Hoşgörü’yü Horgören Goethe Karşı Devrimci mi?

"Üç bin yılın hesabını göremeyen, karanlıkta

yolunu bulamaz; günü gününe yaşar ancak"

(Goethe)

Aynı sitede komşu yazar olan Selçuk Polat’ın, “Hoşgörü” konusunda ileri sürdüğüm, alışık olmayan bir görüşe eleştiri yönelttiğini, bir dostum bildirdi bana. Şu sıralar, Hegel üzerine yürüttüğüm yoğun çalışmadan kopmamak için; ilkin cevap vermemeyi düşündüm; çünkü polemik, polemiği doğuruyor ve bazen verimsiz bir şekilde uzayıp gidebiliyor. Ancak, iyi niyetle yapılmış bir eleştire cevap vermemek, şık olmazdı; ayrıca bazı Alman düşünürlerinin, özellikle Goethe konusunda olumsuz yargısına karşı tavır almam gerektiği de, cevap vermemin önemli bir nedeni oldu.

Türkiye Sosyalist Hareketi’nde uzun zamandan beri unutulmuş olan polemik geleneğini başlattığı için, teşekkürü hak ediyor sevgili Selçuk Polat. Ancak; hoşgörü konusunda, daha önceki yazımın özünü, gözden kaçırmışa benziyor: Hoşgörü konusunu ele almama neden olan olaya değinmiştim daha önceki yazımda. Ayasofya’nın müzelikten çıkarılıp, cami haline getirilmesi konusunda CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun bir aymazlığına vurgu yapmaya çalışmıştım. Erdoğan’a yönelik olarak; ‘Ayasofya’yı ibadete açacaksan aç’ diyen Kılıçdaroğlu’nun ‘fanatik İslam’a verdiği ideolojik ve siyasal tavize dikkat çekmek istemiştim. Bu çerçeve içinde, hoşgörü konusunu ele almıştım.

Anlaşılan, sevgili Selçuk Polat, hoşgörü, sözcüğünün üzerine çok düşünmemiş. Yaygın görüşlerden ve sağduyudan hareket ediyor. Oysa hoşgörü konusuna diyalektik açıdan yaklaşmak gerekir. Hegel, ‘diyalektik en zor bilimdir’ diyordu. Çünkü diyalektik, birbirini dışlayan şeyleri birlikte düşünmek demektir. Dolayısıyla hoşgörü ile hoşgörüsüzlük bir bütünün iki farklı yanıdır. Hoşgörüyü doğuran koşullar üzerine düşünmek gerekir. Hoşgörü konusundaki görüşümün temeli şuna dayanıyor: Eşitliğin olduğu yerde hoşgörüye gerek yoktur. Hoşgörü, eşitsizliğin farklı bir biçimde dile getirilmesidir. Kendisini imtiyazlı olarak görenin, diğerleri karşısındaki üstünlük taslamasından kaynaklanıyor hoşgörü.

Aristoteles ve Arkadaşlık

Aristoteles’in arkadaşlık konusundaki görüşleri, sorunu açıklığa kavuşturmak için yararlı olabilir sanırım. Üç türlü arkadaşlıktan bahsediyordu Aristoteles: Faydaya, zevke ve erdeme dayanan arkadaşlıklar. Ona göre, bazı arkadaşlıklar, faydaya, karşılıklı çıkara dayanan; kimi arkadaşlıklar zevk almaya dayanan arkadaşlıklardır. Aristoteles’e göre bunlar; belirli amaçlara yönelik olduğu için, geçici olan arkadaşlıklardır. Oysa erdeme dayanan arkadaşlıklar, fayda ve zevkin ötesine geçen arkadaşlıklardır. Erdeme dayanan arkadaşlığın özünde, fayda ve zevk ön planda değildir. Ondaki ‘iyi’ olanı gördüğünüz için arkadaşlık edersiniz. Bu tip arkadaşlıklar, çok enderdir, diyor Aristoteles.

Hoşgörü ve arkadaşlık ilişkisine bir bakalım: İnsan, en sevdiği arkadaşına, ‘sana hoş görülü davrandım’ diyorsa, orada gerçek bir arkadaşlık, eşitlik yoktur. Dolayısıyla gerçek dostluğun (arkadaşlığın ) olduğu yerde, eşitlikten ve adaletten bahsetmenin bir anlamı yoktur. Çünkü erdeme dayanan arkadaşlık, zaten kendi içinde eşitliği ve adaleti içerir. Bu nedenle, gerçek arkadaşlıklar arasında ‘hoşgörü’ olmaz. Hoşgörü, esas olarak eşitsizliğin olduğu yerde gereklidir. Dolayısıyla, hoşgörüye ihtiyaç duymayan ilişkilerin kurulması, asıl amaç olmalı. Hoşgörü, amaç değil, gerçek eşitliğe ulaşıncaya kadar, gerekli, ama yetersiz bir araçtır. Hoşgörünün uzun vadede ortadan kalkması, onu zıddı olana hoşgörüsüzlüğün de ortadan kalkması demektir.

Diyalektik olmayan benzer bir mantık, işçi-kapitalist arasındaki ilişkide de yaygın. Şöyle ki; sosyalist devrim, yalnızca kapitalist sınıfın ortadan kaldırılması, ama işçi sınıfının varlığını sürdüreceği bir toplum olarak düşünülmektedir. Oysa söz-konusu olan, aynı zamanda ücretli emeğin de ortadan kaldırılmasıdır.

Nefret, Rasyonellik ve İrrasyonellik

‘Nefret’ konusuna gelince; rasyonel (akılcı) düşünen bir sosyalistin nefreti, kişilere yönelik değil, kapitalist sisteme, haksızlıklara, eşitsizliklere vb. karşıdır. Bir başka deyişle, rasyonel düşünenler, kapitalizmin ürettiği irrasyonelliklere (aşırı zenginliğin yanında, aşırı yoksulluk, insan yaşamının kaynağı olan doğanın sömürüsü vb.) karşı nefretini dile getirirler. Lenin’in ‘o bir kartaldı’ diye nitelendiği Rosa Luxemburg şöyle diyordu: Kapitalist sitemden nefret etmeyen, en sonunda ona teslim olmak zorunda kalır.

Ne var ki, insan yalnızca rasyonel bir varlık değil, aynı zamanda irrasyonel bir varlıktır. Peki, insanda, irrasyonel olan nedir? Birçok insan, irrasyonellik altında somut bir şeyi düşünemiyor. Gerçi, bazıları irrasyonelliğin, akıl-dışı anlamına geldiğini biliyor; ama insanda akıl-dışı olan nedir? Bu soruya cevap vermede bocalıyor insanların çoğunluğu.

Hisler, duygular, sezgiler, inançlar, bilinç-altı vb. bunlardır akıl-dışı (irrasyonel) olan şeyler. Dolayısıyla, insan, hem rasyonel hem irrasyonel özelliklere sahip olan bir varlıktır. Rasyonel düşünme, US’un (Aklın) eğitilmesini, kavramsal düşünmeyi gerektirir. Kavramsal düşünme, duygulardan, sağduyudan uzak düşünme biçimidir. Filozoflar, sadece duyu organlarımıza dayanan sağduyuyu (den gesunden Menschen Verstand), yetersiz buldukları için eleştirirler. Çünkü sağduyuya dayanan bilgi, özün değil, görünüşün bilgisidir; bu nedenle yüzeysel bilgidir. Bir örnek vermek gerekirse; sağduyumuz, dünyanın yerinde durduğunu, sabit olduğunu; güneşin döndüğünü gösteriyor bize. Fakat akıl yoluyla, bunun doğru olmadığı ispatlanmıştır. Ancak bu yaklaşım, görünüşün reddedilmesi demek değil; görünüş üzerinden öze ulaşmak anlamına geliyor.

Burada söylenmek istenen şudur: İnsan ne kadar rasyonel olursa olsun, kendini irrasyonellikten (duygular, inanç, bilinç-altı vb.) kurtaramaz. Rasyonel bir felsefe kurmaya çalışan Alman filozofu Fichte bile, Berlin’i ele geçiren Napolyon karşısında nefretini gizleyememişti.

Hoşgörü ve nefret üzerine bu kısa açıklamalardan, Goethe konusuna geçmek istiyorum.

Goethe ve Hegel

Selçuk Polat’ın; Alman düşünürleri, Kant, Hegel, Goethe, Schiller hakkında söyledikleri, yenilir, yutulur şeyler değil. Marx ve Engels dışında tüm bu düşünürleri, bir vuruşta silip atıyor. Kant’ı milliyetçi, Hegel’i idealist diyalektikçi, Feuerbach’ı metafizik materyalist olarak niteleyen Polat, en sert eleştirisini Goethe ve Schiller’e yöneltiyor: Ona göre; Goethe, “burjuva devrimi düşmanı ve feodal bir dükün hizmetkârı“ idi; Schiller ise “anti-aydınlanmacı“ olan biri.

Oysa Jean Paul Sartre, kapitalizmin doğuşundan (16.yy) günümüze kadar üç gerçek felsefi yaratıcılıktan bahsetmişti: Descartes ve Locke; Kant ve Hegel; son olarak Marx.

Kanımca; Selçuk Polat’ı, bu tür eksik ve yanlış yargılara iten iki neden var: Birincisi; Almanya’nın entelektüel tarihini, dikkatli incelememiş olmasıdır. İkincisi; gerici ve liberal bazı tarihçilerin, Goethe ve Hegel hakkında yaydığı efsanelere inanmasıdır. Böylesi tarihçiler, hem Goethe hem de Hegel’i gericiliğe hizmet eden kişilikler olarak gösterme çabasını sürekli sürdürdüler. Ancak, gerçek araştırmalar, Goethe ve Hegel hakkında uydurulan efsanelerin gerçek olmadığını ortaya koyuyor. (Bkz. Lukacs, Der Junge Hegel; Joachim Ritter, Hegel und die französische Revolution; Jacques D’Hondt, Hegel in seiner Zeit; Bayer, Hegels Bilder, ; Terry Pinkard, Hegel)

Almanya’da İki Eğilim

Alman entelektüel tarihi içinde iki temel eğilim olmuştur. Birinci eğilim; Aydınlanmanın geleneğini sürdüren eğilimdir. Lessing, Herder, Kant, Schiller, Goethe ve Hegel, Heine gibi isimler, bu eğilime dâhildir. İkinci eğilim ise; Romantik gericilikle başlayan (Novalis, Müller, Schlegel vb.), Restorasyon döneminin gerici filozoflarını (Friedrich Ancillon, K.L. Haller, Savigny vb.) içeren, daha sonra ise görünüşte kapitalizmin kültürünü eleştiren, ama ekonomik sömürüsüne itirazı olmayan diğer gerici düşünürlerle (Schopenhauer, Nietzsche vb.) devam eden eğilimdir. Vurgulanması gereken; bu ikinci eğilimin Almanya’da ağır bastığıdır.

Cılız da olsa, Aydınlanma geleneğini sürdüren bir eğilim olmuştur. Zaten bu gelenek olmasaydı, Marksizm de doğmazdı. Çünkü Alman Klasik felsefesi, özellikle Hegel diyalektiği, Marksizm’in en önemli kaynağı ve bileşenidir. Lenin; Marksizmin, üç kaynağına ve bileşenine işaret etmişti: İngiliz Ekonomi Politiği; Fransız Siyaset Teorisi (Sosyalizm, Komünizm) ve Hegel felsefesi.

Almanya’da güçlü bir gericilik akımının olduğu inkâr edilemez. Engels, bir yazısında Almanya ve Fransa’yı karşılaştırmıştı. Feodalizmin tasfiyesinden, ulusal birliğin oluşması ve burjuva demokrasisinin ortaya çıkışına kadarki gelişimi içeren bu karşılaştırmadan ilginç bir sonuç çıkarmıştı: Fransızlar, her çağda tarihsel sorunlara ilerici bir çözüm bulurken, Almanlar, genelde gerici bir çözüm yollarını tercih etmişlerdir.

Gericiliğin temelleri konusunda birçok görüş ileri sürülmüştür. Hegel, Fransız Aydınlanmasının dine ve kiliseye karşı olduğunu söylerken, Almanya’da aydınlanmanın Teolojinin yanında yer aldığına işaret etmişti. Alexander von Humboldt ise, Almanya’da gericiliğin nedenini, 1525 yılında, Köylü Savaşının, Thomas Münzer hareketinin, yenilgisine dayandırmaktadır. Fransa ve İngiltere'de büyük köylü ayaklanmalarının yenilgiye uğraması bu ülkelerin ileriye doğru gelişim çizgisini kesintiye uğratmazken, Almanya'da köylülerin yenilgisi, sonuçları yüzyıllar süren ulusal bir felakete yol açmıştır. (Bkz Georg Lukacs, Goethe ve Çağı)

Marx ve Engels ise, Fransız Devriminden korkan Alman burjuvazisini Aristokrat gericilikle yaptığı ittifakla açıkladılar, Almanya’daki gericiliğin köklerini. Otto Bauer ise, “Alman entelektüelleri Hıristiyanlık öğretilerinden tamamen kopamadıkları için, hümanist gelenekleri yaratamadılar” diyordu.

Bu kadar köklü bir gericilik karanlığının içinde, tek tük ışıklar yansıyordu. İşte, Goethe, Schiller ve Hegel gibi düşünürlerdi, bu cılız parlayan ışıklar.

Marx’ın Hegel’e Yaklaşımı

Marx-Engels sonrası, Marksistlerin büyük bir çoğunluğu, Marx’ı büyütmek için, Kant’ı, Hegel’i küçük görmeye, yok saymaya çalıştılar; hatta Hegel’i gerici bir filozof olarak adlandırdılar. Hani bir söz vardır: Gidenin arkasından nokta koyun ki; gelecek olanın ismi büyük harfle başlasın.

Hegel’den öğrenmemiz gereken çok şey var. Hegel, geçmişteki tüm filozofların görüşlerini içeren, bir felsefe sistemi geliştirmişti. Hegel’in felsefe tarihine yaklaşımının özgünlüğü şuna dayanmaktadır: Tarihte eşi görülmeyen bir bakış açısıyla felsefe tarihini ele almaktadır. Kendinden önceki filozoflar, daha öncekilerini çürüterek kendi felsefelerini geliştirirken, Hegel, geçmiş felsefelerden en iyi şeyleri alarak, onları kendi felsefi sistemi içine özümseyen bir yol izlemiştir. Parmenides’ten ‘Varlık’, Budizm’den ‘Hiçlik’, Heraklit’ten ‘Oluşum’, Platon’dan ‘İde’ doktrinini almakla yetinmemiş, Descartes, Locke, Spinoza, Kant, Fichte, Schelling gibi filozofların bazı temel fikirlerini yeniden yorumlayarak kendi felsefesine yerleştirmiştir. Aristoteles, insanın insan olarak özgür olduğunu bilmiyordu; ama yine de büyük bir filozoftu, diyor Hegel.

Marx’ın yaklaşımı da buna benzerdir. Adam Smith ve özellikle Ricardo, Marx’a çok şey kazandırdı. Ayrıca Hegel, olmasaydı, Marksizm doğmayabilirdi. Özgürlüğü felsefenin merkezine koyan, Alman Klasik felsefesine ve özellikle Hegel’in diyalektiğine çok şey borçludur, Marx. Spinoza’ya yapılan ‘köpek’ muamelesinin aynısı Hegel’e karşı yapıldığında; Marx şu açıklamayı yapar: “Ben onun öğrencisiyim.” Marx, idealist filozof olan Alman filozofu Leibniz’e karşı da saygılıdır. Engels’e yazdığı 18.10.1870 tarihli mektubunda şöyle diyor Marx: “Benim Leibniz’e olan hayranlığımı biliyorsun…’You know my admiration for Lebniz’…“ (Marx, MEW 32, s. 504). Engels’in Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefenin Sonu başlıklı eseri şu cümleyle biter: “Alman işçi hareketi, klasik Alman felsefesinin mirasçısıdır.”

Goethe de Hegel gibi Fransız Devrimini sempatiyle karşılayan düşünürlerden biri. Bu iki düşünür, yeni bir çağın başladığını sezdiler ve gördüler. 1792 yılında Fransız karşıtı koalisyon orduları, Fransa’ya karşı harekete geçmişti. Devrim karşıtı koalisyon güçleri ile Fransız Devrimci Ordusu arasında Valmy Köyü yakınlarında cereyan eden muharebede Fransız Ordusunun top atışları, gerici koalisyon ordularının Paris'e ilerlemesini durdurdu. Fransız Devrimci Ordusunun başarısı çağdaşları derinden etkiledi ve uzun süren bir efsane oldu. Valmy Toplarının (Kanone von Valmy) önemini şöyle dile getirmişti ünlü Alman şairi Goethe: ”Burada ve bugün dünya tarihinde yeni bir dönem başlıyor.”

Goethe ve Hegel, her ikisi Fransız devrimini coşkuyla karşıladılar, Napolyon’a olan sempatileri biliniyor; onu, ‘devrimin çocuğu’, bir kahraman olarak gördüler. Örneğin Hegel; arkadaşına yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “İmparatoru -bu dünya tinini- şehri ada keşfederken gördüm. Ata binerken, tek bir noktaya odaklanmış, kudreti dünyaya yayılan ve ona hükmeden bu şahsı görmek elbette büyük bir olay. (…). Bu olağanüstü adama hayran olmamak imkansız.” (Terry Pinkard, Hegel, s. 222)

Goethe’yi devrim karşıtı göstermeye, onun edebiyat eserlerini küçümsemeye çalışanlar Marx ve Engels döneminde de oldu. Örneğin ‘gerçek’ sosyalizmi savunduğunu düşünen Bay Grün, Goethe’ye saldırdığında Engels, Alman edebiyatını dünya edebiyatı düzeyine yükselten Goethe’yi savundu. Marx da, siyasal açıdan gerici olan ve monarşiyi savunan Balzac’ın gerçekçi edebiyatını övmüştü.

Goethe’nin Çelişkileri

Elbette Goethe, gençliğinde bazı bocalamalar ve ikilikler içinde olmuştur. Engels, Goethe’deki çelişkileri, onu çevreleyen sosyal çevreyle açıklar. Goethe’nin zamanının Alman toplumunun gerçekliği ile olan ilişkisi ikilidir. Dolayısıyla Goethe ikili bir ruh hali içindedir. Engels, Goethe’nin ikili ruh halini şöyle tasvir ediyor: Goethe, bir yanda, Almanya’daki verili koşullardan nefret eden, çevresinin düşünsel sefaletinden tiksinen dahi ve parlak bir şairdir. Diğer yanda, Frankfurt meclis üyesinin oğlu olarak, kendini uzlaşmaya mecbur hisseden Weimar özel meclis üyesidir. Bu ikili konumu arasında sürekli bir mücadele var.

Yani bir yanda verili gerçeklikten nefret eden Goethe, bu iğrendiği, tiksindiği şeylerden kaçmaya çalışır. İtalya’ya yaptığı yolculuğun nedenlerinden biri budur. Engels’in vurguladığı gibi, Goethe, yazdığı tiyatro oyunları ve romanlardaki kahramanları (Götz, Prometheus ve Faust ) aracılığıyla, mevcut gerçekliğe isyan ediyor. Diğer yanda, mecliste karşılaştığı direniş, onu karamsarlığa itiyor. Bu ikili ruh hali nedeniyle, Goethe, bazen meydan okuyan, dünyayı küçümseyen dahi bir şair, bazen küçük düşünceli, dar kafalı bir burjuva idi. Onun reform çabalarının sürekli engellenmesi de, onda yılgınlığa yol açmıştır. Engels, Goethe'nin eserlerindeki çelişkili unsurları açıklarken, Goethe’nin gerçek sanatsal ve sosyal değerlerinin ne olduğunu da ortaya koydu.

Engels, şöyle yazacaktı: Ünlü “Goethe bile Alman sefaletini yenemedi; tersine, onu mağlup etti ve en büyük Alman'a karşı bu sefaletin zaferi, bu sefaletin "içeriden" üstesinden gelinemeyeceğinin en iyi kanıtıdır.“(Engels, Duetsche Sozialismus in Versen und ın Prose, MEW Band 4, s. 232).

Goethe ve Çağı başlıklı eserinde Georg Lukacs, Goethe hakkında şunu vurguluyor:

Faşizm bile Alman edebiyat tarihinden ancak Böme ve Heine'yi silebildi; Goethe ve Schiller merkezi konumlarını korudular. Fakat bu yüzden durum daha da sorunlu görünmektedir. Zira ilk bakışta sanki Alman egemen sınıfının, hatta tüm Alman halkının yanlış gelişiminde Goethe ve Schiller'in de suçu varmış, Almanların insanlığa karşı işledikleri suçlara alet olmuşlar gibi görünmektedir. Aslında, açıkgöz ya da ahmakça alıntılarla, örneğin Hölderlin'i faşizmin atalarından biri yapan yalnızca faşistler değildi. İlerici yazarlar da, Goethe ve Schiller'in Almanya'nın çarpık ve gerici gelişiminde suç ortağı olduğunu yazmış ve onları Alman gericiliğinin öncüleri haline getirmekten çekinmemişlerdir (tabii bunu yaparken onlar da bağlamından kopartılan ve abartılan ya da çarpıtılan alıntılardan medet ummuşlardır.“

Schiller, Goethe ve Hegel’in tutumu şöyle özetlenebilir: Fransız Devrimi'nin toplumsal amaçlarını kararlı bir şekilde desteklerken, bu amaçları gerçekleştirme yolundaki pleb yöntemlerini bir o kadar kararlı bir şekilde reddetmek. Bu yıl, Hegel’in 250. Doğum yılı. Almanya’da son dönemde Hegel üzerine çalışma yapanların (Klaus Vieweg; Dina Emunds) ortaklaşa görüşü şudur: Hegel, Özgürlük filozofudur.

Goethe ve Hegel Etnik Milliyetçiliğe Taviz Vermediler

Goethe ve Hegel gibi düşünürler, etnik ve ırkçı milliyetçiliğe taviz vermediler. Özellikle Hegel, Almanya’yı ve Berlin’i işgal eden Napolyon’un yaptığı reformları desteklediği için, gericilerin ve milliyetçilerin suçlama ve eleştirilerine maruz kaldı. Almanya’daki milliyetçilik Hegel ve Goethe’yi rahatsız ediyordu. Hegel, milliyetçilik akımını küçümsemek için, Almancılık (Deutschtum) akımını, Alman Aptallığı (Deutsch-dumm) olarak, çevrilebilecek bir sözcük üretmeyi gerekli görmüştü. Kısacası, Hegel ve Goethe azınlıkta kalan düşünürlerdi. Bir başka deyişle, anti-hümanist olan ve etnik milliyetçiliği savunan tutucu entelektüeller okyanusunda, hümanizmi temsil eden küçücük adacıkları temsil ediyordu bu iki düşünür.

Goethe gibi, dünya çapında bir düşünürü, anti-aydınlanmacı ve anti-devrimci ilan ederek gericiliğin saflarına itelemek yanlış bir tutumdur. Böylesi yanlış tutumlardan dolayı, benim için değerli bir kültür adamı Cemil Meriç, sol tarafından ciddiye alınmadığından yakınarak, Atilla İlhan’a yazdığı bir mektupta şöyle demek zorunda kalmıştı: “Sağcı dergi ve yayınevleriyle çalışmama gelince: bu yolu ben seçmedim. Solun kadir-naşinas davranışı beni ister istemez ‘gerici’lerin kucağına değil, yanına itti. (Jurnal 2, s.134)

Sözlerimi Georg Lukacs’tan bir alıntıyla bitirmek istiyorum: “Eğer bu zamana kadar Almanya 'ya egemen olmuş olan gerici akımların nüfuzuna karşı lafta değil, gerçekten savaşmak istiyorsak, klasik Alman edebiyatının ve felsefesinin yarattığı kültürel, ideolojik ve edebi mücadeleleri bilmek mutlak bir zorunluluktur.“ (Lukacs, Goethe ve Çağı, s. 20)