“Kapitalizm felaketse, kendimizi ve
çocuklarımızı güvende tutabilmenin tek yolu
ondan kurtulmaktır.”[2]
“Depremler, tsunamiler, tayfunlar ve diğer doğal afetler gündelik yaşamda göze görülmeyen toplumsal çatlak ve yarıklara ışık tutar. Bu afetler devletlerin militarizasyon yoluyla çözmeye çalıştığı toplumsal krizleri tetikler, ki bu da toplumlarımızın geçirmekte olduğu derin krizleri açığa çıkartır,” diyor Raul Zibechi, bir yazısında.[3]
Doğru söze ne denir?
Bunu kaç kez sınadık, öyle gözüküyor ki, daha da sınayacağız. Öncekileri bir yana bırakacak olursak, 1992 Erzincan, 1995 Dinar, 1999 Gölcük ve Düzce, 2011 Van, 2020 Elazığ ve İzmir, nihayet Şubat 2023 Pazarcık, Elbistan, Antep ve Samandağ… Bunlar sadece depremler. Yangınları, selleri de ekleyin bu listeye. Her birinde afetlerin nasıl toplumsal felaketlere dönüştüğünü yaşadık. Ve her birinde devletin tepki vermede ne denli ağır, hantal ve evet, evet, ne denli “gönülsüz” olduğunu gördük. Maraş gibi, Çorum gibi, Sivas/ Madımak gibi, Ankara Garı ya da Suruç gibi katliamlardan ise hiç söz etmiyorum…
2023 Temmuz’u sonunda Hatay’ın Dikmece mahallesinde deprem sonrası arazilerin kamulaştırılmasına karşı çıkan mahallelere jandarmanın biber gazı ve kalkanlarla müdahale etmesine yurttaşların “bu kadar asker enkazda gelseydi binlerce kişi hayatta kalacaktı,” diye tepki verdiği haberi yansıdı sosyal medyada.
Ben sizlerle buluşmaya hazırlanırken, Milas, İkizköy’de jandarma başka bir müdahale için faaliyetteydi: Limak Holding’in iştiraki olduğu YK Enerji’nin ekonomik ömrünü tamamlamış santrallarına kömür yetiştirmek için Akbelen Ormanı’na dalan kesim araçlarına engel olmaya çalışan köylülere ve onlarla dayanışmak için bölgeye akın eden çevrecilere biber gazı ve cop yağdırıyordu. Yıllardır orman yangınlarına çok geç ve çok eksikli destek sağlayan devlet, şirket kazançları söz konusu olduğunda, derhâl silaha davranmakta tereddüt etmemişti…
Tüm yerkürede yaygınlaşan doğal (ve bir kısmı da doğal olmayan) afetlerde bir türlü ulaşamayan, geciken ve neredeyse her zaman yetersiz kalan devlet desteğini, bizzat harekete geçerek yurttaşların telafi etmesi son yıllarda giderek vurgulu hâle gelen bir durum. Bu yalnızca coğrafyamıza özgü değil. 21. yüzyılın bir gerçeği halklar üzerine sınır tanımaz ve fütursuz neoliberal-kapitalist saldırı ise eğer, bir diğer gerçekliği de direniş ve dayanışma…
Neoliberal talan çağında devletlerin tüm sosyal işlevlerinden soyularak büyük sermayenin elinde birer aparata dönüşmesini ağır sonuçlarıyla birlikte yaşayarak öğrenen halkların önünde, bu gibi yıkım durumlarında iki seçenek kalıyor: “ya devlet başa, ya kuzgun leşe” deyip gemisini kurtaran kaptan olma telaşı: yağmacılık, kör şiddet, yaltaklanma, araya eş-dost koyma, particilik vb. yollarla kıt olan kaynakları kendine kanalize etme… Ya da örgütlenerek devletin sağlamadığını kendi olanakları ve dayanışma yoluyla yaratmak: tıpkı sizlerin burada aylardır yaptığınız gibi. Arama-kurtarma çalışmaları, barınacak yer inşası, depremzedelere ve dayanışma için bölgeye akın edenlere yemek-içme suyu temini, sanitasyon, ilaç, gündelik ihtiyaç maddelerinin sağlanması, bölgeye akan yardımların sağlıklı ve adil bir şekilde gereksinenlere dağıtılması, çocukların uğradığı travmanın giderilmesi çalışmaları, eğitimin kesintiye uğramaması…
Geçmişte, sosyalist sistemin basıncı nedeniyle kapitalist sistemin üstlenmek zorunda kaldığı tüm sosyal işlevler, bugün sınır tanımayan sermayenin saldırısı altında daraldı, küçüldü, büzüldü. O güne dek devleti “baba” bilen halklar, ödedikleri vergi yükü artmasına karşın, vergilerinin sermaye kârlarını arttırmaya yöneldiğini, afet anları gibi en kırılgan anlarında dahi devletin yanlarında olmadığını gördükçe, çarenin kendi dayanışma ağlarını örmek olduğunu kavramaya başlayacaktı.
Acılı deneyimlerimizle öğreniyoruz… Bize birbirimize uzattığımız elden başka deva yok. Ama bir şey daha öğreniyoruz: Başımızda bizi vergiye boğup her anımızı denetlemeye kalkışan buyurgan zorbalar olmadan da biz kendi kendimize örgütlenebiliyor, kendi sorunlarımızı kolektifleştirerek çözümleyebiliyoruz, Hacı Bektaş’ın “Dert bizde, derman ellerimizdedir,” deyişini yaşama geçiriyoruz…
Farkında mısınız? Tüm bunlar olurken, kadınlar öne çıkmaya başladı… Arama kurtarma faaliyetlerine katılmaktan kolektif mutfakların örgütlenmesine, yardımların toplanmasından dağıtılmasının organizasyonuna, çocukların bu ağır süreci hasarsız atlatması için çabalamaktan sağlık ve hijyen koşullarının sağlanmasına, bölgeden ya da bölge dışından yüzlerce genç kadın canla başla çalışıyor. Afetzede kadınlar ailelerini ve topluluğu ayakta tutmak için, kendi dertlerini unutmuş, seferber olmuş durumdalar. Tandırlarını yakıp ekmek yapıyor, çorba kaynatıyor, barınma mekânlarının temizliğini sağlıyorlar. Ve cesur sesler, kadınların özel ihtiyaçlarını hatırlatıyor: ped, hijyen malzemeleri, iç çamaşırı, bebek bezi…
Ama kadınların bu görünürlüğü, salt afet durumlarında dayanışma faaliyetlerinin örgütlenip yürütülmesiyle sınırlı değil. Çevre eylemlerinde, mitinglerde, protesto yürüyüşlerinde işçi eylemlerinde, polis jandarma barikatlarını zorlarken… Kabul ederken gurur duyuyorum, günümüzde gözü kara genç kadınların sayısı benim kuşağımdakinden çok daha fazla…
Bu gözlem yalnız coğrafyamızda değil, tüm dünyada geçerli. Kapitalist sistemin tüm insanlığa sonsuza dek refah ve barış getireceği vaat edilen neoliberal versiyonunun gerçek yüzünün anlaşılmasını izleyen ilk itirazlardan itibaren kadınlar öne çıkmaya koyuldu. 1994 yılında Meksika’nın derinliklerindeki Lacandone ormanlarından kentlere inerek “yeni dünya düzeni” denilen talan sistemine karşı savaş ilan eden Maya yerlileri arasında çok sayıda kadın vardı. Onu, birbiri ardısıra patlak veren ve “küreselleşme karşıtı” kitlesel gösteriler izledi: New York’da “Wall Street’i işgal et”… Brezilya’da toprakları işgal eden köylü Topraksızlar hareketi… 2008’de polisin Atina’da bir genci kurşunlayarak öldürmesine yönelik protestolarla başlayıp tüm Yunanistan’ı saran ayaklanma… 2011’de İspanya’yı kasıp kavuran Öfkeliler hareketi… Bir buçuk ay boyunca coğrafyamızda kent meydanlarını saran Gezi direnişi… Fransa’nın “Sarı Yelekliler” Ayaklanması… Ermenistan (2018)… Cezayir, Sudan, Hong Kong, Bolivya, Şile, Kolombiya, Ekvador, Mısır, Almanya, Gine, Haiti, Hong Kong, Endonezya, Irak, Hollanda, Zimbabwe, Hindistan, Sri Lanka… Ve hemen tümünde kadınlar ön saflardaydı. Meydanları doldurarak, ellerinde megafonlar, katılımcıları coşturarak, polis müdahalesinde yaralananlara sağlık desteği sağlayarak, eylemcilere yemek dağıtarak… Ama aynı zamanda barikatlarda dövüşerek, gözaltında direnerek…
Üstelik bu kez, bir yandan neoliberal ekonomi politikaların sonucu geniş halk kesimlerinin yoksullaşma, yoksunlaşma ve dışlanmasına karşı çıkarken, protestoların gündemine kendi taleplerini de ekliyorlardı: kadına yönelik şiddete, taciz ve tecavüzlere, kadın cinayetlerine son… Sokaklarda, meydanlarda özgürce yürüyebilmek, giysilere ve yaşam tarzına yönelik müdahalelere son… Eşit işe eşit ücret (Evet, en az 60 yıllık geçmişe sahip bu talep, en “ileri” ülkelerde dahi hayata geçirilebilmiş değil. Kapitalizm eşitliğin hiçbir çeşidini sevmez!)… Çocuklar, yaşlılar için ücretsiz kreşler, bakımevleri… Kürtaj hakkı… İşyerlerinde kadın sağlığını gözetici düzenlemeler… Aybaşı izni… ve daha nice benzerleri… 2017-18 yılları bu taleplerin küresel ölçekte yükseltildiği dev katılımlı kadın grevleri ve kadın yürüyüşleriyle sarsıldı…
Peki nedir, kadınları hem zengin Kuzey ülkelerinde hem de yoksul Güney’de, hem Batı coğrafyasında hem İslam dünyasında, hem Hindu, Budist vb. ülkelerde ayağa kaldıran?
Kadınlar ayaktalar, çünkü neoliberal kapitalizm onların sırtındaki yüklerin katlanmasına yol açtı. Halkın gereksinimlerine ayrılacak bütçeyi zenginlerin, şirketlerin sofralarına aktarırken, yoksullaşmanın yükünü ağırlıklı olarak kadınların sırtına yüklüyor. Onları bir yandan düşük ücretli, güvencesiz, yıpratıcı işleri görmek üzere yığınlar hâlinde istihdam piyasasına çekerken, bir yandan da emekçi kadınlara destek olacak sosyal bütçelerden kesinti üzerine kesinti yapıyor. Kamuya ait kreşlerin, çocuk-yaşlı bakımevlerinin birbiri ardısıra kapatılması, bu işlevlerin tümüyle ve ücretsiz olarak kadınlar tarafından gerçekleştirilmesi anlamına geliyor. Yani kadınlar üretimde ucuz işgücü kaynağı olarak yerlerini alırken, bir yandan da yeniden-üretimci faaliyetlerin büyük bölümünü, üstelik de herhangi bir ücret almadan gerçekleştirmek durumunda…
Kadınlar ayaktalar, çünkü güçlü kapitalist devletlerin yeryüzü kaynaklarından paylarını arttırmak üzere giriştikleri rekabet çatışmaları ya da kaynakların kâr amaçlı aşırı kullanımı sonucu doğa dengelerinin bozulmasının yarattığı sosyal sorunlar, en çok onları etkiliyor. Yeryüzündeki 80 milyon kadar iç ve dış sığınmacının yarıdan fazlasını kadın ve çocuklar oluşturuyor. Yerinden edilmiş kadınların yüzyüze olduğu sorunlar, saymakla bitmez: Şiddet, taciz/ tecavüz, kaynaklara erişimdeki aşılmaz engeller, yetersiz beslenme, en basit sağlık koşullarından yoksun kamplarda aylarca, yıllarca yaşamak zorunluluğu, gebelikte karşılaşılan sorunlar…
Kadınlar ayaktalar, çünkü yeryüzündeki eşitsizlikleri devasa boyutlara eriştiren kapitalist talanın, hükümranlığını sürdürebilmek için yardıma çağırdığı küresel gericilik, gücünü en çok kadınlar üzerinde sınıyor. Sosyal bütçelerin kesilmesi, kadın sığınma evlerinin kapatılması, artan ekonomik yük kadınları aile içi şiddet karşısında savunmasız bırakırken, gericiler elbirliğiyle kadınları kazandıkları konumlardan gerilere itmenin uğraşını veriyorlar. Kadınlar yalnızca Mollarşinin saldırganlığının hüküm sürdüğü İran’da, Taliban rejiminin kadın düşmanlığının zirve yaptığı Afganistan’da, Mondi gericiliğinin hayırhah suskunluğuyla cezasız çete tecavüzleriyle sarsılan Hindistan’da, ya da kadınların aile kafesine mahkûm edilip nasıl giyinecekleri, nasıl davranacakları, nasıl yaşayacakları Diyanet’in hükmü altına alınmaya çalışılan Türkiye’de değil…
19. yüzyıl sonlarından beri, özellikle de 1960’larda dişleri-tırnaklarıyla mücadele ederek kazandıklarını hayata geçirebildikleri Batı coğrafyasında da gericiliğin saldırısıyla karşı karşıyalar. Örneğin ABD’de kadınların1970’lerde şiddetli mücadeleler sonucu kazandığı kürtaj hakkı, bir başka deyişle ne zaman, kaç çocuk doğuracağına ilişkin karar alabilme yetkisi, Anayasa Mahkemesi kararıyla tehlike altında. Pek çok eyalette kürtajı kısıtlayan yasalar kabul edilmeye başlandı bile. 2011-2014 yılları arasında 30’un üzerinde eyalette, 200’den fazla kısıtlayıcı düzenleme getirildi.[4] Sağcılar İspanya’da tecavüzden kaynaklanan gebelikler ve annenin sağlığının risk altında olması dışında kürtajı yasaklayan yasayı geçirmek için uğraşıyor. ABD’de yılda 1500 kadın, “kadın cinayeti”ne kurban gidiyor. İspanya’da beş saatte bir, bir kadın tecavüze uğruyor. Kadınlarla Erkekler arasında Eşitlik Yüksek Konseyi’nin beşinci yıllık raporu, Fransa’da 2021 yılında partnerler arası (kadına yönelik) şiddet olaylarında yüzde 21’lik bir artış kaydedildiği belirtilmekte.[5]
İşin ilginç yönü, aile içi şiddet verilerinin yükselmesinin, Batı ve Kuzey Avrupa’da yükselen aşırı sağcı, neo-faşist partilerin “aileci” söylemlerinin tırmanışıyla atbaşı gitmesi. Örneğin Danimarka’nın neofaşist Halk Parisi’nin programında, “Danimarka ailelere sunduğu koşullara bağımlıdır,” deniliyor. “Koca ile karı ve çocuklar arasındaki yakınlık bağları, Danimarka toplumunun taşıyıcı sütunlarıdır ve ülkenin geleceği bakımından büyük önem taşımaktadır…”[6] Hollanda’nın PVV’si de ailenin ve çocukları yetiştirmenin öneminin altını çizer. Her iki parti de ailelerin çok sayıda çocuk sahibi olma konusunda teşvik edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Almanya’nın AfD’si ise, Kuzeyli muadillerine göre, kadınların eşitliği konusunda daha “sert”tir: Ailenin korunmasının siyasal odağı olduğunu açıkça beyan edip, geleneksel cinsiyet rollerini tahrip ettiğini ve toplumun “cinselleştirilmesini” teşvik ettiğini düşündüğü cinsiyetler arası eşitliğin anaakıma taşınması konusundaki girişimleri durduracağını, toplumsal cinsiyet araştırmalarını sonlandıracağını ilan eder. AfD toplumsal cinsiyetler arası eşitlik, evlilikte eşitlik yasası ve LGBT haklarına karşı protestoları etkin biçimde desteklemektedir. AfD’ye göre kadın istihdamı “kariyer sahibi kadınları anne ve ev kadınlarından üstün tutan feminizmin yanlış anlaşılmış bir görüşüdür.” Kadın ancak ailenin mali durumu gerektiriyorsa çalışmalıdır.
Neofaşistler iktidara gelebildikleri yerlerde kadın düşmanı yüzlerini daha iyi sergilemektedirler. Örneğin Orban’ın Macaristan’ında üniversitelerdeki toplumsal cinsiyet araştırmaları yasaklandı, tüm mali destekler geri çekildi, bütün akreditasyonlar kaldırıldı. Brezilya’da Bolsonaro bir adım daha atarak öğrenim kademelerde “toplumsal cinsiyet” ve “cinsel yönelim” terimlerinin kullanılmasını yasaklayan bir yasayı getirdi gündeme. Ve bundan böyle eğitim sistemine aile değerlerinin damgasını vuracağını ilan etti…[7]
Ve nihayet kadınlar ayaktalar, çünkü bedenleri, cinsellikleri, “küreselleşme” bağlamında görülmedik ölçüde ticari kazanç konusu kılınmış durumda. Bugün dünyada fuhuş sektöründe 42 milyon kadınının istihdam edildiği hesaplanıyor. Wikipedia’ya göre bu kadınlardan “sektör”ün yıllık kazancı 100 milyar dolar dolaylarında. Bu, SIPRI’nin açıklamasına göre 100 büyük şirketin 2021 yılında silah satışlarından sağladığı gelirin (= 592 milyar dolar)[8] altıda birine denk düşüyor – ki hiç de azımsanacak bir rakam değil. Dahası bu pornografi sektörü bu rakama dahil değil…
Evet, tüm dünyada ve bu ülkede de biz kadınlar emeğimiz, bedenimiz ve kimliğimiz üzerindeki eril tahakküme karşı direniyoruz.
Ama direnişimiz yalnızca eril tahakküme, yalnızca “ataerki”ne karşı değil… Çünkü eril tahakkümün, ataerkinin bir avuç süper zenginin, birkaç çokuluslu şirketin servetine servet katmak için yığınları her geçen gün daha fazla yoksullaştıracak tarzda işleyen kapitalist sistem tarafından sürdürülüp beslendiğini, güçlendirildiğini biliyoruz. Kapitalizm ataerkinin pekiştirdiği eşitsizliklerden besleniyor. Bu nedenle sorun yalnızca erkeklerin bencilliği ya da kadınları hizmetkârları olarak kullanmadaki pervasızlıkları veya kontrol edemedikleri şehvet duyguları değil. Sorun, aynı zamanda bunlara yol veren; kadınları şiddet, cinsel istismar, istenmeyen gebelikler vb. karşısında savunmasız ve donanımsız bırakan; onları üç kuruş ücret karşılığında en düzensiz, gelgeç, güvencesiz işlerde çalıştırıp sosyal haklarını gasp eden; ev işlerini, çocukların, kocanın, yaşlıların bakımını ücretsiz olarak onların sırtına yıkan; emeklerinden olduğu kadar bedenlerinden de devasa kârlar devşiren; kaynakları kadınların kalifikasyonu, güvenliği, sağlığı, insanca yaşayabilmesi ve kendini geliştirebilmesine değil de şirketlerin kârlılığına tahsis eden kapitalist sistemin kendisi…
Bugün kadınların kurtuluşu tahayyülü, Alex Callinicos’un dediği gibi, kapitalizmden kurtuluşa denk düşüyor…
Tarih, kadınların yaşamı eşitlikten, özgürlükten yana dönüştürme mücadelesine katıldıkça kendilerini de özgürleştirdiklerinin tanığıdır…
13 Ağustos 2023 19:41:11, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[1] 30 Ağustos 2023 tarihinde Kaldıraç’ın Samandağ’da düzenlediği 18. Öğrenci Kampı’ndaki etkinlikte yapılan konuşma… Kaldıraç Dergisi, No:266, Eylül 2023…
[2] Alex Callinicos, “Capitalism and Catastrophe”, Socialist Worker, sayı 464, 29.12.2020
[3] Raul Zibechi, (2010). “Earthquake and tsunami in Chile: The militarization of natural disasters.” http://upsidedownworld.org/archives/chile/earthquake-and-tsunami-in-chile-the-militarization-ofnatural-disasters/
[5] https://france-amerique.com/the-problem-of-violence-against-women-in-france/#:~:text=In%20its%20fifth%20annual%20report,%2C%E2%80%9D%20which%20claimed%20122%20victims.
[6] Cas Mudde ve Crıstóbal Rovira Kaltwasser, “Vox Populi or Vox Masculini? Populism and Women”, Patterns of Prejudice, 2015, Vol. 49, Nos. 1–2, 16–36, http://dx.doi.org/10.1080/0031322X. 2015.1014197
[7] Mari Lilleslåtten, Podcast: A threat to academic freedom is a threat to women’s rights, 19 Kasım 2018, http://kjonnsforskning.no/en/2018/11/threat-academic-freedom-threat-womens-rights
[8] Arms sales of SIPRI Top 100 arms companies grow despite supply chain challenges | SIPRI