Herkes akıntıyla birlikte yüzebilir, ancak cesaretli olanlar akıntıya karşı yüzmeyi deneyenlerdir.“ Samuel Smiles
Biri ortaçağdan kalma küflenmiş bir düşünce, diğeri modern çağda burjuva düzeninin koltuk değneği.
Skolâstik, zihinsel ve ahlaki otoriteye körü körüne inanan ve dogmatik bir akla teslim olan toplumun düşüncesidir. Aklın mahkemesi karşısında davasını sürekli kaybetmeye mahkumdur. Ama uzun zamandır ayakta kalmayı başaran ve akıl üzerinde egemenlik kurmak isteyen önyargılar sistemi olan bu ortaçağ düşüncesinin birçok beyinlerde küflenmiş kokular yaydığını kim inkâr edebilir? Skolastik, aydınlıktan korkanların ve cahillerin tapınağıdır. Sokrates, “cahil insan kendinin bile düşmanı iken, başkasına dost olması nasıl beklenir“ diye sitem etmemiş miydi?
Felsefi anlamda pozitivizmin, güncel yaşamda olaylara pozitif bakmak anlamında kullanılan pozitivizmle ilişkisi yoktur. Pozitivizm, esas olarak Hegel’in verili gerçekliğe eleştirel yaklaşan ‘Negatif Felsefe’sinin yerine, verili gerçekliği olumlayan ve verili düzene meşruiyet kazandıran bir düşünce olarak ‘Pozitif Felsefe’ adı altında ortaya çıktı. Bu felsefe ilk defa, Fransız düşünür August Comte tarafından ileri sürüldü.
Felsefi anlamda pozitivizm, günümüzde, kendi üzerine düşünmekten vazgeçen bir toplumun felsefesidir. Güncel yaşamında, çalışma ve tüketim arasına sıkışmışlıktan kurtulamayan toplumun zihni; paranın ve tüketimin esiri olup, köleliği özgürlük sanan insanların düşüncesidir. Özgürlüğün bilincine varamayan, esarete alışmış bir dünyanın bakış açısıdır. Teorik aklı küçümseyen pozitivizm, insan aklını görünen olgulara teslim eden bir anlayıştır. Pozitivizmin özelliği olgulara takılıp kalmak ve olgulara teslimiyettir. Pozitivizm, İngiliz anti-entelektüalizminin Fransız biçimidir. Eleştirilerim, pozitivist görüşün, dünyayı tek yanlı olarak sadece olguların analizine indirmesine, teorik aklı küçümsenmesine ve sığlığına yöneliktir; yoksa olguların tahliline ve olguların sunduğa güvene itirazım yok.
Sosyal sorunlara bilimsel açıdan yaklaşmak gerektiğini ilk defa ileri süren düşünür Saint-Simon idi. Kendi öğretisini ‘sosyal fizik’ olarak adlandırmıştı. Saint-Simon’un öğrencisi olan Comte hocasının Sosyal Fiziğini, ‘sosyolojiye’ dönüştürdü. İtalyan düşünürü Labriola, "dahi Saint-Simon'un soysuz ve gerici öğrencisi" olan Comte’yi hocasının düşüncesini çalmakla ve tahrif etmekle suçlar. Comte’nin burjuva cephesince pek olumlu ve makbul tutulmasına neden bu iki kalpazanlığıdır. Sosyolojinin kurucusu olarak ilan edilen Comte’yi sermaye cephesinde kabul görmesinin bir nedeni de onun devrimlere karşı olması ve ’İktidar burjuvaziye, ahlak ve dine işçilere’ düşüncesini savunmasıydı. Comte’ni Tanzimat döneminde Osmanlı ile ilgilendiğin biliniyor.
Türkiye’de bu skolâstik ve pozitivizm büyük ve küçük iki kardeş gibi. Bazen biri, bazen de diğeri öne çıkıyor. Osmanlı entelektüellerinde skolâstik egemen düşünceydi. Skolâstiğin küçük kardeşi olan Pozitivizm, olgulara dayandığı için skolâstiğe nazaran daha ileri düşünce olarak görülebilir. Ama dünyaya bütüncül yaklaşan felsefelerin karşısında bu iki kardeşin, daha geri düşünceyi temsil ettiği aşikârdır.
Pozitivizm, Tanzimat de daha sonra Cumhuriyet döneminde, dışarıdan ithal edildi. Toplumsal sınıfların varlığını ve sınıf kavgasını reddeden pozitivist felsefesi ithal edilebildi. Düşünsel ithalat işini Türkiye’de Comte ve e Durkheimer’in tilmizleri üstlendi.
Skolâstik düşüncenin merkezleri medreselerdir. Mustafa Kemal, medreseleri kaparak topluda derin kökler salan skolâstiğe son vereceğini sandı. Medreseler kapandı, okullara geçildi, ama skolâstik düşünce varlığını korudu. Öyle olmasaydı, siyasal İslam güçlü politik bir konuma gelemez; milliyetçi önyargılar da beyinlere yerleşmezdi.
Sadece verili gözlemlere ve deneylere dayanan pozitivizm, felsefi düşünceyi görmezden gelmekle kalmıyor, aynı zamanda tarihi ve geleceği de dışlayarak insan düşüncesini çöle çeviriyor. Oysa tarihe ilişkin güzel kitaplar, Descartes’ın dediği gibi geçmiş yüzyılların en iyi fikirli insanlarıyla sohbet etmek demektir.
Tarihle ilgilenmeyen beyinler küf tutar; geleceğe ilgisizliğin sonucu hayallerin solmasıdır. Küflü beyinli ve hayalleri solmuş insanlık! Yüreklere, hayaller ve umutlar üzerine çöreklenmiş yorgunluk! Ne korkunç bir rüya! Bu rüyadan kurtulmanın yolu, tarihsel bilgiler ve gelecek ile ilgili ütopyalar sahip olmak entelektüel cesaret gerektirir. Napolyon’un dediği gibi ‘cesaret te aşk gibi ümitle beslenir.’