GÜNDEM

Hüseyin Cevahir üzerine bir yazı: Aşkla mı Nefretle mi?

Geçenlerde Duvar gazetesinde bir röportaj yayınlandı. Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinden Doç. Dr. Bülent Küçük ile yapılan bu röportaj “Hüseyin Cevahir’in hayatı film oldu: Aşkla Sana” başlığını taşıyor.

Kemal S. Çözüm yazdı:

İlk anda “Ne güzel” demekten kendimizi alamıyoruz. Ülkemiz devrim tarihinin simge isimlerinden birinin yaşamı-mücadelesi hakkında bu türden çalışmalar karşısında sevinmemek mümkün değil tabii ki.

Ancak daha röportajın ilk sorusu ve buna verilen cevabı okumaya başladığımızda anlıyoruz ki bu çalışma, solun-devrimci mücadelenin değerlerine sahip çıkıp bugüne aktarmayı değil o değerleri karalamayı, bütünüyle ayaklar altına almayı hedefliyor.

Daha ilk adımda henüz Cevahir’in adı bile geçmeden ilk soruda solu, solun tarihini, mücadele ve deneyimlerini ve sonuçta kazanımlarını bir hiçe indirmeyi, gözlerden kaçırıp gizlemeyi hedeflediğini anlıyoruz.

Daha ilk soruda ortaya çıkıyor ki bu röportajı yapan ve planlayanların da hedefleri farklı değil. Konu Cevahir’le ilgili bir belgesel ama ilk soru “çanak soru” tanımına örnek olacak bir şekilde “Solun Resmi Tarihi” üzerine biçimleniyor.

Bu soru ile birlikte Doç. Dr. Bülent Küçük sol harekete-devrimci mücadeleye, nereden kaynaklandığını bilemediğimiz nefretini kusmaya başlıyor.

Açıktan ve gizleyemediği bir kinle Marksist sola, solun tarihine ve özellikle de 1968-1980 dönemi devrimci örgütlenme ve mücadelesine, önde gelen kişiliklerine([1]) saldırıyor, çarpıtıyor, anakronik bir bakışla kendi kendine mücadeleyi, örgütleri, süreci ve kişileri "değerlendirip" karalıyor. Öyle bir hava yaratılıyor ki, Cevahir THKP/C içinde hakkı yenen, değeri bilinmeyen ve sonuçta harcanan “Dersimli Alevi bir Kürt” haline getiriliyor.

Tabii burada asıl hedef Mahir ve onun belirlediği örgütlülük-mücadele tarzı. Son dönemlerde bu türden saldırıların giderek yoğunlaşmasının altında da, Mahir'in Türkiye tarihi-toplumu üzerine söylediklerinin her geçen gün kendini kanıtlayıp doğrulaması yatıyor..

Diğer yandan Doç. Dr. Bülent Küçük’ün devrimci mücadele ve örgütlenme tarihimizle bir ilgisi olmadığı da ortada. Gerek tarihe, gerekse de örgütlenmelere ve örgütlü mücadeleye yaklaşımında olsun iddia ve yorumlarında olsun sergilediği cehalet bunu yeterince ortaya koyuyor.

Sergilenen cehaletin (veya okuyucuyu cahil yerine koymanın) düzeyi o seviyededir ki, Cevahir’in THKP/C ve mücadele tarihi açısından önemini bilmez-kavramaz (veya tam tersi bilir ama çarpıtma gereği duyar). Örneğin THKP/C denilince akla gelen ilk sloganın “Mahir Hüseyin Ulaş” isimleriyle başlaması da onlar için anlamsızdır. Keza THKP/C’nin ulusal sorun konusundaki düşüncelerinin oluşmasında H. Cevahir’in çalışma ve düşüncelerinin önemini-misyonunu bilmez veya bilir de çarpıtma gereği duyar.

O bir akademisyen ve bulunduğu bölüm itibariyle de Amerikan sosyolojisinin-Post Modernizmin şekillendirdiği bir kafa yapısına sahip. Başından itibaren kimlik sorununu[2] temel alan biri ve tezlerini inşa ederken post modernist anlayışın bütün gereklerini yerine getiriyor. Elbette ki, sorunu politikanın dışına itip "sosyolojik" bir olgu haline getirme çabaları da gözlerden kaçmıyor. Kültürel, sosyal ve yasal bir takım değişikliklerle-gelişmelerle -kim ve nasıl gerçekleştirilecekse bu değişiklik ve gelişmeleri?- ve en önemlisi de eğitim vb. -bunu gerçekleştirecek olan belli tabii: Aydın Akademisyen kesimi- ile sorunların çözülebileceği havasını yerleştirmeye çalışıyor. Sonuçta politikayı, örgütlenme ve mücadeleyi dışlama çabasının egemen olduğu klasik aydın-akademisyen bakış açısı...

Ancak bu türden çabaları küçük görüp bir kenara atamayız. Che isminin, Deniz simgesinin ne hale geldiği düşünülürse bu konuda daha kapsamlı ideolojik-politik tavırların gerekliliği ortadadır.

Konuyla ilgili 2015 yılında kaleme alınmış bir yazıyı burada alıntılayarak bu tartışma ve çalışmalara bir giriş yapmış olmayı umuyorum.

([1]) Ki bu saldırılardan, bir arkadaşın belirlemesiyle “Mahir Çayan'ın erkeklik performansı” dahi nasibini alıyor.

([2]) Öyle ki bütün bir devrimci mücadele tarihinden salt etnik-dini kökenlerinden dolayı üç kişiyi öne çıkarıp solun bu insanlara gereken değeri vermediğini iddia edebiliyor: Hüseyin Cevahir, Hüseyin İnan ve Ömer Ayna..

“Aziz”leştirmeden “Marka”laştırmaya

Kapitalizm Sahip Çıkamadığımız Her şeyi Pazara Çıkarıyor.

Bakmayın Deniz'lere bu kadar sahip çıktıklarına.

Bunların bir kısmı, dün katledilmelerine oy verip alkış tutan karşı-devrimcilerdir, ki birkaç yıl öncesine kadar Tayyip de bunlardan biriydi.

Diğer bir kısmı ise, Denizlere, hemen ölümlerinin ardından, “fokocu”, “bireysel terörist”, “Kemalist” vb. vb. damgalar vurup onların ideolojik-pratik inkarlarını temel alan örgütler oluşturanlardır.

Karşı-devrimcilerin amacı açık; Deniz’i düzen içi bir muhalefet nesnesi ve ardından bir pazar markası haline getirmek istiyorlar. Uluslararası sermaye CHE’yi ne hale getirdiyse bunlar da ülkemizde Deniz’i (Mahir’i, İbo’yı ve diğerlerini) aynı duruma düşürmenin peşindeler. Amaç, Deniz’i de her alanda “değer”lendirilebilecek bir “marka” haline getirmektir.

İdeolojik-politik/pratik kimlik, gerektiği anda ve ölçüde “aforizmalar” biçiminde kullanılmak üzere derinlere itilip görünmez kılınmıştır.

Her örgüte, her ideolojiye, her politikaya uyarlanabilen kimliksiz bir politik kişilik oluşturmak sürecin öncelikli politik-ideolojik hedefidir. Gerek uluslararası platformda oluşturulan Che imajı, gerekse de ülkemiz özelinde oluşturulan Deniz imajı bu gözle ele alındığında, karşı devrimcilerin küçümsenmeyecek gelişmeler kaydettiğini görebiliriz. 

Tüm devrimci özelliklerinden soyutlandıktan sonra, geride, gencecik yaşta uluslararası-ulusal ideolojik-politik dengelerin kurbanı olan, haksız yere idam edilen yiğit, yakışıklı, karizmatik ve biraz da derviş (aziz) özelliklere sahip genç bir adam kalmıştır. Politikadan turizme, spordan ticarete, bütün alanlarda kullanılabilir bir metalaştırma-markalaştırma sürecidir bu.

Karşı devrimciler açısından sürecin ikincil hedefi, kapitalist-emperyalist pazarla ilgili boyutu da bu şekilde biçimlenip gelişir. Ne yaparsan satacağın, pazarı geniş ve verimli bir Marka yaratılmıştır artık.

Diğer kesimde ise durum yıllardır aynı, bir değişme yok. Her yıl dönümünde dizilen övgülere, destanlaştırılan yoldaşlık/arkadaşlık anlatı ve anılarına karşın durum aynı. Her övgü güçlü bir “ama!” vurgusuyla sonuçlanıyor ve ardından ideolojik-politik mahkum etmeler, aynı yanlışa bir daha düşmeme yeminleri vb. vb...

İdeolojik-politik çizgi yanlış bulunabilir, eleştirilebilir, başka bir ideolojik-politik hat benimsenebilir. Kimse bunlara bir şey diyemez. Ancak oluşturulan yeni yapıları güçlendirmenin-meşrulaştırmanın yolu, eleştirilip suçlanan geçmiş ideolojik-politik çizginin önderlerini kimliksiz kahramanlar, zararsız, nötr azizler haline getirmekten geçmez, geçmemeli. Eleştirilen-suçlanan bir geçmişle bağlantıları ve o geçmişin önderleriyle kişisel yakınlıkları temel alarak kişisel-örgütsel gelecek inşa etme çabaları bugüne kadar sonuç vermedi, bundan sonra da vermeyecek.

Deniz'lerin, Mahir'lerin, İbo'ların gerçekten kim olduklarını öğrenmek isteyenler! Gözünüzü dağlarda, sokaklarda çatışanlara, işkencelerde direnenlere çevirin, onların haykırışlarına kulak verin. Deniz’ler, İbo'lar ve Mahir'ler bugün oralarda yaşatılıyor.

Diğerleri mi?

Diğerleri boş, diğerleri sadece “yerleştirilmiş ürün tanıtımı”, sadece reklam...