Tarih; okuyana kendi gözünün
görme derecesine göre yol
gösteren bir kılavuzdur.
J.J. Rousseau
Polat arkadaşla aramızda süren polemikte, eksik ve yanlış bulduğum diğer bir konu; Marx ve Engels öncesi düşünürlerin küçümsenmesi veya yok sayılmasıdır. Ona göre; Alman aydınları, Marx ve Engels dışında, tek kanatlı kuşlar gibidir. Bu düşünce doğru değil. Çünkü Goethe, Alman edebiyatını dünya edebiyatı düzeyine yükselten filozof-şair; Hegel ise en sistemli bir felsefe geliştirerek, bütün dünyada birçok düşünürü etkilemiş büyük filozoftur. Dolayısıyla ‘Tek kanatlı kuşlar’, yakıştırması gerçeği yansıtmıyor. Alman aydınlanması; olsa olsa, iki kanadı farklı olan bir kuşa benzetilebilinir. Sol kanadı, az sayıda tüylerden ama güçlü olan; sağ kanadı ise çok sayıda ama güçsüz tüylerden oluşan bir kuş.
Hegel felsefesi, özellikle diyalektiği; Lenin’in de belirttiği gibi; sadece Marx’ın teorisinin bir kaynağı değil, aynı zamanda Marksizmin önemli bir bileşenidir. 1914 Ağustos’unda Alman sosyal demokrasisi, savaş bütçesine oy verdiğinde, Lenin, ilkin buna inanmadı. Alman Genel Kurmayının uydurduğu bir yalan olduğunu düşündü. Ama haber doğrulanınca, entelektüel bir kriz geçirdi Lenin. Bu krizi atlattıktan ve Eylül 1914’den sonra, savaş günlerinde, inzivaya çekildi; bir yıl boyunca felsefi eserleri, özellikle Hegel felsefini yoğun bir şekilde okudu. Sosyalizme ihanetin, nedenlerini kavramaya çalıştı. Sosyal demokrasi neden ihanet etti, sorusuna cevap aradı. Lenin, bu girişimiyle, hem Marksizmin felsefi kaynağı olan Hegel’e yönelmiş oldu, hem de II. Enternasyonal’in teorisyenlerinin diyalektiği yeterince kavramadıkları sonucuna vardı. Lenin de, kendini daha önceki kaba materyalist anlayışından kurtardı. Hegel anlaşılmadan, Marx’ın kapitalinin, özellikle birinci bölümün anlaşılamayacağını ileri sürdü. Lenin, 1914-1915 yılında Hegel diyalektiğini daha iyi kavradığı için, 1917 Nisan Tezlerini ileri sürebildi.
Devlerin üstündeki Cüceler
Marx ve Engels’in dışındaki düşünürleri, küçümseyen ve yok sayan bir anlayış, hem yanlıştır hem de tehlikelidir. Böylesi yüzeysel bir anlayış, Marx ve Engels’i köksüz kılmak demektir. Bu konuda Newton’un 1676'da meslektaşı Robert Hooke'a yazdığı mektuptaki düşüncesi öğreticidir: “Daha uzağı görebiliyorsam bu, benden önceki devlerin omuzlarında durduğum içindir.” Marx ve Engels de, kendilerinden önceki devlerin (Adam Smith, Ricardo, Kant, Hegel vb.) omuzlarında durdukları için, ileriyi görüp, onları aşabildiler.
Selçuk Polat arkadaş, bana karşı, Alman İdeolojisi adlı eserden tartışmamızla ilgili olmayan bir alıntıya başvuruyor. Ve şöyle yazıyor: “Orkunoğlu’nun “beni dikkate almadığını düşünerek Marx ve Engels’i yardıma çağırmaya karar verdim.” Ve 1845’te Marx ve Engels’in kaleme aldığı eserden, çok sık yapılan alıntıyı gündeme getiriyor. Yani, düşünceden hareket ederek değil; maddeden, insanların kendi yaşam süreçlerinden hareket etmek gerektiğini vurgulayan alıntıyı aktarıyor. Bugün artık çocuklar bile, maddi koşulların önemli olduğunu ve insanın bilincinin koşullandırdığını biliyor.
Alman İdeolojisi adlı eser hakkında ilkin kısa bir bilgi vermem gerekiyor: 1845 yılında Marx ve Engels tarafından kaleme alınan bu eser hakkında Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya 1859’da yazdığı önsözde şöyle diyordu: “Elyazmasını, asıl amacımıza –kendimizi aydınlatmaya– ulaştığımız için farelerin kemirici eleştirisine gönül rahatlığıyla terk etmiştik.”
Engels ise, Ludwig Feuerbach ve Klâsik Alman Felsefesinin Sonu (1888) adlı eserine yazdığı önsözde şunu ifade ediyordu: “Elyazması, formalar halinde, iki cilt olarak, Vestfalya'daki yayınevi sahibinin elindeydi, ki; yeni gelişmelerin, yapıtın basılmasını olanaksız kıldığını öğrendik. Biz, görüşlerimizi açıklığa kavuşturmak olan başlıca amacımıza vardığımız için, elyazmasını farelerin kemirici eleştirisine seve seve terk ettik.“
Kaba Materyalizmin Yaygınlığı
Alman İdeolojisi, tarihsel materyalizmi temellendiren, ama henüz diyalektik olmayan bir eserdi. Marx, Feuerbach Üzerine Tezler’de, Feuerbach'inki de dâhil olmak üzere şimdiye kadar var olan tüm materyalizmin başlıca eksikliğine dikkat çekti. Aktif özne görüşünün, etkin yönün, materyalizme karşıt bir biçimde, idealizm tarafından geliştirilmiş olduğunu vurguladı. Engels de yıllar sonra, 21 Eylül 1890 tarihinde Joseph Bloch’a yazdığı bir mektupta şöyle bir öz eleştiri yapacaktı:
"Gençlerin zaman zaman, ekonomik yana gerektiğinden daha çok ağırlık vermelerinden Marx ile benim de kısmen sorumlu tutulmamız gerekir. Hasımlarımızın karşısında onların yadsıdıkları ana ilkeyi, özellikle vurgulamamız gerekiyordu ve o zaman karşılıklı etkiye katılan öteki etkenlere de kendi yerlerini verecek ne zamanı, ne yeri, ne fırsatı bulabildik. Ama bir tarih kesimini sunmak, yani pratik uygulamaya geçmek söz konusu olur olmaz, sorun farklıydı ve hiçbir yanılgıya yer yoktu. Ama ne yazık ki, yeni bir teorinin ana ilkelerini, her zaman doğru biçimde olmasa bile, benimser benimsemez, o teoriyi tümüyle anladıklarını sananlar pek sık görülüyor. Şimdilerde yeni ‘Marksist’ olmuşların birçoğunu bu kınamanın dışında tutamam; çünkü en şaşırtıcı saçmalıklar o çevrede üretiliyor.” (Engels, Felsefe İncelemeleri, s. 231-232)
Alman filozofu Karl Korsch benzer bir düşünceyi aktarır Engels’ten:
“Hepimiz, asıl önemli olanın, politik, adli ve diğer ideolojik kavramların temel ekonomik olgulardan türetildiği ve bu kavramlar yoluyla dolayımlanan eylemlere uygulandığı gerçeği olduğunu vaaz etlik ve vaaz etmeye zorunluyduk, içeriği vurguladık, ancak bu arada, biçimi, başka bir deyişle bu kavramların ortaya çıktığı yolları ve araçları ihmal ettik.“
Marksist hareketinde kaba materyalizmin hala egemen olduğunu göstermek için, bu kadarlık yeter. Marx ile Marksizm arasında olduğu gibi, Lenin ile Leninizm arasında farklar vardır. Yaygın Marksizm, Marx’ı; Stalin bürokrasisi ve Sovyet Marksizmi ise, Lenin’i sığlaştırdı.
Bilgi Yanlışlığı
Amacım ‘sidik yarışına’ girmek değil, ama Selçuk Polat’ın yazısı bilgi eksikliği olduğu için, onları düzeltme gereği duyuyorum. Bazı bilgi yanlışlarına değineceğim için, umarım bana karşı haset beslemez. Hani bir söz vardır: Her bildiğini söyleme; fakat her söylediğini bil.
Şöyle diyor Polat arkadaş: “Engels’in, Birleşme Programını(Lasalle’cilerle Sosyal-Demokrat Parti taraftarlarının 1875’deki Birlik Kongresi) eleştiren yazısını dikkate almayan ve gün yüzüne çıkarmayan Bebel’dir.”
İlk bilgi yanlışı şu: Lassallciler ile Sosyal Demokratlar arasında Birlik Kongresi için hazırlanan Gotha Programını eleştiren, Engels değil, Marx’tır. 1875’te yazılmış olan program eleştirisi, 15 yıl boyunca, masa çekmecesinde saklı tutulmuştur. Marx’ın eleştirisini gizleyen, esas olarak August Bebel değil, Wilhem Liebknecht idi. O dönem Liebknecht, partinin bir numaralı teorisyeniydi. Bebel ise, daha çok partinin politik ajitatörü görevini yürütüyordu. Partinin yeni bir programı (Erfurt programı) kabul edecek parti kurultayından önce, Engels, 1891’de Marx’ın eleştirisini yayınlamak istedi. Ama parti yöneticilerinin, özellikle Wilhelm Liebknecht’in direnci ve engellemesiyle karşılaştı. Parti yönetimi, Marx’ın eleştirisinin gazetede basımını ve dağıtılmasını engellemeye çalıştı. Fakat engelleyemedi. Bu engel, Marx’ın eleştirisini gazeteye basmayı başaran Kautsky’nin yardımıyla aşıldı. Bu olaydan sonra, daha önceden partinin bir numaralı kuramcısı olan Wilhelm Liebknecht, parti nezdinde gözden düştü. Onun yerine geçen Kautsky’nin yıldızı bu olaydan sonra parlamaya başladı. 1891’de parti kurultayında kabul edilen Erfurt programının mimarı olan Kautsky, partinin bir numaralı teorisyeni olarak kabul gördü. Sadece partinin değil, II. Enternasyonal’in de teorik önderi oldu; fakat onun yıldızı, 1914 Ağustos’unda, emperyalist savaş karşındaki oportünist tutumu yüzünden söndü.
Bunlar küçük ayrıntılar, bu nedenle konuyu iyi ve detaylı bilmeden yazmamak gerekir.
Ben, Yunan felsefesi ve kültürünü Avrupa’ya tanıtanın, Arapça yazan düşünürler olduğunu ileri sürmüştüm. Sevgili Selçuk Polat arkadaş itiraz ederek şöyle yazıyor:
“Bana göre bu tespitler ciddi yanlışlar içeriyor. Örneğin, Yunan kültürünü esas olarak Avrupa’ya tanıtan İslami yazarlar değil, 1400'lerde İtalya'da başlayan Rönesans Hareketidir. Bu Yeniden Doğuş(Rönesans) Hareketi, ticaret burjuvazinin geliştiği bu çağda sadece Antik Yunan Kültürünü değil, Anadolu ve Mezopotamya’daki ışıkçılar(Aleviler) adı verilen aydınlanma kültürünü, İlerici İslami aydınlarının görüşlerini (İbni Haldun, İbni Rüşt vb.), Antik Mısır ve İslami Endülüs kültürünü İtalya’da ki Şehir devletlerine ve Avrupa’ya taşımıştır.’
Bu pasajda o kadar bilgi yanlışı var ki, nereden başlayacağımı şaşırdım. Çağlar ve tarihler birbirine karıştırılmış. İslam Endülüs Devletinin kuruluşu, 756 yılına kadar geri gider. Araplar, 711 yılından sonra İberya yarımadasını (bugünkü İspanya ve Portekiz) feth ettikten sonra giderek Endülüs devletini oluşturdular. Güçlü bir kültür yarattılar. Oysa Polat arkadaş, her şeyin 1400’lerde Rönesans ile başladığını ileri sürüyor. Bu yaklaşım ise, Avrupa merkezci bir bakış açısıdır. Ayrıca Polat arkadaşın, İbn Haldun ve İbn Rüşd’ü bir parantez içinde vermesi de, bu iki düşünürün aynı çağda yaşadığı gibi, yanlış bir izlenim doğuruyor. Oysa bu iki düşünürün yaşamları arasında 110 yıllık bir çağ farkı var. Çünkü İspanya’nın Cordoba kentinde dünyaya gelen ve Avrupa’da Averreos adıyla bilinen İbn Rüştü (1126-1198) yılları arasında; Tunus doğumlu İbn Haldun ise (1336-1406) tarihinde yaşamış.
Tarih Hırsızlığı
Avrupa Merkezci bakış açısı, en berrak bir biçimde tarih anlayışında kendini göstermektedir. İlk Fransız devlet filozofu olan Jean Bodin (1530-1597), kilise tarihçilerinin, tarihi dönemlere (Yahudi, Grek, Roma, Hıristiyan) ayırma anlayışlarını aşarak tarihsel dönemleri yeniden belirlemişti. Bodin, tarihsel dönemleri üç çağ (antikçağ, ortaçağ ve yeniçağ) olarak ayırmıştı. Tarihi böylesi dönemlere ayırmak bugün sorgulanmaktadır. Çünkü Avrupa merkezci bir bakış açısının ürünüdür ve bütün insanlık için geçerli değildir. Birçok tarihçi, böylesi tarihsel dönemlerin, Çin, Hindistan, Afrika ve İslam dünyası için geçerli olmadığını savunuyor. Tarih Hırsızlığı başlıklı kitabın yazarı Jack Goddy, Avrupa’nın, başka ülkelerin tarihini çaldığını ileri sürüyor. Bir başka yazar, yazısında; İslam’da ortaçağ döneminin olmadığını, çünkü Avrupa ‘ortaçağ'da’ debelenirken, İslam’, gelişme çağını yaşadığı görüşünde. Doğu tarihi uzmanı olan Alman Profesör Thomas Bauer ise, ‘Neden İslam’da Ortaçağ Yok’ başlıklı bir eseriyle daha geçen yıl, bir ödül kazandı.
Yanlış öğrendiğimiz o kadar çok şey var ki, insan üzülüyor gerçekten.
Abbasi Dönemi ve İslam Uygarlığı
Abbasi Devrimi (M.S. 750), Emeviler tarafından ezilen, diğer Arap olmayan Müslümanların (İranlı Şiilerin ve Zerdüştlerin vb.) desteğiyle gerçekleşen devrimdi. Abbasi Dönemi (M.S. 750.1258), Arap İslam Uygarlığı önemli bir değişime uğradı. Abbasî döneminde, Antik Yunan kaynakları, ilkin Yunancadan Süryani diline, oradan da Arapçaya çevrildi. 200 yıldan fazla süren çok çeviri faaliyetleri meyvesini verdi. Antik-Yunan felsefesiyle karşılaşan âlimler, eserler vermeye başladılar. Platonlaştırılmış bir Aristoteles düşüncesini ortaya çıkaran Arap düşünürleridir.
Platon ve Aristoteles’in görüşlerini Avrupa’ya tanıtan, Arapça yazan düşünürlerdir. Örneğin Kindi (870-873); Aristoteles’i ilk okuyan ve İslam dinine felsefeyi ve felsefe bilgisini sokmaya çalışan ilk düşünür olarak kabul ediliyor. Daha sonra Farabi (872-936), İbn Sina (980-1036) ve İbn Rüşd (1126-1198) gibi düşünürler, özellikle; ‘felsefe-din, filozof-peygamber, felsefi bilgi-vahiy arasındaki farklar’ konusunda ilginç görüşler ileri sürdüler. Özellikle Farabi’nin bir görüşü kayda değer. Farabi, filozofların peygamberlerden daha üstün olduğunu ileri sürmüştü. Bu görüşünü de, filozofun aklının, peygamberin hayal-gücünden daha üstün olduğunu temellendirmeye çalışmıştı Farabi. İslam uleması tarafından Farabi’ye gelen eleştiriler nedeniyle, İbn Sina, peygamber-filozof ilişkisinde İslam dogmasının taleplerine daha uygun cevaplar vermeye çalışır. İbn Sina’nın görüşleri de İslam ulemasının tepkisiyle karşılaşır. Bu tepki Gazali’de (1058-1111) doruğuna ulaşır.
Gazali, filozoflara, özellikle Farabi ve İbn Sina’ya eleştiriler yöneltti. Filozofların üç öğretisinin (Dünya ezelden beri vardır; Ölümden sonra insan bedeni yeniden dirilmez; Allah, sadece tümelleri bilir, tikelleri bilmez) İslam diniyle çatıştığını ileri sürdü. Gazali, filozofların bu görüşlerinden ötürü "tekfir" edilmeleri, yani kâfir olarak ilan edilmeleri gerektiğini ileri sürdü. Yunan felsefesinin, filozofların gözden düşürülmesinde Gazali’nin tutumu (tek neden olmasa da) önemlidir. Zaten Gazali, Selçuklu İmparatorları Alparslan ve Melihşah’ın veziri olan Nizamimülk tarafından kurulan ilk medresenin başına getirildi. Bu medrese ise, asıl olarak Şiiliğe, Fatımilere karşı Ehli Sünneti korumak ve güçlendirmek için kurulmuştu. Nizamimülk bir suikasta kurban gitti. Felsefecilere karşı olumsuz tavrıyla, İslam dünyasında felsefenin gerilemesinde belli bir payı olan Gazali ise yaşamının sonuna doğru tasavvufa yöneldi.
Gazali’den 25 yıl sonra, İspanya’da doğan İbn Rüşd, Gazali’nin filozoflara (Farabi ve İbn Sina) yönelik eleştirisinin haksız olduğunu belirtti. İbn Rüşd, Filozof-Peygamber arasındaki fark konusunda İslam öğretisine İbn Sina’nın verdiği tavizden daha ileri gitti. Peygamber’in Filozoftan daha üstün olduğunu ileri sürdü; Filozof, Peygamber’in varisidir, dedi. İbn Rüşd, bu konuda taviz vermek zorunda kaldı. Bunun nedeni, toplumda felsefe ile halk arasındaki mesafe giderek açılmıştı. İbn Rüşd, felsefenin yaşaması için bu konuda taviz verdi, bu taviz fazla işe yaramadı.
Ekonomik-Toplumsal Nedenler
Burada düşünce düzeyinde anlatılan gelişmelerin, toplumsal ve ekonomik birer nedeni vardır elbette. Çin ve Hindistan üzerinden gelen ticari mallar, İpek Yolu üzerinden, Irak ve Suriye üzerinden Avrupa’ya gidiyordu. İpek yolu, İslam uygarlığı için bir zenginlik kaynağı idi. Zenginlik ise, kültür için bir zemin hazırlıyordu. Ancak İpek yolu üzerinden mal almak, Avrupa’daki ülkeler için pahalıya mal oluyordu. Bu nedenle daha sonra Avrupa, deniz ticareti için yeni yollar keşfedince, İpek yolu ticari önemini yitirdi. Bu durum, İpek yolu üzerinden yapılan ticaretin azalmasına ve İslam ülkelerinin ekonomik bakımdan gerilemesine neden oldu. Yeni keşfedilen, deniz yolları üzerinden yapılan ticaret Avrupa için bir zenginleşmeye ve giderek ticaret kapitalizminin doğmasına yol açtı. Rönesans, ticaret kapitalizminin çocuğudur.
Avrupa’da kapitalizm gelişmeye başlarken, İslam ülkeleri gerilemeye başlar. Bu gelişmenin üst-yapıda yansıması kendini şöyle ifade eder: Eskiden Engizisyon mahkemeleri kurmuş olan dogmatik Hıristiyanlık, kendini kapitalizme uydurarak bir Reformasyon yaşarken, İslam dünyasında tersi bir süreç başlar. Ekonomik gerilemeye paralel olarak İslam dini giderek daha dogmatikleşmeye başlar.
Kendimle çeliştiğimi göstermek için ‘kaçak dövüş’ yaparak, benim kitabımdan (Marksizm, Milliyetçilik ve Demokratik Ulus) alıntılar yapan Polat arkadaş, kitabımın özünü iyi kavramamış gibi. Kitabımın bir bölümü, Almanya’daki entelektüellerin çoğunun ırkçı ve milliyetçi olduğu gerçeği üzerinde durmuştu. Ama az sayıda entelektüelin Aydınlanma düşüncesini savunduğunu göstererek, kitabımda şöyle yazmıştım: “Lessing, Schiller,131 Goethe, Heine ve Hegel gibi önemli düşünürler milliyetçiliğe taviz vermemişlerdir. Goethe, Batı’nın evrensel değerlerine sıkıca sarılır. Ayrıca bireyin, ulusa ve devlete boyun eğmesine karşı çıkarak, bireyin özgürlüğünü savunur. Goethe ve Schiller, savaşa karşı ve barıştan yana düşünürlerdir. Ulusal bencilliği abartan, akılcılığı küçük gören milliyetçiliğe taviz vermezler.”
Bir şey daha: Fransa’da değil de, Almanya, İtalya gibi ülkelerde faşizmin ortaya çıktığı konusunda şunu kısaca belirtme gereği duyuyorum: Fransa, Aydınlanmanın düşüncelerini şiddet (Jakoben Terör) aracılığıyla gerçekleştirdi; eski düzeni şiddete başvurarak yok etti, kralı giyotine gönderdi. Jakoben Terörü, Alman entelektüellerinde korkuya neden oldu. İlerici Alman filozofları, Fransız Devriminin ideallerini kabul ettiler, ama şiddet yoluyla değil, evrimci bir yoldan eski düzenin değiştirilmesini savundular.
Bize Gerekli Olan
Şimdi Polat arkadaşın yazısının başlığına, ‘Bize gerek olan ne’ sorusuna gelebiliriz.
Bana göre gerekli olan üç şey var: Bir; Daha iyi bir dünya için, yaygın olan dinin ve milliyetçiliğin gücünü kırmak. Bunun yolu da dini ve milliyetçiliği, siyasal alanın dışına atmak, dinsel ve milli kimliğin siyasallaşmasına karşı durmak. İki; Güçlü bir siyaset yapabilmek için, diyalektik mantığı kavramak. Üç; Bilgi eksikliklerimizi gidermektir.
Bize gerekli olmayan ise; kaba materyalist ve bilgi eksikliği temeli üzerinde polemik yürütmektir.