üzere İspanya, İtalya, Hollanda, Almanya ve Ukrayna gibi futbolun milyonlarca kişi tarafından izlendiği birçok ülkede görülmektedir. Örneğin, Birleşik Krallık polis verilerine göre yalnızca 2019 senesinde 150 futbol maçında ırkçılık içeren olaylar meydana geldi. Aynı şekilde Birleşik Krallık’ta ırkçılık olayları 2018’e göre yüzde 50 arttığı gibi, üç sene öncesine göre de iki katına çıktı. Rakamlardan da anlaşılacağı gibi ırkçılık olayları ada futbolunda ciddi anlamda artmış durumda.”[7]

● “Almanya Ayrımcılıkla Mücadele Dairesi dün Berlin’de 2019 yılına ait raporları açıkladı. Rapora göre Almanya’da iş hayatında, günlük hayatta ayrımcılığa uğradığı başvurusunda bulunanların sayısı her yıl artıyor. 2019 yılında 3 bin 580 kişi ten rengi, milliyeti, dini, cinsiyeti veya dış görünüşü nedeniyle ‘ayrımcılığa uğradım’ diye başvuruda bulundu ve yardım istedi. 2018’e kıyasla yüzde 3.6, 2015’ten beri ise iki kat bir artış var.

Çok uzağa gitmeye gerek yok. NSU cinayetlerini araştırma komisyonları, polis tarafından aranan teröristlerin yakalanamamasında yargı, emniyet ve istihbaratın zafiyetleri olduğu sonucuna vardı.

Polis teşkilâtında, orduda neonazilerin örgütlenmeye çalıştığı biliniyor. Özellikle Hessen polis teşkilâtı en çok şüphe altında. NSU mağdurları avukatlarından Seda Başay Yıldız’a gelen NSU 2.0 imzalı ölüm tehdidi mektuplarının izi Frankfurt polis teşkilâtına uzanıyor. Mektupların izini süren polis, aralarında bir internet chat grubu kuran, Hitler fotoğraflarını ve nazi sembollerini paylaşan paylaşan bir polis grubunu ortaya çıkardı. 5 polis memuru gözaltına alındı.

Almanya’da kurumsal ırkçılığın yanında bilinçli ya da bilinçsiz yapısal ırkçılık da yaygın. (…) Geçen yıl Friedrich Ebert Vakfı 175 çiftin ev kiralama başvurusunu araştırdı. Sonuç: Alman çiftlerin yüzde 46’sı, Müslüman ya da Yahudi kökenli olduğu belli olan diğer çiftlerin yüzde 25’i olumlu yanıt aldı.”[8]

● “(Fransa’da) Avrupa Konseyi’nin Afrika ve Arap kökenli 5 000 genç erkek arasında yaptığı araştırma, Fransız polisi tarafından sokakta durdurularak kimlik kontrolünden geçme olasılıklarının, diğer Fransızlara göre 20 kat fazla olduğunu ortaya koydu.”[9]

● “Macaristan’ın iki ana sınır kapısı Röszke ve Tompa’da kurulan iki geçiş bölgesi, ülkede 2015’de patlak veren mülteci krizine tepki olarak oluşturulmuştu. Bu yapılar yüksek güvenlikli cezaevlerini andıran konteynır barakalardan ibaret. Tel örgülerle çevrili bu mekânlar, hâl-i hazırda Macaristan’da mültecilerin iltica için başvurabilecekleri tek adres.

Her gün en çok 10 kişi başvuru formlarını doldurmak için demir kapılardan içeri kabul ediliyor. Ancak büyük çoğunluk, hızlı bir duruşmanın ardından reddediliyor; bu durumda geçiş bölgesini derhâl terk etmek zorundalar. Ancak yetkililerin göçmenlerin daha dinlenmeden başvurudan vazgeçmeleri için insanlık dışı yöntemler uyguladığına dair haberler geliyor.

Gelen haberlere göre, iltica başvurucularına geçiş bölgesinde bulundukları süre içinde yiyecek verilmiyor. Başvuruları işlem görürken parmaklıkların ardında tutuluyorlar ve yiyeceğe erişimleri engelleniyor. Bu uygulamanın gerisindeki hedef, öyle görünüyor ki, iltica başvurucularını açlık nedeniyle geçiş bölgesinden ayrılmaya zorlamak.

Macar yasalarına göre geçiş bölgesinden ayrılmak, iltica başvurusunun otomatik olarak reddedilmesine ve kişinin bir daha başvuruda bulunamamasına yol açıyor…”[10]

● “(Bulgaristan’da) Roman cemaati 7 milyonluk nüfusuyla ülke nüfusunun yüzde 5’ini oluşturuyor.

Başbakan Boyko Borissov’un hükümeti “Birleşik Yurtseverler” adıyla bilinen üç küçük sağcı popülist parti tarafından destekleniyor: Bulgaristan’ın Selameti için Birleşik Cephe, Bulgaristan Milli Hareketi ve Hücum Partisi.

Bulgaristan Milli Hareketi lideri Krasimir Karakachanov’un üç portföyü var: -başbakan yardımcısı, savunma bakanı ve kamu düzeni ve güvenlik bakanı. “Romanların entegrasyon stratejisi” ya da formel adıyla “sosyalleşmemiş Çingene (Roman) etnisitesinin entegrasyonu kavramı” yakında Bulgar parlamentosuna sunulacak ve olasılıkla yasalaşacak.

Tasarıda Romanlar, Nazilerin kullandığı terimle, “asosyal Çingeneler” olarak tanımlanıyor ve Roman kadınların doğuracağı çocuk sayısının sınırlandırılması, Roman çocuklar için “zorunlu çalışma eğitimi okulları” açılması ve cemaatin bazı kesimleri için angarya öngörülüyor. Romanlar ayrıca, Osmanlı artığı “yerli-olmayan Avrupalılar” olarak tanımlanıyor.

Partisinin manifestosunda ise, Romanlar için Yerli Amerikalılar ve Avustralya Aborijinlerinkine benzer “rezervasyonlar”ın oluşturulması öneriliyor, bunların “turist çekeceği” belirtiliyor.

Bu yılın başlarında Bulgar Romanlarla Roman-olmayanlar arasındaki şiddet olaylarının ardından Karakachanov şöyle diyecekti: “Gerçek şu ki, Çingene sorununun çözümü için eksiksiz bir program uygulamalıyız.” (…)

Aşırı sağcı üç partinin Bulgar hükümetinde anahtar pozisyonda ele geçirdiği 2017 seçimlerinin ardından, Romanlara karşı nefret suçları ve söyleminin yoğunlaştığı iddia ediliyor. Olaylar arasında Roman-karşıtı saldırgan gösteriler, “yasadışı” sayılan Roman konutlarının tahrip edilmesi, polis baskınları ve gözaltında ölümler, kırsal kesimde cemaat mensuplarının odun toplarken öldürülmesi bulunuyor.”[11]

Kuzey’den Güney’e doğru geçildikçe ırkçılık, “milliyetçilik” ve “etnik şiddet” görünümünü alıyor. Kendini bir “uygarlık çevrimi”ndense (günümüzde ırkçılığın temel tezahürü bu); bir “millet”in mensubu olarak tanımlayıp, hem iç azınlıkları hem de diğer milletleri düşman olarak görme eğilimi…

Örnekleriyle gündelik yaşamımızda bolca karşılaşıyoruz: Kürtlere, Yunanlılara, Ermenilere, Suriyeli göçmenlere, Yahudilere… yönelik “nefret söylemine tanıklık etmek için sosyal medyada küçük bir tur yetecek de artacaktır. Buyurun Ekşi Sözlük’ten “Suriyeliler” başlığı altında birkaç “entry”. Sansürleyerek:

 ● ”bunlar bu ülkeye yükten başka bir şey değil. savaş olabilir, mülteci olabilirsin ama o ülkenin kurallarını, kültürlerini dikkate almadan istediğin gibi yaşayamazsın. sorun anne-babalarında. iş güç yok, devlet para veriyor, boktan arap kültürünü her yere taşıyorlar.”

● “savaşıp ülkelerini korumalarını geçtim, doğum kontrolünden de haberleri yok. dünyada en mal ırklardan birisi bu suri ler. ben savaş yüzünden ülkemi terk etmek zorunda kalsam s..im kalkmaz. utançtan karıma el süremem. adamlar arsızca çoğalıyorlar.”

● “ya kardeşim ben vergimle bu o… çocuğu, kendi ülkesine ihanet eden anasını s….lerime bakmak zorunda mıyım?? kime sorup doldurdunuz bunları ?? hem bitti savaş s..tir edin artık şunları. yetti lan her yerde böcek gibi türemiş avradını s..tiklerim.”

Yalnız Suriyeliler mi? “Kürt linçleri” son dönemlerde fazlasıyla yaygınlaştı:

● “20 yaşındaki Barış Çakan’ın Kürtçe müzik dinlediği için öldürülmesinden sonra bir kez daha ırkçı saldırılar kamuoyunun gündemine geldi. Son 7 yılda sadece medyaya yansıyan haberlerde en az 10 ırkçı saldırı oldu. Bu saldırılar nedeniyle en az 4 kişi hayatını kaybetti 10’dan fazla kişi yaralandı.

Mezopotamya Ajansı’nın haberine göre, Ankara Etimesgut ilçesi Alsancak Mahallesi’nde Ağrı Patnos’lu yirmi yaşındaki Barış Çakan adlı genç dün akşam saat 22.30’da Kürtçe müzik dinlediği gerekçesiyle kalbinden bıçaklanarak öldürüldü.

Kürtçe şarkı söylediği için ya da dinlediği için öldürülen ilk kişi Barış Çakan değil. Buna benzer nefret cinayetleri Türkiye’de çokça yaşandı. Kamuoyuna yansımayanların yanısıra kamuoyuna yansıyan buna benzer bazı cinayetler ve saldırılar şu şekilde oldu:

I.2) Köktendincilik

Irkçılık/milliyetçilik ve/ile etnik şiddet günümüzde giderek köktendincilikle kaynaşmakta; yeryüzünün büyük bölümünde ırkçı/milliyetçi/etnik şiddet artan ölçülerde dinsel iddia ve motiflerle belenmekte.

Örneğin ABD’deki kongre baskını, ABD medyası tarafından giderek “Hıristiyan milliyetçiliği”nin bir saldırısı olarak adlandırılmakta: ABD’yi “Hıristiyan bir ulus” olarak (yeniden) inşa etme girişimi. Bu konuda “dumanı üzerinde” bir kitap yayınlayan Whitehead ve Perry “Hıristiyan milliyetçilik”i şöyle tanımlıyor:

“Yerlilik, beyaz üstünlüğü, ataerki ve heteronormativite konusunda varsayımların yanısıra, otoriter denetim ve militarizme ilişkin ilahi yaptırımları da varsayar. Dinsel olduğu kadar, etnik ve siyasaldır da. Bu bakışla anlaşıldığında, Hıristiyan milliyetçiliği Amerika’nın her zaman-öz-kimliğinde, kendi tarihine ilişkin yorumlarında, kutsal simgelerinde, değerlerinde ve kamusal politikalarında- tepeden tırnağa ‘Hıristiyan’ olageldiğini ve öyle de kalması gerektiğini öne sürer. Niyeti tam da bu durumu sürdürmektir.”[13]

Ancak “milliyetçilikler”in köktendincilikle karıldığı tek ülke ABD değil. Günümüzde “milliyetçilik”ler artan ölçüde dinsel bir tonla yükleniyor. Örneğin Polonya:

“(…) Bugünlerde aşırı sağcı gruplar din ile milliyetçilik arasındaki tarihsel bağlantıyı istismar ederek kürtaja ve eşcinsel evliliğe muhalefet gibi ortak davalara yedekliyorlar. Bütün Polonya Gençliği (gençlik arasında etkin faşist bir örgütlenme), “Büyük Katolik Polonya” sloganı altında harekete geçiyor ve bu sloganın cazibesi, anaakımda giderek güç kazanıyor. ‘Katolisizm tek hakiki din ve Polonyalıların diğer uluslara üstün olduğuna dair saf milliyetçi mesaj, yüzeysel insancıl sloganların ardından sırıtıyor. Bu kimlik arayışındaki ve bir gruba kabul edilmek isteyen yeniyetmeleri manipüle etmek için mükemmel bir strateji,’ diyor Polonya Demokratik Cumhuriyeti adlı sivil örgütün lideri Jolanta Urbánska. (…) Irkçılık karşıtı Never Again (Bir Daha Asla) Derneği kurucularından Rafael Pankowsky, milliyetçilerin yurttaşların yüzde 94’ünün kiliseye bağlılıklarını ifade ettiği Polonya’da dinin statüsünden yararlandıklarını söylüyor: ‘Bugün tanık olduğumuz şey, otoritenin içe doğru patlaması,’ diyor. ‘Kilisenin sertlik yanlısı sağ kanadı kontroldan çıktı ve onu durdurabilecek ya da durdurmak isteyen kimse yok. Hiyerarşi çöktü. Bugün sıradan bir rahip, Peder Tadeusz Rydzyk[14], piskoposlar dâhil bütün Kilise görevlilerinden daha güçlü ve kimse Papa Francis’e kulak asmıyor.’”[15]

Köktendincilik ile milliyetçiliğin kaynaşması, göreli “seküler” yönelimli Macaristan’ı dahi etkisi altına almış durumda:

“(Orban’ın liderliğindeki iktidar partisi) Fidesz 1980’lerin sonları, 90’ların başlarında anti-klerikalizmden dine karşı açıkça pozitif bir tutuma doğru kaydı (…) 2011’de benimsenen yeni Temel Yasa, hükümetin, hiçbir şekilde ulusal uzlaşıyı yansıtmayan tek yanlı girişiminin sonucuydu. Yalnızca Fidesz’in milletvekillerince oylanan bu yasa, Macaristan’ı Hıristiyan değerlere dayalı bir ulus olarak tanımlıyor. Metin, din, gelenekler ve ‘ulusal değerler’in rolünü arttırıyor. 1989 Anayasası’nın aksine, 2011 Temel Yasası sekülerleştirilmiş ulusal bir inanç sisteminin ifadesi işlevini görüyor: Hıristiyanlığın evrenselci ruhunun bir çeşit paganlaştırılmış, tikelci bir kavrayışı. Cumhurbaşkanı Temel Yasa’yı Fidesz’in seçim zaferinin birinci yıldönümü olan ve Paskalya Pazartesi’sine denk düşen 25 Nisan 2011 günü imzalarken, İsa’nın dirilişi ile yeni Fidesz Anayasası’nın kabul edilmesi arasında irkiltici bir paralellik kuruyordu.”[16]

Din (Sünnî İslâm) ile milliyetçiliğin kesişiminin her gün binlerce örneğini yaşadığımız Türkiye’yi bu fasılda zikretmeksizin, fundamentalist milliyetçiliğin uç örneklerinden Hindistan’a çevirelim bakışımızı:

“(…) BJP’nin[17] parlamentoda çoğunluğu sağlayıp Modi başkanlığında hükümeti kurduğu 2014’ten sonra, dünya dinsel kimliğe dayalı toptan ‘radikal milliyetçi bir hareket’in biçimlenişine tanık oldu. Seçimden sonra Hindutva (“Hinduculuk”: Hindistan’ın kültürünü Hindu değerleri üzerinden tanımlayan ideoloji) ideolojisi devlet desteğiyle yayılmaya başladı. Dinsel azınlıklar, özellikle Müslümanlara karşı şiddet eylemleri arttı. Devlet destekli şiddet eylemleri tüm Hindistan’da tırmanışa geçti. Uzun Hindu radikalleşme süreci, şiddetli bir aşırıcılığa dönüştü. Örneğin hükümet Müslümanları açıkça tehdit ediyor ve onlara karşı yasalar yapıyor. Ülkenin bir çok bölgesinde Hindular Müslüman azınlığa karşı açık şiddet uyguluyorlar. Müslümanlar Hindistan’da güvende değil; mülkleri tehdit altında. (…)

BJP hükümeti Müslümanlara karşı adımlar attı. Aralarından en tartışmalı olanı, Yurttaşlık Yasası’nda öngörülen değişiklik. (…) Bugünlerde 11 Aralık 2019’da onaylanan bu yasaya karşı, Müslümanları yurttaşlıktan dışlaması nedeniyle yükselen ölümüne protestolara dair haberler okuyoruz. (…)

Hindistan Müslümanları BJP hükümeti yönetiminde güvende değiller. Dinsel ayinlerini yerine getiremiyorlar, mülkleri, evleri tehdit altında. Ülkenin pek çok bölgesinde Müslümanlara karşı şiddet olayları gerçekleşiyor. Müslüman kızlar sözlü ve cinsel tacize uğruyor. Bazen dana eti yedikleri için, bazen de başka nedenlerle bütün bir ailenin Hindularca darp edildiğine dair haberler alıyoruz. 2015 Mayıs’ı ile Aralık 2018 arasında inek koruma grupları, sığır boğazladıkları, naklettikleri ya da tükettikleri gerekçesiyle -çoğu Müslüman- en az 44 kişiyi öldürdüler. 2002’de Gujarat’ta meydana gelen hadiseler[18] Hindistan’da Müslüman azınlığın durumuna dair iyi fikir verir: Olayların sırasında gençlerden oluşan güruh ellerinde kılıçlar, gaz bombaları, tabancalar, sopalarla sloganlar atarak Müslüman mahallelere daldı, erkeklerle kadınları ayırıp kadınlara ailelerinin gözü önünde tecavüz etti, çocukları kılıçtan geçirdi, Müslümanların evlerini, camileri talan etti, kaçışanları yangına doğru sürdü…”[19]

I.3) Machismo

Yükselen ırkçılık, milliyetçilik ve köktendinciliğin vazgeçilmez yoldaşı, “eril şövenizm” olarak da tanımlanabilecek, machismo ya da “eril-merkezcilik”tir ve neredeyse istisnasız, ırkçılık/milliyetçilik ve köktendinciliğin yükselişine eşlik etmektedir.

“Machismo”nun resmi tezahürü, sağcı-neofaşist partilerin iktidarda olduğu ya da iktidarlar üzerinde basınç uyguladığı hemen her ülkede kürtajı yasaklamaya ya da sınırlandırmaya yönelik yasal düzenlemelerin gündemde olmasıdır. Günümüzde kürtaj altısı Latin Amerika’da olmak üzere on dokuz ülkede tümüyle (annenin yaşamı risk altında olsa da) yasak: El Salvador, Dominik Cumhuriyeti, Haiti, Jamaika, Porto Riko, Honduras, Nikaragua, Surinam, Malta, Vatikan, Moritanya, Senegal, Sierra Leone, Kongo, Mısır, Madagaskar, Irak, Laos, Filipinler. Ancak Trump ABD’si[20], Bolsonaro Brezilya’sı, Orban Macaristan’ı, Tayyip Erdoğan Türkiye’si gibi faşizan yönetimlerin iktidarda olduğu ülkelerde kürtajın yasaklanması ya da sınırlandırılması konusu sıkça gündeme getirilmekte. Kürtajın çeşitli koşullarda (tecavüz gebelikleri, anne için hayati tehlike, isteğe bağlı kürtaj vb.) serbest olduğu ülkelerde, dinci söylemlerden beslenen kürtaj karşıtı hareketler de giderek güç kazanıyor.

Ancak yükselen machism’in tek göstergesi kürtaj tartışmaları değil. Kadına yönelik şiddet, kadın cinayetleri ve cinsel suçlar da küresel ölçekte tırmanışta gözüküyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün “küresel bir kamu sağlığı sorunu” ilan ettiği kadar var. DSÖ’nün istatistiklerine göre dünyada kadınların yüzde 35’i partnerlerinin ya da partneri olmayan erkeklerin cinsel ya da fiziksel şiddetine maruz kalmış: yani her 3 kadından biri… Pandemiyle birlikte bu oranın daha da yükseldiği vurgulanıyor. DSÖ’nün bildirdiğine göre ev-içi şiddetin zaten yüksek oranlarda seyrettiği Doğu Akdeniz bölgesinde (fiziksel ya da cinsel şiddete uğrama oranı yüzde 37) yüzde 50-60’lık bir artış söz konusu.[21] Kadın cinayetlerinde de öyle.

Fem(in)icide Watch’ın 2019 tarihli rapora göre, yalnızca 2017 yılında dünyada toplam 50 bini (yüzde 58) partneri ya da aile bireylerinden biri tarafından olmak üzere, 87 000 kadın öldürüldü. Bu günde 137, saatte ise altı kadının bir yakını tarafından öldürüldüğü anlamına geliyor! İşin ürkütücü yanı, bu oran 2012 verileriyle karşılaştırıldığında, partner ya da aile bireyi tarafından öldürülen kadınların oranının yükseldiği görülüyor: 2012 yılında bu sayı 48 000 idi: tüm kadın cinayetlerinin yüzde 47’si…[22]

Türkiye kadına yönelik şiddet[23] ve kadın cinayetlerinde, başa güreşen ülkelerden biri. “Kadın Cinayetlerini Durduracağız” Platformunun verilerine göre 2020 yılında öldürülen kadın sayısı 404. Bu sayı katlanarak artıyor: 2008’de 66, 2009’da 125, 2011’de 128, 2015’te 293, 2017’de 349[24]… Ve takım elbise giyip kravat takan, hâkimin karşısında 30 derece eğik duran kadın katilleri, “hafifletici nedenler” ya da “iyi hâl”den indirimli cezalarla ödüllendiriliyor!

Daha vahimi, kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri kamuoyunda dile getirilip protesto edildiğinde, “milliyetçi-maneviyatçı” kitlelerde “hak etmeyen kadın dayak yemez/öldürülmez” tutumunun giderek daha yaygın biçimde dile getirilmesi. Örneğin genellikle komando resimleri paylaşan, Reis’e övgüler düzen, HDP, LGBTI+, öğrenci direnişleri ve feministlere küfürler yağdıran sosyal medya hesaplarına göz attığınızda kadın cinayetlerine alkış tutulduğunu görürsünüz. “O polisi alnından öpmek lazım,” diye twit atıyor, polis olan eşini kendisinden ayrılmak istediği için öldüren bir erkek polis için, biri. “Kadına şiddet makyajı ile Lutîlikleri meşrulaştıramayacaklar,” diye ekliyor öbürü. “Kadına şiddet yaygarasıyla faministlere (!) esir oldunuz bir baba çocuğuna çıt dese aile içi şiddet diye evden uzaklaştırıyorsunuz tabiki kabeye saldıran züppeler yetişir. Bunda sizinde payınız vardır sizi Allah’a havale adiyorum (!) zalimler,” diye çemkiriyor beriki de Aile bakanlığına…

Dizginden boşanan erilliğin en önemli göstergelerinden biri ise, çocuklara yönelik cinsel suçlar… Türkiye’de her üç çocuktan birinin cinsel istismar mağduru olduğunu bildirilen Nirengi Derneği raporunda cinsel istismar vakalarının sadece yüzde 10-15’inin adliyeye intikal ettiği aktarılıyor.[25] Türkiye’nin dünyada 3. Sıraya yerleştiği çocuk istismarı suçlarına ilişkin rakamlar, tüyler ürpertici. CHP Ankara Milletvekili Tekin Bingöl tarafından hazırlanan bir raporda son 10 yılda 482 bin 908 kız çocuğunun evlendirildiğine dikkat çekilip Türkiye’nin, çocuklara yönelik cinsel istismar, taciz ve tecavüz olaylarında dünyada 3. sırada yer aldığı vurgulanıyor. Aktarayım:

“Yılda ortalama 8 bin çocuk istismara uğruyor. Son 10 yılda çocuk istismar davaları ise yüzde 700 arttı. Adalet Bakanlığı verilerine göre ceza mahkemelerinde karara bağlanan davalarda ‘çocuğa cinsel istismar’ ile ‘reşit olmayanla cinsel ilişki’ suçlarının sayısı son 10 yılda 4 kat arttı. Türkiye’deki cinsel suçların yüzde 46’sı çocuklara karşı isleniyor. 15 yaşın altında cinsel istismara uğrayarak doğum yapan çocuk sayısı ise 15 bin 937 olarak kayıtlara geçti.”

Meclis’te çocuk adalet sisteminin araştırılması yönünde önerge veren CHP Antalya Milletvekili Aydın Özer’in paylaştığı Adalet Bakanlığı verilerinden, ceza mahkemelerinde TCK uyarınca karara bağlanan davalardaki çocuğa cinsel istismar suçu ile reşit olmayanla cinsel ilişki suçu sayılarının toplamda 153 bini son on yıllık değişimi gözlemlemek mümkün:


I.4) Anti-entelektüalizm

Evet, dünyada kadın cinayetleri de katlanıyor, çocuklara yönelik cinsel suçlar da… bu coğrafyada Türkiye bu “trend”i yakından izliyor, bu alanlarda başa güreşiyor!

“Çürüme alâmetleri”nin bir diğeri de son dönemin gözdelerinden, anti-entelektüalizm. Dikkat, “cahillik” değil: olayları bilgi birikimine dayalı mantıksal düşünce ile anlama, analiz etme, nedensellikler ve olasılıklar üzerine kafa yorma, vargılarını sınama, nüansları kavrama çabası ve bu çabayı gösterenlere karşı bilinçli, kasıtlı düşmanlık. “Loş ve yanlış yönlendirilmiş yeis ve hüsranlarla, gizem ve komplolara ilişkin sanrılarla yüklü, günah tekesi arayışındaki hoşnutsuz kitlelerin” [27] devası… Kimi zaman Masonları, bazen Siyonistleri, göçmenleri, yerine göre gayrımüslimleri veya Müslümanları, siyahîleri, etnik-dini azınlıkları, komünistleri, Bilderbergcileri, faiz lobisini, Yahudileri… dünyadaki tüm kötülüklerin müsebbibi olarak görüp hedef tahtasına yerleştiren kestirmecilik… Educational Philosophy and Theory dergisi yazı kurulu, “Anti-entellektüalizm”e ayırdığı özel sayının girişinde bu görüngünün üç tipini şöyle ayırt ediyor:

1) Dinsel antirasyonalizm: Duyguların sıcak (yani iyi), aklınsa soğuk (yani kötü) olduğu görüşü. Genellikle mutlak bir inanç sistemiyle tamamlanır;

2) Popülist anti-elitizm: Önceleri “monşer politikacılar” ve köklü zenginler patrisyen sınıfı karşısındaki kamusal kuşkuculuk, sonralarıysa ilerici politikalara duyulan kamusal düşmanlık.

3) Düşüncesiz araçsalcılık: Dolayımsız ve doğrudan maddi kazanç sağlamıyorsa bilginin değersiz olduğu yönündeki inanç ve davranışlar.[28]

Anti-entellektüalizmin gövdesi neo-faşizan politikacıların kızıştırarak harekete geçirdiği “cehaletinden hoşnut” güruhlar ise eğer, dölyatağı, kısa vadeli “kâr, daha çok kâr” için dünyayı tutuşturmaya hazır neoliberal kapitalizmdir. Rönesans-Reformasyon-Aydınlanma’nın son kırıntılarını, burjuvazinin insanlığa armağan ettiği tüm kültürel değerleri zücaciyeci dükkânındaki fil misali yıkıp döküp yok eden neoliberal kapitalizm… “Bu sıralar Yeni Zelanda, tıpkı Avustralya ve Kanada gibi, kültürü hiç önemsemeyen neoliberal, kâr takıntılı, kof, paragöz politikacıların yönetiminde. Yalnızca kısa vadeli kazançlara bakıyorlar. İstedikleri yaşamı elde edebilmek için gezegeni yok etmekte bir an olsun tereddüt etmezler. Hükümetime karşı çok öfkeliyim…” diye haykırıyor Yeni Zelandalı romancı Eleanor Catton.[29]

Küresel ve sınır tanımayan kapitalizmin her şeyi yerinden ettiği, büyük kitleleri açlığa, yoksulluğa, kırılganlığa mahkûm ettiği vahşi dünyasında ayaklarının altındaki zemin durmaksızın kayan, prefabrik kalıplarla düşünmeye şartlandırılmış insan(cık)lar, internetin tüm “uzmanlıkları” yerle bir ettiği, bütün sırların faş olduğu, bu “mış gibiler” çağında, öfkelerini ömürlerini kütüphanelerde tüketmiş, kürsülerde dirsek çürütmüşlere yöneltebiliyor: “okudun da başımıza bir b.k mu kesildin?” Hülya Avşar’ın ikide bir profesörlere çatması, mafya şeflerinin durup durup akademisyenlere ayar çekmeleri, cumhurbaşkanının “mankurt aydınlar”a ilenmesi nafile değil.

Yeni sağ ile yükselişe geçen komplo teorileri, anti-entelektüel için çok elverişli bir ikame sağlıyor. Uzun uzun araştırmadan, okumadan, düşünmeden erişilmiş, herkesin bilmediği/bilemeyeceği sanısına bürünmüş “özel” bilgilere sahip olmak, gerçekten de bir ayrıcalık, bir üstünlük duygusu veriyor kişiye…

“2018 yılında yapılan bir araştırmada insanların %16’sının, küresel ısınmanın bir düzmece olduğuna inandığı ortaya çıkmış. Benzer şekilde insanların %37’si, aslında kanserin ilacının bulunduğuna ancak ilaç firmalarının baskısıyla bu gerçeğin örtbas edildiğine inanıyor. Yaklaşık %20’si, aya hiç gidilmediği görüşünde. İnsanların %5’i Yahudi soykırımı diye bir şeyin var olmadığını düşünüyor, %2’si dünyanın düz olduğunu düşünüyor, %4’ü ise dünyanın, insan görünümlü uzaylı sürüngenler tarafından yönetildiğine inanıyor.

Bazı insanlar uçakların arkalarında bıraktığı kimyasal izlerin zihin kontrolü ya da kimi grupları hadım etmek amaçlı olduğuna, bazıları aşıların ilaç şirketlerinin art niyetiyle fayda yerine zarar getirdiğine, bazıları hükümetlerin uzaylılarla yardımlaştığına, bazıları dünyanın İllüminati denilen bir örgüt tarafından yönetildiğine inanıyor.”[30]

Türkiye, malûm, komplo teorileri açısından velût bir ülke.

“Oxford Üniversitesi ve Reuters Enstitüsünün 2018 yılında yaptığı, dünyanın farklı bölgelerinden 37 ülkeyi içeren geniş kapsamlı araştırmaya göre, Türkiye bu 37 ülke arasında habercilerin en fazla haber ‘ürettiği’ ülkedir. Mustafa Akyol, Türkiye’de ‘Tüm dış güçlerin Türkiye aleyhine oyunlar oynadığı, Türkiye üzerine büyük komplolar döndüğü’ gibi bir inancın çok yaygın olduğunu belirtir. Türkiye’deki insanların yaklaşık yarısı, ülkenin ekonomik olarak içinde bulunduğu kötü koşulların ‘bir takım güçlerin ülkesine karşı ekonomik bir savaş açmasının sonucu’ olduğuna inanmaktadır. Türkiye’deki insanların siyasal ve küresel olaylara bakış açısını inceleyen Julian de Medeiros komplo teorilerinin ülkede çok yaygınlaştığını, politikanın ‘paranoyaklaştığını’ belirtir…”[31]

II) Faşizmin Dölyatağı: Neoliberalizm

Küresel ölçekte taban bulan “mahşerin dört atlısı”, “yeni” faşizme zemin hazırlıyor. Faşizme örtülü ya da açık bir sevda besleyen demagog liderler ve partileri alttan alta yaygınlaşan ırkçılık/milliyetçilik, köktendincilik, machism ve anti-entelektüalizmi siyasal söylemlere, hatta tezlere dönüştürerek onları besliyor ve onlardan besleniyor.

Biliniyor; 1970’lerdeki krizini sermaye hareketlerini alabildiğine serbestleştirir, kamusal değerleri yağmalayarak temellük ederken emekçilerin konumunu alabildiğine kırılganlaştıran “neoliberal saldırı” ile çözümleme yoluna girmişti. Bir yandan siber teknolojiler, bir yandan da sosyalist sistemin çöküşünden beslenen bir çözümdü bu. Ve Robinson ile Barrera’nın deyişiyle, ulus-devlet sınırlamalarından azade bir “ulusaşırı kapitalist sınıf”ın biçimlenmesine yol açtı.[32]

Ne ki liberallerin “tarihin sonu”, “sınıf mücadelelerinin sonu” çığırtkanlığı eşliğinde pazarladığı ve sonsuza dek süreceği “müjdelenen” bu “yeni düzen” çok çabuk tökezlemeye başladı. Hayır, dışsal bir müdahale sonucu değil, tümüyle kendi içsel mantığından… İşçi sınıfının (esnek çalışma, iş güvencesinin ortadan kaldırılması, üretken sektörlerin Güney’e aktarımı, örgütsüzleştirilmesi, finans sektörünün üretken sektörler karşısındaki aşırı şişkinliği… aracılığıyla) “yapıbozumu”na uğratılması, sermaye üzerine emeğin baskısının kaldırılması, sermayenin dizginlerinden boşalmasına yol açtı. Bu da yeryüzü servetinin bir avuç oligarkın elinde yoğunlaşırken dünya nüfusunun büyük bölümünün hızla yoksullaşmasına, gelir uçurumunun görülmemiş ölçüde derinleşmesine neden oluyordu. Bugün ne “ürettikleri” meçhul bir avuç asalak, dünya varlığının yarıdan fazlasına sahipler.

Oxfam’a göre dünyanın en zengin 2.153 kişisinin servetlerinin toplamının dünya nüfusunun yüzde 60’ının (4.6 milyar kişi) toplam servetinden daha fazla; pandemi koşullarında bu uçurum derinleşmeye devam ediyor.

Yine Oxfam’a göre, “dünya ölçeğinde milyarderlerin serveti 18 Mart-31 Aralık 2020 tarihleri arasında 3.9 trilyon dolar arttı. Bugün servetleri 11.95 trilyon dolar civarında seyrediyor (…) Dünyanın en zengin 10 milyarderi bu süre içinde servetlerine 540 milyar dolar daha eklediler.”[33]

Dünya nüfusunun yarıdan fazlasının yoksulluk sınırının altında yaşaması pahasına… Küresel eşitsizlikler öyle bir noktaya ulaştı ki, bizatihi sorumluları, bu rejimin sürdürülemeyeceği konusunda raporlar yazıyorlar artık: “IMF’nin üç iktisatçısı Finance & Development dergisinin Haziran 2016 tarihli sayısında yayınladıkları makalede, gelişmekte olan ülkelerde sürdürülebilir bir iktisadi büyüme sağlamaya yönelik bizzat IMF eliyle sunulan neoliberal reçetenin uzun erimde ters etkilere yol açabileceğini vurguluyordu. Neoliberal gündemin önemli bir bileşeni olan bazı politikaların yararlarının biraz abartılmış olabilirdi.”[34]

Bu “sınır tanımayan yağma”nın kendisi, sistemi yapısal bir kriz içerisine sokuyor. Robinson ve Barrera mevcut krizi 1930’ların ve 70’lerin yapısal krizinden farklı kılan yönleri şöyle sıralıyorlar: “Bunlardan biri, sistem hızla yeniden üretiminin sınırlarına varıyor. Şimdiden geri dönüşü olmayan noktayı aşmış olabiliriz. Bir başka özellik, şiddet ve toplumsal denetimin vardığı boyut. Bilgisayarlaştırılmış savaşlar, İHA’lar, sığınak avcısı bombalar, yıldız savaşları vb. savaşın çehresini değiştirdi. Savaş, silahlı saldırının hedefinde olmayanlar için normalleşti ve sterilleşti. Aynı zamanda panoptik gözetim toplumuna ulaştık. Üçüncüsü ise dünya kapitalizmine eklenecek önemli miktarda alanın kalmamış olması anlamında, kapitalist yayılmanın sınırlarına gelmiş olmamız. Kırsalın tasfiyesi, prekapitalist ve kapitalist olmayan mekânların ve kırsalın metalaşması bir hayli ilerledi, yani sera tipi sermaye mekânlarına dönüştürüldüler; böylelikle yoğun yayılma görülmemiş derinliklere erişmekte. Bir dördüncüsü ise, küreselleşen bir ekonomi ile ulus-devlet temelli siyasal yetke arasındaki kopukluk.”[35]

Kapitalizmin süregiden yapısal krizi küresel ölçekte bir siyasal (ve siyasal olduğu kadar sosyal-kültürel) bir kutuplaşmayı tetikleyecekti. “Bitti-modası geçti-geçerliliği kalmadı” denilen sol ve sağ, politik sahnede yerlerini aldılar - artan ölçüde radikalleşerek. AB ülkeleri, Doğu Avrupa, ABD, Latin Amerika, Asya, Afrika, Orta Doğu… Bugün hiçbir bölge, yoksulluğa, işsizliğe, hayat pahalılığına, yolsuzluklara karşı patlak veren halk ayaklanmalarından muaf değil. Henüz tutunumlu bir örgütlenme ve strateji sergileyemeyen, dipten gelen hoşnutsuzluğa parçalı, deneme-yanılmaya dayalı tepkiler veren siyasal yapılanışlar nedeniyle köklü bir dönüşüme yol açacak kifayeti sergileyemeyen “sol” yükseliş karşısında, egemenlerin iki tip tepki verdiğini gözlemlemek mümkün.

Soros, Stiglitz, Sachs’ın yanısıra, Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler bürokrasisince ve Davos çevrelerince dile getirilen reformist yönelim, yeni-Keynesyenci denilebilecek yaklaşımları önerirken, sermayenin elinde bir başka seçeneğin de hızla biçimlendiğini görüyoruz: neo-faşizm.

“(…) Bu proto-faşist sağ gerici siyasal güçle ulusaşırı sermayeyi kaynaştırmaya ve küresel işçi sınıfının, Kuzey’in beyaz işçileri ve Güney’in orta tabakaları gibi tarihsel olarak ayrıcalıklı olup şimdilerde yükselen bir güvencesizlik ve ayaklarının altındaki zeminin kaymasını deneyimleyen kesimlerinden kendisine bir kitle tabanı örgütlemeye çalışmaktadır. Krize proto-faşist tepkiler militarizm, aşırı erillik, ırkçılık, günah tekesi arayışı (örneğin ABD ve Avrupa’da göçmen işçiler ve Müslümanlar) içermekte.”[36]

Evet, (neo-)faşizm, kimilerinin öne sürdüğü üzere, neoliberal politika ve uygulamalar nedeniyle -örneğin üretken sektörlerin işgücünün daha ucuz ve örgütsüz olduğu Güney’e kayması nedeniyle işini yitiren, çokuluslu market zincirleri karşısında dükkânını kapatma korkusu yaşayan, kendilerinden çok daha ucuza ve güvencesiz koşullarda çalışmaya razı göçmen işçilerin rekabetinden yılan, istihdam güvencesini yitiren, sosyal hakları budanan, velhasıl- ayaklarının altındaki zeminin kaydığını hisseden alt ve orta sınıfların “politikası” değildir. Faşizm, korkularını, kaygılarını manipüle ederek, onları olası kitlesel ayaklanmalara karşı kendine kalkan olarak kullanan sermaye kesimlerinin “korku” politikasıdır.[37]

İki yanlı bir “korku”dur bu: üsttekilerin sürdürülemez bir sermaye düzeninin açlığa, yoksunluğa, geleceksizliğe mahkûm ettiği milyonların, hatta milyarların öfkesinden duyduğu korku… Ve işini yitirme, kredi borçlarını ödeyememe, iflas, evsiz kalma gibi “iktisadi” korkuların yanısıra, giderek otoriterleşen (bazı coğrafyalarda totaliterleşen) sistemin dal budak saran kontrol mekanizmaları (gelişkin silahlar ve sınırsız yetkilerle donatılmış polis ordusu, evlerin içine dek uzanan gözetim teknolojisi, hemen her zaman yöneticilerin yanında yer alan yargı, her “an terörist” olarak damgalanma olasılığı, iktidarların tabana yayılan “muhbir ağları”[38] karşısında “alttakiler”in korkusu.

Bu ikinci korku, “en alttakiler”in korkusu üzerinde biraz daha durmakta yarar var: 1980’li yıllardan itibaren sanayileşmiş Kuzey ülkelerinde biçimlendirilip ardından borç krizindeki yoksul güney ülkelerine kreditör kuruluşlar eliyle dayatılan “Yapısal Uyum Programları”yla ihraç edilen neoliberal politikalar, malûm, sermayenin kârın maksimizasyonu amacıyla her türlü sınırlamadan kurtarma atılımıydı: sınırlar, devlet, emekçi sınıflar… Hızla gelişen ulaşım ve iletişim teknolojilerinin desteğiyle ve sosyalist sistemin dağılmasının sağladığı avantajlarla sermaye kendisini engellen tüm sınır(lama)ları yıktı: küresel devingenliği o güne dek tanık olunmadık boyutlara ulaştı; gümrük duvarları, vergiler, ithalat kısıtlamalarının berhava edilmesine, kamusal alanın talanı eşlik etti. Kâr getirebilecek bütün kamusal faaliyetler özel sektöre devredilirken (özel okullar, özel hastaneler, özel üniversiteler, araştırma kurumlarının sermayenin hizmetine koşulması…) kâr marjı düşük olanlar tasfiye edilip “soylulaştırıldılar”: kamu işletmelerinin arazileri yağmalandı, yerlerine plazalar, oteller, lüks siteler, AVM’ler dikildi.

Sermayenin bu topyekûn saldırısının boy hedefinde yüz yılı aşkın mücadele pratikleri sayesinde ücret düzeyi ve yaşam koşullarında, sosyal haklarında ciddi mevziler kazanan örgütlü emekçiler vardı. Sermaye açısından kartlar yeniden karılmalıydı. Kuzey ülkelerindeki sanayisizleşme, yani yüksek maliyetli ve çevre kirletici “paslı kuşak”ın Güney’e ihraç edilmesi, Kuzeyli işçi sınıfının altındaki zemini bir anda yok edecekti. “İstihdamın deregülarizasyonu” adı altında güvencesiz, esnek zamanlı, taşeronlaştırılmış, sendiksızlaştırılmış, iş güvencesi elinden alınmış, sosyal haklarından bir bir soyulan Kuzeyli emekçiler, bir yandan da ülkelerindeki istikrarsızlık ve yoksulluktan kaçarak kapağı Kuzey ülkelerine atan Güneyli “desperados”un rekabetiyle karşı karşıya kalmıştı. En kötü koşullarda en düşük ücretli işlere talip olarak ücret düzeyini ve yaşam standartlarını aşağıya çeken Üçüncü Dünyalılar. Konumu kırılganlaşan, “rahatı kaçan” orta sınıflar açısından ise, kentlerini, sokaklarını kirleten, kültürlerini yozlaştıran yabancılar. Irkçılığın zehirli tohumları.

Proletarya “prekarya”ya dönüşürken(?), gözden düşen “sınıf” ve “sınıf dayanışması” gibi kavramların yerini kimliklere bırakması: koyu tenli, göçmen ve Müslüman’a karşı beyaz, yerli/Avrupalı, Hıristiyan. Post-seküler çağda dinin artan ölçüde bir kimlik göstereni”ne dönüşmesi. “Onlara karşı biz”, “yabancılara karşı buralılar”, kültürümüzü mahvetmek isteyen Müslümanlara karşı, kültürümüzü muhafaza etmeye çalışan Hıristiyanlar…

Ya da Güney’de, neoliberalizmin açtığı fırsatlardan yararlanma hevesindeki korsan burjuvazilerin emperyal heveslere dümen kırması: “şanlı” tarihin, geçmişteki parlak fütuhatın ruhunu çağırma seansları, “Batı”nın bizi yozlaştırmadığı, küçüğün büyüğe, karının kocaya, astın üste hürmet ettiği, herkesin yerinin belli olduğu o “Altın Çağ”a duyulan özlem… Eşzamanlı olarak, saldırganlıkla, efelenmelerle “küresel güç hâline gelme”, en ileri teknolojilere hükmedip, “Batı’yı geride bırakarak” uzayın fethine çıkma hevesleri… Bir ulusun ezikliğinden megalomani üreten, dinle, geçmişe duyulan özlemle, mağduriyet duygularıyla, irredentizmle karılmış bir milliyetçilik… Ezikliğin, korkunun saldırganlığa dönüşme hâli…

Evet, yerinden edilme, konumunu yitirme, işini kaybetme, yoksullaşma korkusu, geleceksizlik duygusu, eziklik, çaresizlik: Neoliberal politikaların alt sınıflarda yaydığı bu duygular, devrimci/dönüştürücü bir kanala akıtılamazsa eğer, faşizmin malzemesi olacaktır. “Kurtarıcı” olarak ortaya çıkan karizmatik demogoglar, ırkçı/milliyetçi, kültürel özselci çığırtkanlıkla, halklarda biriken “negatif” enerjiyi kapitalizmden, “sahte düşmanlar”a yöneltir.

“Sahte düşmanlar”! Çünkü neo-faşist demogogların gündeminde hiçbir zaman “milli kapitalizme geri dönüş”, “ulusal piyasalara dönüş”, “sermayenin millileştirilmesi” vb. yoktur. Onlar kendi sermaye tabanlarına küresel kapitalizm içinde daha muhkem bir yer sağlamanın peşindedirler. “ABD’deki mevcut faşizmin iki yananlamı vardır: ABD küresel hegemonyasını sürdürmeye yönelik eylemlerde milliyetçi, küresel kapitalizmin savunusunda küreselci olmak.”[39]

Ve, “Başkan olarak Trump Çin’e, ama aynı zamanda Meksika, Brezilya, hatta Avrupalı müttefiklere karşı küresel ticaret savaşını hegemonik düşüş kaygısından kaynaklı olarak değil, Amerikan ekonomik üstünlüğüne kaldıraç olarak sürdürdü. ‘Amerika’yı yeniden büyük yapalım’ mitik, elden kayıp giden bir geçmişe özlem duyan iç izleyiciler için iken, ‘Önce Amerika’ dış politikası, ‘karşılıklı bağımlılığı silahlandırmaya’ yöneliktir. (…)

İktisadi çatışma ve korunmacı retorik küresel bütünleşmenin ilerlemesini zorunlu olarak engellemez. Trans-Pasifik Ortaklığı, Asya Altyapı Yatırım Bankası ve Belt Yolu Girişimi jeopolitik rekabet ile ulusaşırı kapitalizmin pekâlâ bir arada yaşayabileceğini göstermektedir.”[40]

III) Faşizm: Eskisi, Yenisi

“Dünya sahnesinde biri çıkıp da ‘Auschwitz’i yeniden açmak istiyorum, İtalyan meydanlarında yine Kara Gömlekliler’in geçit yapmasını istiyorum’ dese işimiz çok kolay olurdu,” diyor Umberto Eco.[41]

Öyle olmuyor. Çünkü Primo Levi’nin dediği gibi, “Her çağın kendi faşizmi var.” 20. yüzyılınki, güçlü, toplumun ruhunu cisimleştirme iddiasındaki totaliter bir devlet, yetkesini şiddet, baskı ve propaganda aracılığıyla dayatan aracılığıyla dayatan bir tek parti, halkının “Generali” (Il Duce) ya da “Rehberi/Reisi” (Fuhrer) olma iddiasındaki “karizmatik” ve otoriter bir tek lider rejimi ve paramiliter çetelerin sokak terörü biçiminde tezahür etmişti. 20. yüzyıl faşizmini karakterize eden nitelikler, egemen sınıf(lar) hizmetine koşulmuş saldırgan bir milliyetçilik, ırkçılık, militarizm ve emperyalizmdi.[42]

Bugün gaz odaları yok, temerküz kampları yok, sokaklarda kaz adımı yürüyen kara/kahverengi gömlekliler yok, muhalefet partileri (en azından şimdilik) kapatılmadı, parlamentolar faaliyette. Neofaşist partiler -en azından parlamentolarda temsil şansını yakaladıklarından beri- daha “soft” söylemlere başvuruyor, “kafatasçı” argümanlardan uzak duruyor, daha “medeniyet-merkezli” bir ton tutturuyorlar. Ama dedim ya, en azından şimdilik… Unutmamak gerek, 20. yüzyıl faşizmi de bir gecede gökten zembille inmedi.

Dahası, 21. yüzyıl faşizmi şimdiden selefini çağrıştıracak bir sürü şey barındırıyor: tedricen işlevsizleşen parlamentolar, erkler ayrılığı ilkesinin yürütmenin tek yanlı şişkinliği nedeniyle kötürümleşmesi, “demokratik temayülleri” gereksiz bir yük olarak gören “tek adam”cı liderler, “daha fazla özgürlük” vaadleriyle piyasaya sürülen iletişim teknolojilerinin yatak odalarına dek insanları gözetleyen bir denetim karabasanına dönüşmesi, sınır boylarında kurulan (ve fena hâlde temerküz kamplarını çağrıştıran) göçmen kampları, tırmanan kadın ve LGBTİ+ düşmanlığı, “ahlâklı toplum” çağrıları, kültürü muhafazakârlaştırma çabaları…

Çarpıcı bir benzerlik de, her iki dönem faşizminin de liberalizmin dölyatağında biçimlenmiş olmasıdır. “Faşizm liberalizmle sıkı sıkıya ilişkilidir,” diyor Andrew Johnson. “20. yüzyıl faşizminin yükselişinden kapitalizmin gerilimleri ve demokratik kurumların kırılganlığı sorumludur. Faşizm liberal politikanın gizil ikiyüzlülüğünü açığa çıkartır. Faşizm tehlikesinde azami potansiyeli esas alınacaksa, o zaman liberal devletlerin liberal politikacılarca onaylanan örgütlü kitlesel katliamları da aynı ölçüde mahkûm edilmelidir.”[43]

Böylelikle, örneğin Vilfredo Pareto gibi sosyalizme ölümüne düşman, piyasaya her türlü müdahaleye kesin bir biçimde karşı çıkan liberal bir iktisatçı, İtalya’da faşizme kuramsal zemin hazırlayabilmiştir. Pareto, Mussolini faşizmini devletin minimize edilmesine ve ekonomik güçleri serbest bırakılmasına doğru bir adım olduğunu öne sürüyordu. Mussolini ilk yıllarında Pareto’nun reçetelerini neredeyse harfi harfine uyguladı; bir yandan siyasal özgürlükleri yok ederken bir yandan da mülkiyet vergilerini azaltıp sanayi yatırımlarını teşvik ederek kamu karşısında özel sektörü güçlendirdi. Pareto Faşist İtalyan senatosunun bir üyesi olarak hayata gözlerini yumacaktı.

 Yalnız Pareto değil… Avusturya İktisat Okulu ikonu Ludwig von Mises, liberallerin faşizme “mecburiyeti”ni veciz bir dille ortaya koyar: “(…) Bolşeviklerin silahlarına karşı aynı silahlara başvurulmalıdır; katiller karşısında zaaf göstermek hata olur. Bir liberal bunu asla sorgulamaz. (…) Faşizm ve diktatörlük kurmayı hedefleyen benzeri hareketlerin en iyi niyetleri beslediği ve müdahalelerinin bugüne dek Avrupa uygarlığını kurtardığı inkâr edilemez. Tarih faşizmin bu faziletini kaydedecektir. Ne ki, bu politikası geçici bir selamet sağlamış olsa da, bu yoldan sürekli bir başarı sağlanamaz. Faşizm bir acil durum tedbiridir.” [44]

Faşizmin iktisadi liberalizmle ünsiyeti, BMW, Fiat, IG Farben (Bayer), Volkswagen, Siemens, IBM, Chase Manhattan Bank ve Allianz gibi günümüzde de etkin olan sermaye devleri tarafından desteklenmesinin temelinde yatan gerçektir.

21. yüzyıl faşizmi ise, “Bolşevizm tehdidi karşısında kapitalizmin sarıldığı silah” olan selefinden farklı olarak, daha çok 1980’lerden bu yana uygulanagelen neoliberalizmin “beklenmeyen sonuçları” (“yan ürünleri” mi demeli) ile baş etme stratejisi olarak çıkıyor karşımıza.

Malum, neoliberal politikalar “sınıflar mücadelesi”nin sonunu ilan eder, işçi sınıfı ve emek örgütlenmelerini tahrip, “kamusal”ı talan ederken, emekçilere pek az yaşam alanı bırakıyordu. Sınıfın dayanışma örgütleri, sendikalar, sosyalist partiler taban desteklerini hızla yitirip erirken, neoliberal ideologlardan “Elveda proletarya!” tezahüratı yükseliyordu. Sosyalist sistemin dağılmış olmasının da yarattığı avantajlarla sınıf mücadelesinin zemini ortadan kalkımıştı, “sınıf bitmiş, yerini farklı kimliklerin tanınma yolunda yürüttükleri müzakereler almıştı.” Küresel toplumun paydaşları, etnik gruplar, dinsel cemaatler, çevreciler, kadınlar, LGBTI+’lar, çalışanlar, Çokuluslu Şirketler ve onların siyasal alandaki temsilcileriyle müzakereler ve karşılıklı tavizlerle kendi konumlarını ilerletmeye çalışacak ve “yeni” düzeni pürüzsüzce sürdürecekti: Yönetişim. Şirketlerin ya da uluslararası ajansların fonladıkları STK’lar sınıf örgütlerini ikame ederek, toplumsal kesimlerin özgül sorunları konusunda kamuoyu oluşturmak, yönetime baskı uymak ve bizzat çözüm süreçlerinde yer almak (bu çözümlerin ‘piyasa dostu’ olması tek koşuldu), ya da en alttakilere destek mekanizmaları oluşturmak görevini üstlenecekti: Sivil Toplumculuk. Ve nihayet, ulus dâhilindeki farklı kültürel grupların, seslerini duyurmak, resmi söylem tarafından kabul edilmek ve küreselleşme süreçlerine özgül kendilikler olarak katılmalarının önü açılacaktı: Çokkültürcülük.

Bu “stratejiler”, sosyalist sistemin çökmesi ardından patlak veren yeni hegemonya savaşlarının yarattığı kaos ortamında kısa sürede iflas etti. Cin şişeden çıkmıştı: etnik boğazlaşmalar, radikal dinsel akımlar, bölgesel çatışmalar, mikro milliyetçilikler, gittikçe açılan küresel gelir uçurumu, ekolojik yağma ve bölgesel istikrarsızlık ve çatışmaların körüklediği göç dalgaları, hızlı yoksullaşma, yoksunlaşma, sosyal destek mekanizmalarının yetersizleşmesi… Sivil toplumculuk, çokkültürcülük, yönetişim ve neoliberalizmin şapkasından çıkardığı başka hiçbir “çözüm” sistemin kendi eliyle açtığı onmaz yaralara deva olamıyordu.

 Tam da bu noktada, sistemin imdadına neo-faşizm yetişecekti. “Yeni” liberalizmin “light” ilaçlarının (yoksa “plasebo” mu demeli) keskinleştirdiği toplumsal çelişkilere kifayet etmediği yerde, şiddeti devreye sokmak. Bir başka deyişle, havucun yetmediği yerde sopa…

Kaldı ki, neoliberal kapitalizmin en güvendiği silahı, gözetim teknolojisi ve “güvenlik toplumu” ideolojisi, faşizmin şu ya da bu biçimine ortamı hazırlıyordu…

IV) Faşizm: Moderni ve Postmoderni

20 yüzyılın “modernizm”le tartışmalı bir ilişkisi vardır. 18. yüzyıl sonlarında Aydınlanma’ya bir tepki olarak gelişen Alman Romantik akımından esinle, 19. yüzyılda Fichte, Le Bon, Nietzche, Pareto, Haeckel, de Maistre, Giovanni Gentile, Hippolyte Taine gibi düşünürlerin katkılarıyla biçimlendi. Ama doğrudan Aydınlanma’yı referans alan Jacobin’lerin kimi yöntemlerini benimsemezlik de etmedi. Fransız faşist partisi Faisceau’nun kurucusu Georges Valois faşizmin kökenini Jacobin’lere dayandırıyordu, örneğin. “Modern” bir ideoloji olan milliyetçiliğin uç noktalara vardırılmasıydı. Yine modern çağların bir getirisi olan ırkçılığı bütünüyle sahiplenmişti. Hemen her zaman “en güçlü” olarak yorumlanan) “en uygun”un hayatta kalacağını öngören, bu nedenle de “zayıflar”a, “hak etmeyen yoksullar”a, “aşağı ırk” mensuplarına destek sağlanmasını reddeden, anti-hümanist Sosyal Darwinist fikirleri paylaşıyordu. Bir 20. yüzyıl ürünü olan öjenik ilkeleri hararetle destekliyordu. Ve yukarıda da belirtildiği üzere, kapitalizmden ayrı düşünülmesi mümkün değildi…

Bu nedenle de Roger Griffin faşizmi “modernizmin çocuğu” olarak tanımlıyor:

“Özet tarihsel yorumumuzun özünde Faşist İtalya ve Nazi Almanyası’nın her ikisinin de ‘faşizm’ olarak tanımlanabilecek jenerik bir siyasal ideoloji ve praksisin somut tezahürleri olmakla kalmayıp, aynı zamanda faşizmin kendisinin modernizmin siyasal bir varyantı olarak görülebileceği önermesi yatıyor. Toplumun dönüştürülmesi yolunda bu tikel devrimci proje tipinin ancak yirminci yüzyıl başlarında bir yığın faaliyet, inisyatif ve hareketi ‘olay mahallinde’ şekillendiren modernist kültürel yenilenme meta-anlatılarıyla sarmalanmış bir toplumda ortaya çıkabileceği öne sürülecek. Faşizm çeşitli dizilimleri içinde yalnızca devlet sistemini değiştirme hedefini değil, aynı zamanda uygarlığı dekadanstan kurtarma ve evrensel değil, mitik ulusal ve ırksal kategoriler çerçevesinde tanımlanan yeni bir insan soyunun ortaya çıkarma görevini üstlendi. Aktivistleri (…) tarihin bir dönüm noktasında olduğu ve ulusu selamete erdirecek ve Batı’yı kaçınılmaz çöküşten kurtaracak bir insan müdahalesiyle yeni bir mecraya dökülebileceğine (…) inanıyorlardı.”[45]

Jeffrey Herf ise onu, teknolojiyi memnuniyetle temellük etmesi nedeniyle “gerici modernizm” olarak tanımlamıştı:

“Gerici modernizm ideal bir inşadır. Gerici modernist olarak tanımladığım yazarlar asla kendilerini tam olarak bu terimlerle tarif etmediler. Ancak bu gelenek, teknolojiyi yabancı, Batılı Zivilisation bileşeninden Alman Kultur’unun organik bir parçasına dönüştürebilen tutunumlu ve anlamlı bir metaforlar, tanış sözcükler ve duygusal açıdan yüklü ifadeler dizisinden oluşur. Siyasal gericilikle teknolojik ilerlemeyi kaynaştırırlar. Alman muhafazakârlarının ‘ya teknoloj ya kültür’ dedikleri yerde, gerici modernistler Alman sağına ‘teknoloji ve kültür’en söz etmeyi öğretmiştir.”[46]

Her hâl ve kârda, 20. yüzyıl faşizmi, modernizm tarafından çizilmiş bir çerçeveye yerleşmekte, onun birçok fikir ve kurumunu kabul ve ihtiva etmekteydi: ulus-devlet, milliyetçilik, genellikle “seküler din” görünümünü alsa da sekülarizm, ilerleme fikri ve piyasa ekonomisi (kapitalizm)…

 Bununla bağlantılı olarak, 20. yüzyıl faşizminin iktidara geldiğinde muhataplarına yapacak bir çağrısı vardı: disiplinli, çalışkan, özverili, “ahlâklı” olmak, “Şef”e körü körüne bağlılık, “ulus” ve onun “önder”i için kendini seve seve feda etme duygusu, savaşçılık, soyu etnik açıdan “temiz” tutmak, ulus için sağlıklı, çalışkan çocuklar yetiştirmek… “Tek şef” altında birleşmiş, türdeş, uyumlu, diri, üretken, savaşçı, korporat bir ulus tahayyülü. Modernist projenin belki grotesk bir çarpıtması, ama onun sınırları dahilinde… Bu yolda hem Nazi Almanya hem de faşist İtalya’da köklü eğitim reformları gerçekleştirildi, okul kitapları baştan sona yeniden kaleme alındı, çocuk ve gençlik örgütleri oluşturuldu, propaganda bakanlıkları kuruldu, muhalif yazarların yapıtları törenlerle topluca yakılırken, kitaplar, dergiler, filmler, tiyatro oyunları, hatta resim sergilerle nazi/faşist “kültür” ulusa enjekte edildi.

Grotesk bir çarpıtma, doğru; ama Nazi/faşist toplum ve insan tasarımı, bütüncül, tutunumlu, korporat bir toplumu öngörüyordu. Ve bunu biçimlendirecek araçlara sahipti… ya da sahip olduğuna kaniydi. “Kızıl tehlike” karşısında olduğu kadar (bir Yahudi imalatı olduğu düşünülen “liberal dekadans”, kozmopolit çürüme karşısında da etnikleşmiş bir “diriliş”e çağrı çıkartmaktaydı.

21. yüzyıl faşizmi için durum, farklı. Gönlünden geçirse de, “mütecanis, diri, savaşçı, homojen bir ulus” biçimlendirme kapasitesine ya da araçlarına sahip değil ve bunun bilincinde. Bugün “otoriter/ totaliter/ faşizan/ neo-faşist” olarak nitelenen liderler ancak her biri kendinden menkul, uygun adım tutturması olanaksız, başıbozuk bir garabet koalisyonuna hitap edebilmekte.

Örneğin ABD’de Trump destekçileri arasında silahlanma yanlısı hareketlerden evanjeliklere, beyaz üstünlüğü savunucularından kürtaj karşıtlarına, anti-LGBTİ gruplardan ahlâki diriliş propagandistlerine, Konfederasyon yanlılarından antisemitlere, İslâmofobik örgütlerden İskandinav tanrısı Wotan (Odin) tapımcılarına, iktidarı silahla devirmeye yeminli silahlı milislerden (örn. Wolverine Watchmen) siyahîleri meydanlarda linç ettikleri günlere özlem duyan Ku Klux Klan artıklarına… irili ufaklı yüzlerce oluşum yer alıyor… Tıpkı Türkiye’de “Mars’a duble yol yapıldığına” inananlar, Çin’in Uygur politikasını protesto etmek için Çinli sandığı Korelileri dövenler, facebook hesaplarında komando giysileriyle poz verip sevgililerine “ya benimsin ya toprağın” mesajı atanlar, yeni doğan bebeklerini türbana sokup tek taş pırlanta yüzük armağan ederek bunu sosyal medya hesaplarından paylaşanlar, kamudan ihale kapmak için birbiriyle yarışa girenler, suikast kursları açan SADAT’çılar, Kürtçe konuşan inşaat işçilerini linç eden güruhlar, merdivenaltı Kuran kursları açıp küçük çocukları istismar edenler, bunlara ses çıkarmayanlar… koalisyonu gibi…

Necmi Erdoğan, faşizmin iki döneme denk düşen iki tezahürü arasındaki bağdaşmazlıkları (21. yüzyıl faşizminin “Ciddi bir kitle seferberliğine dayanmaması, öznesinin sinizmi alenen sahiplenmesi, ütopik işlevden yoksun olması, devrimci harekete karşı alarmı temsil etmemesi…”) sorunsallaştıran yaklaşımları “faşizm ve siyasal liberalizm ikiliğine hapsolmaya” karşı uyararak ekliyor:

“Klasik faşizmin ideolojik öğeleri ve içeriğinin çoğu zaman düşünüldüğünün aksine, en azından kısmen akışkan olduğunu, taktik ihtiyaçlara göre değişken bir özellik gösterdiğini biliyoruz. Bu taktik değişkenlik ve esneklik, günümüz faşizminde çok daha derin bir hâl alır. Ancak yarattığı çelişkiler, günümüz faşizminin zayıf noktası değil, güç kaynağıdır. Demokratiklik iddiası ile basbayağı despotizm veya otoriterlik, milliyetçiliği eleştirme ile milliyetçilik şampiyonluğu yapma, bir ve aynı güce dayılanma ile yaltaklanma, ecdat nutukları atma ile ecdadından eser bırakmama vb. arasındaki çelişkilerin oluşturduğu uzun listeye işaret etmek son kertede nafiledir. Böylesi aşikâr çelişkileri ifşa etmek, çelişkileri umursamayan bir muhatap olduğu ölçüde etkisizdir. Zira günümüz faşizmi biçime ve ritüele indirgenmiş, formalist ve ritüelist bir ideolojik-politik söylem olarak içeriği önemsizleştirir…

Bu söylemin tutarsız, gevşek, disiplinsiz ve püritenlikten uzak olması onun ideolojik etkisini asla hafifletmez. Tam tersine, buyurgan olmayan, katı ve saf bir ahlâkı vazetmeyen hâliyle çok daha etkilidir... Günümüz faşizminin çelişkilerde hayat bulmasını sağlayan şey de, bu durumun toplumun bütününün değilse de önemli bir bölümünün aynı veya benzeri çelişkilerle malul olması ve ayrıca bu çelişkili hâli umursamamasıdır. Bu niteliğiyle, etik-politik planda bu kesimleri gerçekten de temsil ettiğini, yani bir temsil gücüne sahip olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla karşı karşıya olduğumuz faşizm, ne bir kişiye ne de bir siyasal örgütlenmeye indirgenebilecek bir fenomendir.”[47]

Ve devamla:

“(…) günümüz faşizmi, klasik faşizmden farklı bir şekilde, ciddi ve yaygın bir kitle seferberliği yaratmak, kitleyi katı bir düzene sokmak ve örgütlemek arayışında değildir. Sözgelimi kayda değer bir gençlik veya meslek örgütlenmesi yoktur. Kitle desteği gösterisi ona yeter… Yalnızca ihtiyaç hissettiği anlarda onun içinden paramiliter öbekler yaratıp işe koşar. (…) Bu faşizmin “çağırdığı” tipik sıradan özne ise, kendi hayatını vatanı için feda etmeye hazır olan değil, türlü yollarla askerlikten kaçtığı hâlde asker üniforması ile verdiği pozla savaşa gitmeye hazırmış gibi görünen ve bu hâli alenen yüzüne vurulduğunda da hiç oralı olmayan bireydir. Dayandığı asli inanç, inanç taklidi yapmanın yeterli olduğu inancıdır… Günümüz faşizmi yalnızca sahte bir kutsallık yaratmaz. Daha önemlisi, sahteliğin kendisini kutsallaştırır. Vazettiği en koyu ahlâkçılık ile pratik ahlâk tanımazlığı arasındaki git gelin hep ikincisi lehine işlemesi tam da asıl güzellenenin sahtelik olmasına işaret eder.”[48]

Necmi Erdoğan, bu “fark”ın çağımız “faşizminin geç kapitalizmin ürünü” olmasıyla açıklıyor. Eklemeli:

En yetkin biçimini anayurdu olan Batı’da bulan kapitalist uygarlığın, kabul etmeli ki 20. yüzyılın son onyıllarına dek uzanan “tutarlı/tutunumlu” bir anlatısı vardı: modernizm. Bir form (ulus-devlet), bir mekanizma (sanayi), bir “ruh” (sekülarizm/akılcılık), bir “dinamo” (sınıf mücadelesi) üzerinden kendini geçerli kılan bir anlatı. Modernizmin iki anlatısı (Aydınlanma ve uzantıları: evrenselcilik, ilerleme, kozmopolitanizm, rasyonalizm, laiklik vb. ile Romantizm ve uzantıları: milliyetçilik, gelenekçilik, yerelcilik, duygusal bağlılıklar, ılımlı dindarlık, vb.) arasındaki gerilim, ipleri koparmamaya, dengeyi bozulduğu yerde yeniden tesis etmeye gayret ederek süregiderdi: kuşku yok ki alternatif bir sosyalist sistemin varlığı, bu dengenin tek olmasa da önemli bir güvencesiydi. “Sosyal devlet / refah devleti” söylem ve uygulamalarında ve devletlerin yurttaşları için güvence altına aldığı temel hak ve özgürlükler alanında ifadesini bulan bir denge hâli…

Bu anlatı ve bu denge artık geçersiz… Bugün en gelişkin ülkelerde dahi nüfusun yarıdan fazlası, çok değil, 30-40 yıl öncesine dek toplumun ancak en saçaktaki küçük, kırılgan, “ihmal edilebilir” kesimlerinin (göçmenler, suçlular, marjinaller…) kendilerini içinde buldukları güvensizlik koşullarını deneyimliyor. Büyük çoğunluk, “tırmandığı ipin nereden çürüdüğünü ve ne gün kopacağını kestiremeden… tırmanmakta direnme”nin[49] gerilimini yaşıyor. Büyük “orta sınıf kesimleri” ödenemeyecek kredi borçlarının, ipotekli evlerin, her an altlarından çekilip alınabilecek otomobillerin kaygısıyla, ama aynı zamanda öfkesiyle bakıyor “alta düşenlere”…

Öte yandan, bayraktan, şehit kanlarından, şanlı geçmişten, büyük komplolardan, bölücülerden, kâfirlerden, ahlâk düşkünü eşcinsellerden, etrafı sarmalamış düşmanlardan, “uygarlığımızı tehdit eden Müslümanlardan” dem vuran neo-faşist demogoglar kitleleri bir ideal etrafında seferber edebilecek bir “güven” ve “umut” yaratmıyorlar. 20. yüzyıldaki selefleri gibi “yeni” bir toplum tahayyülleri yok. Hayır, onların yaptıkları, sadece “modern(ist) sözleşme”nin bozulmasıyla toplumda açığa çıkan “bastırılmış unsurları” (şovenizm/ırkçılık, fanatizm, machism, şiddet, anti-entelektüalizm…) harekete geçirerek kendi yükselişlerine zemin kılmak.[50]

Özetle kültürel çürüme ve faşizm, birbirinden besleniyor, birbirini besliyorlar.

Her ikisinin gerisinde de, kendini tüm yeryüzüne, yaşamın her alanına yayarak, her şeyi, ama her şeyi metalaştırarak, ve insanları bilgilerine, yeteneklerine, erdemlerine vb. göre değil, sadece alım güçlerine göre dâhil eden ya da dışlayan, ve artık ancak dünyaya önerdiği ve sürdürümünde araçsal olan “uygarlık değerleri”ni (Aydınlanma, hümanizm, akılcılık, sekülarizm, “özüne dokunulmaz” temel hak ve özgürlükler, demokrasi, kadın hakları…) çöpe atarak varlığını sürdürmeye çabalayan kapitalizmin “geç” evresi yatıyor. Yapısal krizlerinden ancak emekçilerin maddi ve manevi kazanımları bagajını biraz daha boşaltarak, onların hayat alanlarını biraz daha talan ederek sıyrılmaya çalışan “geç” kapitalizm.

(Neo-)faşizmli ya da faşizmsiz, kapitalizm bundan böyle asla “demokrasi”ye, “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik”e, hatta “yönetişim, sivil toplumculuk ve çokkültürcülük”e geri dönmeyecek, dönemez. “Kritik eşik” aşıldı artık. Dipten gelen ve siyasal ifadesi ve şeklini bulmuş bir halk(lar) hareketiyle yıkılamadığı takdirde, devasa, karmaşık, güçlü bir askeri-güvenlik-gözetim-denetim teknolojisiyle takviye edilmiş bir bürokrasi/teknokrasi egemenliği ile çökelti hâlindeki en kaba “kültürel müşterekleri” harekete geçirerek kendine destek sağlayan popülist-faşizan yöneticiler arasında salınıp duracak…

18 Şubat 2021 10:51:46, İstanbul.

N O T L A R

[*] 2 Mart 2021’de Özgür Üniversite’nin ‘Uygarlık Krizi’ Seminerleri’nde yapılan konuşma… Kaldıraç, No: 236, Mart 2021…

[1] Umberto Eco.

[2] Jay Reeves, Lisa Mascaro ve Calvin Woodward,  ”‘Hang Mike Pence!’: Assault on U.S. Capitol a more sinister attack than first appeared”, 11 Ocak 2021, https://www.mercurynews.com/2021/01/11/capitol-assault-a-more-sinister-attack-than-first-appeared/

[3] “Kongre baskıncıları” ertesi günden itibaren medya tarafından teşhis edilmeye başlayacaktı. Kimler yoktu ki aralarında: Holokost inkârcıları, beyaz üstünlüğünü savunan ırkçılar, neo-Nazi “Mağrur delikanlılar” örgütü üyeleri, Ku Klux Klan’cılar… (“USA: Holocaust deniers, neo-Nazis, QAnon followers and racist supporters of white supremacy attacked Congress to support Trump”, Romea.cz.. https://www.romea.cz/en/news/world/usa-holocaust-deniers-neo-nazis-qanon-followers-and-racist-supporters-of-white-supremacy-attacked-congress-to-support-trump)

[4] Ahmet Külahçı, “Yalnız ABD’de Değil, Irkçılık Her Yerde,” Hürriyet, 6 Haziran 2020, https://www.hurriyet.com.tr/avrupa/yalniz-abdde-degil-irkcilik-her-yerde-41535265

[5] “ABD’de Irkçılık Bitmiyor: Siyahî Polisin Cenazesi Mezarlığa Kabul Edilmedi”, TRT Haber, 31 Ocak 2021, https://www.trthaber.com/haber/dunya/abdde-irkcilik-bitmiyor-siyahi-polisin-cenazesi-mezarliga-kabul-edilmedi-552253.html.

[6] “Yok Artık! Irkçılık Anaokulunun Duvarında”. Hürriyet, 3 Aralık 2020, https://www.hurriyet.com.tr/avrupa/yok-artik-irkcilik-anaokulunun-duvarinda-41678967

[7] “Avrupa’da Yükselen Irkçılık Futbolu Zehirliyor”, Fanatik, 9 Aralık 2020, https://www.fanatik.com.tr/avrupada-yukselen-irkcilik-futbolu-zehirliyor-2188494

[8] Celal Özcan, “Avrupa’da da Irkçılık Tehdidi Büyüyor”, Hürriyet,9 Haziran 2020, https://www.hurriyet.com.tr/avrupa/avrupada-da-irkcilik-tehdidi-buyuyor-41537395

[9] “As media watch US uprisings, EU has a racism problem, too”, DW, https://www.dw.com/en/as-media-watch-us-uprisings-eu-has-a-racism-problem-too/a-53780013

[10] Keno Verseck, “Hungary’s slow descent into xenophobia, racism and human rights abuses,” Infomigrants, https://www.infomigrants.net/en/post/20220/hungary-s-slow-descent-into-xenophobia-racism-and-human-rights-abuses.

[11] Vivek Chaudhary, “‘Everybody hates us’: on Sofia’s streets, Roma face racism every day, The Guardian, 20 Ekim 2019, https://www.theguardian.com/world/2019/oct/20/bulgaria-sofia-racism-roma-everybody-hates-us-anti-gypsy-abuse

[12] “7 Yılda En Az 4 Kişi Kürtçe Konuştuğu Ya Da Müzik Dinlediği İçin Öldürüldü”, dokuz8 haber, 1 Haziran 2020.

[13] Bkz. Andrew L. Whitehead ve Samuel L. Perry, Taking America Back for God: Christian Nationalism in the United States, Oxford University Press, 2020.

[14] Tadeusz Rydzyk: fundamentalist görüşleriyle tanınan aktivist bir Polonyalı rahip. Kurucusu ve yöneticisi olduğu aşırı sağcı radyo kanalı Radyo Maryja antisemit, homofobik ve İslamofobik yayınlarıyla biliniyor.

[15] Natalia Ojevska, “Catholic nationalism: The church of the far right in Poland”, 8 Şubat 2018, https://www.euronews.com/2018/02/08/catholic-nationalism-the-church-of-the-far-right-in-poland.

[16] Andras Bozoki ve Zoltán Ádám, “State and Faith: Right-wing Populism and Nationalized Religion in Hungary”, Intersections. East European Journal Of Society And Politics, 2(1), s.108.

[17] Bharatiya Janata Partisi. Hindu milliyetçisi.

[18] 2002 yılında Batı Hindistan’daki Gujarat eyaletinde Ayohdhyya’dan dönen Hindu hacıları taşıyan trenin kundaklanması ve 58 kişinin yanarak ölmesi üzerine etno-dinsel şiddet olayları patlak verdi. Resmi rakamlara göre, şiddet olaylarında çoğu Müslüman, 1044 kişi yaşamını yitirdi, 223 kişi yaralandı, 2500 kişi yaralandı. Ancak ölü sayısının gerçekte bu rakamın çok daha üzerinde olduğu, 2000’i aştığı belirtiliyor. Olaylar sırasında çatışmaların yanısıra, toplu tecavüzlerin gerçekleştiği, ev, işyeri ve camilerin tahribat edilip kundaklandığı biliniyor. O dönem Gujarat eyaleti valisi olan şimdiki Hindistan başbakanı Narendra Modi şiddet olaylarını başlatıp yönetmekle suçlanmıştı. Öfkeli Hindu güruhu polislerin yönlendirdiği ve Müslüman esnafın listesini onlara verdiği de kayda geçmiştir.

[19] “Hindu Nationalism: A Rise of New Religious Radicalism in India”, Rabiul Islam, 18 Ağustos 2020, https://insamer.com/en/hindu-nationalism-a-rise-of-new-religious-radicalism-in-india_3170.html

[20] Başkan Donald Trump’ın önderliğinde yürütülen kürtaj karşıtı kampanya, ABD medyasında “Kürtaj yasaklanıyor mu?” sorusunun sıkça dillendirilmesine neden olmuştu. Bkz. Jessica Glenz, “Will 2020 be the year abortion is banned in the US?”, The Guardian, 21 Ocak 2020, https://www.theguardian.com/world/2020/jan/20/us-abortion-rights-ban-2020

[21] “Levels of domestic violence increase globally, including in the Region, as COVID-19 pandemic escalates” World Health Organization, Regional Office for East Mediterranean, http://www.emro.who.int/violence-injuries-disabilities/violence-news/levels-of-domestic-violence-increase-as-covid-19-pandemic-escalates.html

[22] 2019 Study on Global Homicide: Gender-related killings of women and girls | UNODC, 8 Temmuz 2019, http://femicide-watch.org/products/2019-study-global-homicide-gender-related-killings-women-and-girls-unodc.

[23] “Avrupa Konseyi’nin cezaevlerindeki değişimlere ilişkin hazırladığı raporda, Türkiye’de cinsel saldırı suçlarından hüküm giyenlerin sayısının 2014’te 4 bin 293’e, 2015’te ise 12 bin 253’e çıktığı belirtildi.” (“Cinsel Saldırı 2 Yılda 23 Kat Arttı”, Yeni Yaşam, 6 Aralık 2018, s.2.)

[24] “Öldürülen Kadınlar Anısına Anıt Sayaç”… http://kadincinayetlerinidurduracagiz.net/

[25] Figen Atalay, “Müdür ‘Savcı’ Olmasın”, Cumhuriyet, 11 Şubat 2019, s.8.

[26] “18 Ayda 22 Bin Çocuk Gebeliği Kayda Geçti”, Birgün, 20 Kasım 2018, s.7.

[27] R. Hofstadter, (2012). Anti-intellectualism in American life. New York, NY: Vintage. s.37.

[28]Editorial, “Anti-intellectualism is a virus”, Educational Philosophy and Theory,2019, c. 51, sayı 4, s.359.

[29] Hofstadter, s.361.

[30] Fatih Birinci, “İnsanlar Neden Komplo Teorilerine İnanıyor? Komplo Teorilerinin Psikolojisine Bir Bakış”, Evrim Ağacı, https://evrimagaci.org/insanlar-neden-komplo-teorilerine-inaniyor-7716

[31] Fatih Birinci, a.y.

[32] William I. Robinson ve Mario Barrera, “Global Capitalism and twenty-firs century fascism: a US case study, Race And Class, Aralık 2011.

[33] Oxfam, The Inequality Virus, Summary, https://oxfamilibrary.openrepository.com/bitstream/handle/10546/621149/bp-the-inequality-virus-summ-250121-en.pdf.

[34] Fernando Alcoforado, “The Collapse of Neoliberal Globalization” https://www.slideshare.net/falcoforado/the-collapse-of-neoliberal-globalization

[35] Robinson ve Barrera, a.y.

[36] Robinson ve Barrera, a.y

[37] Bu manipülasyonun yetkin bir örneğini Donald Trump’ın Beyaz Saray’da göreve başlama töreninde yaptığı “milliyetçi” konuşmadan izlemek mümkün. Trump bu konuşmasında ABD’nin onyıllardır yabancı sanayileri, başka ülkeleri zenginleştirdiğini, kendi ülkesinin servet, güç ve özgüvenin ufukta yitip gitmekte olduğunu, “fabrikaların teker teker kapanıp ülkeyi terk ettiğini, bunu yaparken işsiz kalan milyonlarca Amerikalı işçiyi düşünmediklerini” söylemişti.  “ “Orta sınıfımızın refahı ellerinden alınıp dünyada paylaştırıldı.” Trump’ın şu sözleri milliyetçiliğinin damgasını vuruyordu: “Bugünden itibaren, tüm önceliğimiz, yalnızca Amerika olacak. (…) İşlerimizi geri getireceğiz. Servetimizi geri getireceğiz.”   (akt. Fernando Alcoforado, a.y.)                       

[38] Söz ihbarcılıktan açılmışken: “CHP Genel Başkan Yardımcısı Gamze Akkuş İlgezdi’nin hazırladığı rapor; Türkiye’de geçen yıl yeni hükümet sistemiyle birlikte ihbarcılığın rekor oranda arttığını gösterdi. 2018 yılında, yıl içinde savcılıklara yapılan ihbar sayısı 80 bin 866 olurken, yeni hükümet sisteminin ilk zamanlarını oluşturan 2019 yılında bu sayı rekor kırarak, yüzde 118 artışla 176 bin 380’e yükseldi. CHP’li İlgezdi’nin hazırladığı rapor; 2019 yılında Türkiye genelinde ihbar furyası yaşandığını gösterdi. (…)İhbarlardaki rekor artışın yanı sıra önceki yıldan devreden ihbar dosyaları da eklendiğinde, son iki yılda hakkında herhangi bir suçla ilintili olduğu gerekçesiyle ihbarda bulunulan kişi sayısı 297 bin 225 olarak kayıtlara geçti. Buna göre 2018 yılında bir önceki seneden devreden ihbar dosyaları da eklendiğinde 89 bin 817 olan ihbar sayısı, 2019 yılında yüzde 131 artışla 207 bin 408’e çıktı. (…)2019 yılında savcılıklarca yapılan 176 bin 380 ihbardan işleme alınan 167 bin 293 ihbar dosyasından yalnızca yüzde 14’ü hakkında soruşturma talimatı verildi. Geri kalan 119 bin 623 dosyada ise “soruşturmaya gerek olmadığı”na karar verildi. (…)İlgezdi, ihbar sayısının ikiye katlanmasının baskı, otoriterleşme ve ayrımcılık politikalarının hız kazanmasına paralel olduğuna işaret etti.” (Mahmut Lıcalı, “Sistem İhbarcı Çıktı”, Cumhuriyet, 22 Haziran 2020, s.5.)

[39] Alcoforado, a.y.

[40] Andrew Johnson, “Ur-Fascism and Neo-Fascism”, The Journal of International Relations, Peace Studies, and Development, c. 5, sayı 1, 2019, s.13.

[41] Akt. Andrew Johnson, a.y. s.9.

[42] Fernando Alcoforado, “Fascism antique and modern of the United States”, https://www.slideshare.net/falcoforado/fascism-antique-and-modern-of-the-united-states

[43] Andrew Johnson, a.y.

[44] Fernando Alcoforado, “The Affinity of Liberalism With Fascism”, https://www.slideshare.net/falcoforado/the-affinity-of-liberalism-with-fascism

[45] Roger Griffin, Modernism and Fascism, The Sense of Beginning under Mussolini and Hitler, Palgrave and Macmillan, 2007, s.6.

[46] Jeffrey Herf, Reactionary Modernism: Technology, Culture and Politics in Weimar and the Third Reich, University of Cambridge Press, 1984, ss.1-2.

[47] Necmi Erdoğan, “Günümüz Faşizmi Üzerine Bazı Notlar”, Birgün Pazar, No:724, 24 Ocak 2021, s.3-5.

[48] Necmi Erdoğan, a.y.

[49] Attila İlhan, Yaşamakta Direnmek.

[50]  “Birkaç onyıl önce,” diyor köşesinde New York Times yazarı David Brooks özellikle üniversitelerde çok sayıda kişi Batı uygarlığı anlatısına olan güvenini yitirdi. Onu öğretmeyi bıraktılar ve büyük kültürel aktarım kayışı koptu. Şimdilerde pek çok öğrenci, eğer karşılaşırlarsa, Batı uygarlığının bir tahakküm tarihi olduğunu öğreniyor. (…) Batı değerlerinin çok sayıda düşmanı meydana çıktı, ve kimse bu değerleri savunma arzusu sergilemiyor. Bu durumun ilk sonucu, Batı uygarlığı anlatısının demokratik değerlerine inanmamakla kalmayıp, eski diktatörlerin yaptığı gibi onlara saygılı imiş gibi dahi yapmayan gayrı-liberallerin yükselişi oldu. Özellikle son birkaç yılda güçlü adamlar çağına girdik. Obama, Cameron ve Merkel çağından çıkıp Putin, Erdoğan, el Sisi, Xi Jinping, Kim Jong-un ve Donald Trump çağına giriyoruz. (…) Trump yönetimi dahil artan sayıda devlet, aile temelli ticari çetelerin yönetiminde premodern mafya devletlerini andırmaya başladı. Bu süreçte, Çin ve Rusya gibi kurumsallaşmış, parti temelli otoriter rejimler, çok daha istikrarsız ve tehlikeli olan premodern kişilik kültlerine/azami lider rejimlerine dönüşüyor.

Şu hâlde merkezin çöküşünü yaşıyoruz. Onlarca yıl boyunca merkez sol ve merkez sağ partiler Batı uygarlığının işaret ettiği benzer demokratik kapitalizm yorumları etrafında kümelenmişti. Ancak bu merkez partilerin (Britanya ve Hollanda İşçi Partileri gibi) çökerken saçak partileri yükseliyor.(…) Amerika’da sivil özyönetimin temel dokusu, demokratik ideallere güvenin yok oluşuyla birlikte, aşınmakta. Washington Post’da yayınlanan verilere göre, demokratik bir ülkede yaşamayı önemli bulanların oranı, 1930’larda doğanlarda yüzde 91’den, 1980’lerde doğanlarda yüzde 57’ye düşüyor.

Donald Trump adaylığı sürecinde yüzyıllar boyunca inşa edilmiş her devlet adamlığı normunu çiğnedi ve çoğu kişi bunu ya fark etmedi ya da aldırmadı. Batı’ya güven içeriden çöküyor. İnsanların onu savunmak için ayağa kalkmada ne denli yavaş davrandığı ise, şaşırtıcı…” (David Brooks, “The Crisis of Western Civ”, The New York Times, 21 Nisan 2017.)