İstanbul'da eylemlerinin hızlandığı günlerde Hüdai ile buluşamaz olduk. Buluşma isteklerimiz de gizlilik kuralları nedeniyle karşılanmıyordu. Evlere gelen arkadaşlar vasıtasıyla haberleşiyorduk. En son Hüdai'nin 'bir şeyler yapmalıyız ortak' diye haber gönderdiğini hatırlıyorum.
Grev çadırında tanıştık
Mustafa Hüdai Arıkan hayatıma en çılgın ve en savruk dönemimde girdi. Onu ilk defa 1968 Ekim'inde Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademi'sinde direniş çadırında Ticaret lisesi mezunlarına kontenjan tanınması için açlık grevi yaparken tanımıştım. Akademidekilerin çoğu hem okuyor hem de devam mecburiyeti olmadığı için çalışıyorlardı. Hüdai de Türkiye Standartlar Enstitüsü'nde memurdu.
1969 sonlarında, Ankara Kapalı Cezaevinde yatıyorum. Hüdai ile Şaban İba ziyaretime geldiler. Filistin'e gidecekler, fikrimi soruyorlar. Cezaevinde Filistin'den dönerken yakalanmış Yusuf Küpeli ile beraberim. Yusuf örneğini de vererek karşı çıktım. Karşı çıkmam işe yaramamış ki; yollara düşmüşler, Filistin'e ulaşamadan Kilis'te yakalanarak korkunç işkencelere uğramış ve bir hafta sonra da Ankara'ya dönmüşlerdi.
Hüdai işyerini boşlamıştı artık
Birkaç ay sonra cezaevinden çıktım. Örgüt (Dev-Genç) başka görev vermedikçe Hüdai ile sürekli birlikteydik artık. Hüdai'nin de Kıbrıslı bir kız arkadaşı vardı, ilişkileri çok güzel gidiyordu. Kız Siyasalın yurdunda kalıyordu. Hüdai bir gün bana "Benimkinin oda arkadaşı... Senden çok hoşlanıyormuş, ne diyorsun?" diye sorduğunda gerçekten çok hoşuma gitmişti.
"Birbirinize çok yakıştınız" bile demişti. O insanın içini ısıtan, güven veren ve asla küçümseme içermeyen gülümsemesiyle.
Kim daha uzun?
Yine bir gün şakalaşıyorduk. Olmayacak şeylerle sanırım kafamızı dağıtıyorduk. Yine böyle boş bir günümüzde ondan uzun olduğumu söyleyip ciddi bir edayla iddiamı sürdürüyordum! O da 'hadi canım sen de!' diyerek oyunu devam ettiriyordu.
"Hayır ben senden uzunum! İstersen boy ölçüşelim" diyerek ikimizi de kahkahalara boğuyordu. Siyasal Yurdundaki bu pandomimayı taçlandırmak için boylarımızı ölçmeye karar veriyoruz.
Hiç unutmuyorum asma katta duvara dayanmışız birbirimizin boyunu ölçüyoruz. Ben 1.74, o ise 1.88. Ayaklarımın ucunda yükseliyorum ama yine de ona yetişemiyorum. Böylece onun uzun olduğunu kabul ediyorum. Fakat o beni teselli ediyor, "üzülme daha küçüksün büyürsün" diyerek.
Mustafa amcayla, Leyla teyze
Hüdai ile dostluğumuzun geliştiği 70 baharında evlerine gitmiştik. Babası Mustafa amca hasta ve hayli yaşlıydı. Leyla teyze daha sonraki aylarda Siyasal yurdunu az aşındırmadı.
O gün ağabeyinin bize hoş geldin bile dememesi üzerine Hüdai'nin canı çok sıkılmıştı. Sinirlendiğinde, ki bu fazla olmazdı, başını iki yana çevirip gözlerini sevdiklerinden uzaklaştırarak içinden, tıpkı sessiz dua edenler gibi dudaklarını kıpırdatarak, sanıyorum, kızgınlığını boşaltırdı. Buna küfür demek içimden gelmedi. Fakat orada önemli olan Hüdai'nin kızgınlığı değildi, ortamın gerildiğini herkesten önce hisseden Leyla teyzenin bize izzet ikram için dört dönmesiydi.
Şimdi hatırladım bizi evden bırakmak istemiyordu adeta. Tabi Hüdai de bir an önce çıkmak istiyordu.
Leyla teyze yurtta
Leyla teyze oğlunun peşinde çok koşar, sık sık siyasal yurduna gelirdi. Oğlunu alıp gitmek istiyordu. Hüdai de annesi her geldiğinde yurtta saklanacak bir yerler bulurdu. Leyla teyzenin her gelişinde mutlaka yeni bir kişi "Hüdai yok Teyze" demekle görevli gibiydi. Her gelişinde oğlunu almadan eli boş dönerdi.
Fakat o da yeni taktikler geliştirmişti; artık her gelişinde "Hüdai yok" lafını duyduğunda başlıyordu ağlamaya. İşte o zaman bizim 'yufka yürek Hüdai' ortaya çıkıp annesini teskin etmeye çalışırdı.
Giresun'da köylülerle
Hüdai ile birlikte Dev-Genç, köy çalışmalarına katılmak istiyoruz. "Tamam," dendi, Çarşamba'ya, İsmet abinin (Çörtük) mekânına, yani Sabo'ya (Sabahattin Kurt) gönderdiler. Sabo Giresun'a hiç gidilmediğini ve orayı denememiz gerektiğini söyledi. Köylere giden yolda uzun uzun yürüdüğümüzü hatırlıyorum.
Nihayet daha dar bir yola kıvrılarak bir köye, daha doğrusu bir kahvehaneye ulaştık.
Köylüler hava güzel olduğu için dışarıda oturuyordu. Kalabalık bir masaya yanaştık. Selam verip oturduk. Köylüler soru dolu gözlerle bizi izliyorlar.
"Gidin kendi köylünüze yardımcı olun!"
Sabo tecrübeli olduğu için konuya doğrudan girdi. Tam fındık üreticilerinin sorunlarını sıralamaya başlıyorduk ki, orta yaşlı, şu an bile yüzünü hatırladığım tipik bir Karadenizli, Sabo'nun sözünü kesip "Gençler nerelisiniz?" diye sordu. Sabo Vanlı, Hüdai de Eskişehirli olduğunu söyledi. Aslında Hüdai Çivrilliydi ama memleketini değiştirmek onun için bir oyundu. Ben de Kayseriliyim dedim. Köylü, tepeden tırnağa bizleri süzdükten sonra hepimize tek tek "Senin memleketinde ne yetişir?" diye sordu.
Kendi yöremizdeki yetişen ürünleri ve köylülerin uğraşlarını anlattık. Cevapları dikkatlice dinleyen köylü vatandaş, "Biz sorunlarımızı da, ne yapacağımızı da iyi biliriz. Siz gidin kendi köylünüze yardımcı olun," deyince üçümüz de donup kalmıştık. Zorlanacağımızı biliyorduk da böyle bir cevap beklemiyorduk. Fazla oturmak anlamsızdı. "İyi günler" diyerek oradan uzaklaştık.
Moralimiz bozulmuştu. Bu moralle çalışma yapamayacağımızı belirtip gerisin geri Çarşamba'ya ve oradan da Hüdai ile ikimiz Ankara'ya döndük.
Makyaj ve peruklar
Dev-Genç örgütlenmesinin gelişen siyasi mücadele de yetersiz kalması üzerine bilindiği gibi THKP-C'yi kurmuştuk. Hüdai, Hüseyin Cevahir, Ulaş Bardakçı ile birlikte arka planda hazırlık için görevlendirilmiştik.
Deniz'lerin banka soygunu bizim eylemleri de hızlandırdı. THKP-C'nin ilk soygun ekibinde görev alacak üç kişi belliydi: Ulaş, Hüseyin ve ben.
Bu ekibe daha sonra Mahir Çayan ile Hüdai de katıldı. Hüdai ile ikimize makyaj yapıldı. Uzun sarı peruklar takacaktık. Benim karakaşlarım fotoğraflardan teşhis edilmemek için inceltilmişti.
Soygunda
Vakit geldiğinde Hüdai ile evden çıktık. Banka yakındaydı. Önce arka arkaya, bankaya 50 metre kala da yan yana yürümeye başladık. Tipimiz gerçekten görülmeye değerdi. 1971 başlarında uzun sarı saçlı iki tip yeterince ilginç olsa gerek ki bakışlardan ve laf atmalardan rahatsız olmaya başlamıştık. Sanırım bizi yeni tabirle gey sanmışlardı.
Anadolu kültürüyle büyümüş bu iki gerilla, soyguna gitme heyecanı, telaşı ve endişesi yerine şimdi başka bir korkunun esiri olmuş adeta koşarcasına bankaya gidiyordu. Durumumuzu gören gözcümüz Ziya Yılmaz kahkahayla ve o sıra arabayla yanımızdan geçen Ulaş bıyık altından gülüyorlardı.
Telaşımız ve endişelerimizin merkezi değişmiş, banka soymak adeta bizim için bir kurtuluş gibi gözüküyordu. Hüdai'nin hiç eksik olmayan sessiz ve güven veren gülüşü ancak banka uzaktan gözüktüğünde yüzüne gelip oturmuştu.
Hüdai'den son not
Hüdai'yi en son ne zaman gördüm? Mahir'ler İstanbul'a gittiklerinde biz de Ankara'da eylem timi kurmuştuk. Bunun içinde Hüdai de vardı. En son stadyum soygunu için hazırlandığımızı hatırlıyorum. İstanbul'dan eylem haberleri geldikçe Hüdai ile birlikte Yusuf'u sıkıştırmaya başlamıştık. Artık Hüdai ile sürekli dışarıda buluşuyorduk.
İstanbul'da eylemlerinin hızlandığı günlerde Hüdai ile buluşamaz olduk. Buluşma isteklerimiz de gizlilik kuralları nedeniyle karşılanmıyordu. Evlere gelen arkadaşlar vasıtasıyla haberleşiyorduk. En son Hüdai'nin 'bir şeyler yapmalıyız ortak' diye haber gönderdiğini hatırlıyorum.
Leyla ile Mustafa'nın oğlu Hüdai Kızıldere'de öldürüldüğünde 26 yaşındaydı.
Hüdai için son sözüm Mahşerin Beyaz Atlısı kitabımın Armağan bölümünden:
"Babam gibi bir devlet memuru olan, yaşadığı her alanda gördüğü haksızlıklara karşı çıkarak kendini devrimci harekete bağlayan, gözü dönmüş, aç gözlü, bencil ve insan olarak içi boşalmış kişilerin bile yüzünü kızartacak kadar mütevazı ve aynı tevazu ile ölüme koşan, mükemmel insan ve hala biricik dostum olmayı sürdüren Hüdai, seni de buradan selamlıyorum."