2007 yılı Haziran ayında Mersin 68’liler derneği Başkanlığına seçildiğimde bir ay önceki 6 Mayıs anmasının 50-100 kişiyle gerçekleştirildiğini görerek yeni bir kavram ile arkadaşlarımızı anmamız gerektiği sonucuna varmıştım. Bunun için, Mahir ve arkadaşlarını bir grubun, Deniz ve arkadaşlarını diğer grubun ve de İbrahim ve arkadaşlarını bir başka grubun anması geleneğine son verecek bir anlayışı oluşturmam gerektiğini düşünerek yola çıktım. Bu hedefe ulaşmak için 6 Mayıs 2008 anması öncesi ülkemizde ki devrimci tüm oluşumları bu sürece katarak, (her ne kadar iki grubun daha sonra 80 öncesini çağrıştıran kavgasına rağmen) BARIŞ VE KARDEŞLİK ORMANIN da 10 binlerce insanın katılımıyla anmalarımızı gerçekleştirdik. Bu gelenek 2008 tarihinden itibaren kesintisiz devam etmektedir.
Kızıldere’de katledilen 10 arkadaşımız içinde Mahir, Hüdai, Sabo ve Kazım silah arkadaşlarımdı. Mahir ile 1969 yılından itibaren samimi olmasak da tanışıyorduk. 1971 Şubatına kadar o bizim teorisyenimizdi. Çünkü ilk soygun ekibine katılarak hem bizi şaşırtmış hem de tartışmasız lider yükselişini başlatmıştı. THKP-C’nin kuruluş toplantısından itibaren 3-4 ay nerdeyse her gün görüşüyorduk: Ankara soygunları ve üçlü lider kadronun(Y. Küpeli ve M. R. Aktolga) teorik tartışma toplantıları ve de planlama vb. taktik konuları ele alma süresince birlikteydik diyebilirim. Hüdai ise 1968 yılından itibaren tanıdığım bir yoldaşımdı. Şimdikilerin kanka dediği türden! AŞK adlı silahlı bir ekibin içinde birlikte olmuştuk. Ortak silahlı antifaşist eylemler ve mahpusluk, köy çalışmaları, daha da önemlisi paylaşımın ve dayanışmanın en üst düzeyde olduğu bir yoldaşımdı Hüdai. İlk banka eyleminde birlikte olmuş ve de Partinin eylemleri için ikimiz Ankara da kalmıştık. Sabo(Sabahattin Kurt) ile dostluğumuz 1970 yazında Siyasal Kantininde başlamıştı. 1970 yazından önce Karadeniz’i adım adım dolaşan, Alaçam’dan İsmail’i, Çarşamba’dan İsmet abiyi, Fatsa’dan Ziya Yılmaz ve Kızıldere’de kaybettiğimiz 3 arkadaşımızı(Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy) ve daha birçok kişiyi hareketimize kazandıran oydu. Hüdai, ben ve Sabo ile Giresun’da ki köy çalışmamız gerçekten ders niteliğinde bir ilginçlik taşır. Ayrıca beni İsmail Yeşilyurt ve İsmet Çörtük ile tanıştıran ve köy çalışmasının inceliklerini bana öğreten oydu. Sinan Kazım Özüdoğru arkadaşımı da 1970 yılı itibariyle tanıyordum. Onun yüzündeki şark çıbanı izini hala unutmuş değilim. Özellikle mikrofonik muhteşem sesini de. Ortak bir eylemimiz olmamıştı ama sohbetlerimiz sürekliydi. Doyumsuz bir hitabet gücünün etkisiyle olsa gerek, onun sohbetlerini özlediğimi hatırlıyorum. Diğer 6 arkadaş ise Nihat Yılmaz, Saffet Alp, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Ömer Ayna ve Cihan Alptekin’di ve onları şahsen tanımıyordum. Deniz-Yusuf ve Hüseyin’in idamını engellemek için ölümü göze almış bu devrimcilerin bize gösterdiği dayanışma mesajı ne yazık ki onların bu eyleminden sonra hiçte hayat bulmadı. Suni düşmanlık atmosferi altında dayanışmanın yerini devrimci grupların birbirlerini boğazlaması almıştı. Bu siyasi kavgalar(“Sosyal Faşist”lerle-“Maocu Bozkurt”lar, Devrimci Yol-Kurtuluş ve diğer gruplar ) Mahir ve arkadaşlarının ölüm pahasına bize ulaştırdıkları mesajı temelinden dinamitlemişti. Hoş, görünüşte herkes ‘allahına kadar devrimci’ ve 68 kuşağından ölenlerin ‘yılmaz takipçileriydi.
THKP-C hareketinin devamcısı olduğunu söyleyen Devrimci Sol dahil bir çok grup gerçekten samimi unsurlar olarak mücadele sahnesinde yerini aldı. Fakat tarihi bir anda kaçınılmaz olan bizim mücadele biçiminin özgüllüğünü kavrayamayarak onu bire bir uygulamaya kalkmışlardı. Tarih ise acımasızdı.
Bu güne kadar 68’li olmam özellikle de Mahir ve Deniz’in mücadele arkadaşı olmam nedeniyle onlarca kişi büyük bir heyecan ve merakla benimle ilişkiye geçti. Fakat bunların çoğu aynı hızla ilişkilerini sonlandırdılar. Bu sonuç benim için başlangıçta inanılmaz gibi gelmişti. Çünkü onlara karşı bir yanlışım olmamıştı ve zaten onlarda: “sen niye ölmedin?” diyerek, kimisi de benden büyük işler, efsaneler bekleyerek, kimi de Komünist olma çabamı(ısrarla düzenle bağ kurmamam vb.) ve de geliştirdiğim siyasi mücadele taktiklerini anlamayarak(örneğin 1987 lerde SHP içinde çalışma yapmayı savunmam, 2000’lerde 10 Aralık Hareketi içinde Bahattin arkadaşla birlikte faaliyet yürütmeyi organize etmem, 68’liler Derneği Başkanlığı yapmam vb.) sessizce ilişkilerini kesiyorlardı. Dahası THKP-C’nin kurucusu, eylemleri içinde olup nasıl uzun dönem hapis yatmamış olmama ve hiç ismimi duymamış olmalarına şaşarak vb. nedenlerle ilişkilerini kesmişlerdi. Çünkü onlar için oldukça ağırdım ve onların beni taşıyacak bir gücü yoktu. Aslında sorun açıktı: bu kişiler devrimciliği kahramanların yürüttüğü bir mücadele sanan, dahası küçük işlerle meşgul olmamı biz 68’lilere yakıştıramayan sterilize ‘sol’ kültürle eğitilmişlerdi. Onlar bizlerin insan olduğunu unutan ve daha da önemlisi, yaşayan gerçek 68’liler için riske girecek komünist bir kültür yerine heyecanlı samimi küçük-burjuvalardı. Sonuç normaldi.
Geldiğimiz bu aşamada, eğer komünist kültürü yerleştiremezsek sonuç benzeri hatta daha da kötü olacaktır. Bizler komünist idealler için yola çıkmıştık. 1970 lerde ilişkilerimizde, konuşma, davranış ve olaylara yaklaşma biçimimizde ve kendimizle yüzleşmemizde sadece bugününün değil, belki yüzlerce yıl sonrasının, yine sadece ülkemizin değil devrim yapmış ülkelerin bile yakalayamadığı bir tarzını içselleştirmiştik: tıpkı bir ananın çocuğuna olan karşılıksız sevgisi, ancak bir delide olabilecek cesaret ve de sadece bir çocukta olan bir saflık ve temizlik ile. İşte 68’i, altmış sekiz yapan bu özelliklerimizdi. Bu açıdan, hala geçmişe değer veren dürüst devrimci unsurlar; bizlerle ilgili karar verirken mevcut düzenle bütünleşmiş 68’li unsurları ölçü alarak ve de devrim kaçkını olup ta devrimci görünüm takınarak geçmişin değerlerini hala yaşatanlara saldırmayı, onlarla ilgili dedikodu yapmayı meslek edinenlere kulak vererek değil, dönemi hala yaşayan ve yaşatmaya çalışan 68’lilerin pratiğine bakarak karar vermelidirler.
Ülkemizde 68 mücadele dönemi Avrupa’dan oldukça farklıdır. Bu farklılık sadece kültürel açıdan değil esas olarak siyasi hedefler açısından ortaya çıkmıştır. Özellikle de 1970 sonunda silahlı mücadeleye geçişimiz bu farklılığın temelini oluşturur. Bu açıdan baktığımızda mücadelemiz DEVRİMCİ özellikler (dayanışma, paylaşım, öncülük, fedakârlık, feragat ve cesaret) açısından kusursuz ve tamdır. Fakat SİYASİ VE TEORİK olarak yetersiz ve gelişmemiştir. Şimdi ki sorunumuz bu devrimci özü koruyup doğru teorik gelişimi bunun üzerinde inşa ederek ülkemizde tamamen yetersiz durumda olan SİYASİ mücadeleyi yükseltmek gerekiyor. Yaşamımın her saniyesini bunun için harcayarak(THKP-C kuruculuğu ve ilk eylemleri, DTCF’de faşist işgalin kırılışı, Metris direniş mücadelesi, SHP içinde Kitle çalışması, ÖDP’nin ilk kuruluş organizasyonu ve de Mersin 68’liler Dernek çatısında ki eylemler) ve 12 Mart zindanlarında yoldaşlarıma verdiğim sözün gereği olarak bu görevi kendi açımdan geçte olsa adım adım yerine getirdiğimi söyleyebilirim: Teorik olarak: HOMO KOMÜNUS ve yeni çıkacak olan GEÇ KALMIŞ ULUSLAŞMA VE SAĞ KOMÜNİZM adlı kitaplarım bu görevin ilk ürünleridir. Bunları yenileri ve başkaları takip edecektir.
Mahirleri, Ulaşları, Denizleri, İbrahimleri, Hüseyinleri, Yusufları, Hüdai’leri, Kazımları, SABO’ları ve tüm kaybettiğimiz yoldaşları sonsuz kılmak ancak devrimci özellikleri doğru siyasetimizle birleştirdiğimizde olacaktır. Elbette ki salt anmalar ve ağıtlar bizi iyi bir muhalif yapabilir. Fakat bize gerekli olan zalimleri tepelemektir. Bunun için; var olan teorik açmazları aşmamız ve de siyasi çalışmamızı gruplar olarak değil ortaklaşa geliştirebilme bilincini edinmemiz gerekiyor. Bunun için aslolan: öncelikle kendimizi gözden geçirip içimizde koruduğumuz kendi kendimizi aldatmaya son vererek nerede olduğumuzu kendimize itiraf etmemizdir. Özetle, sosyalist grup ve kişilerin devrim sürecine girebilmeleri için öncelikle içsel devrimlerini gerçekleştirmeleri gerekir. 68’lilik işte budur. Devrimci özellikler ne zaman ki siyasi gelişmişle birleşir işte o zaman devrim için gerekli öznel şartların ön hazırlığı hazır demektir. Sevgiyle kalın!
17.03.2019 S. Ş. Polat