Son haftalarda peş peşe kamuoyu önünde açıklamalar yapan Scholz hükümetinin temsilcileri konuşmalarında Alman emperyalizminin meşum heveslerini gizlemeye gerek duymuyorlar. Şansölye Scholz’un Prag’da Almanya’nın öncülük talebini ifade etmesinin ardından bu hafta başında Berlin’de SPD’li Savunma Bakanı Lambrecht Almanya’yı “öncü askeri güç” olarak ilân etti. Hafta ortasında ise Brüksel’de AB-Komisyon Başkanı von der Leyen “Avrupa dış politika ajandasını gözden geçirmeli” ve “demokrasilerin otokratlara karşı küresel blokunu örgütlemeliyiz” diyerek Scholz ve Lambrecht’e destek çıktı.
Lambrecht, Koalisyon Sözleşmesinde yer alan “Ulusal Güvenlik Stratejisinin” kabul edildikten sonra Almanya’nın “dünya politikasındaki öncü pozisyonunu güvence altına alacağını” vurgulayarak, “Almanya’nın büyüklüğü, coğrafi konumu, ekonomik gücü, kısacası ağırlığı, bizi istesek de istemesek de öncü güç yapmaktadır” dedi. Peşinden de “Almanya aynı zamanda askerî açıdan da öncü güç olduğundan, ordumuz siyasi düşünce ve eylemlerimizde daha önemli rol oynayacaktır” diyerek, geçim sıkıntısı çeken topluma silahlanma bütçesinin giderek daha artacağı işaretini verdi.
AB’nin Mart’ta Madrid’de kararlaştırdığı askeri doktrin “Stratejik Pusulanın” Almanya’nın etkisiyle hazırlandığını hatırlatan Lambrecht, “Stratejik ağırlığını zorunlu olarak Pasifik Bölgesine kaydıran ABD’nin Avrupa’daki yükünü biz üstlenmeye hazırız” dedi ve bu nedenle Avrupa’nın “askerî açıdan daha güçlü hâle getirilmesi gerektiğini” savundu.
Scholz, Lambrecht ve von der Leyen’in bu çıkışları, Baerbock’un “Rusya’yı dize getireceğiz” hevesi ve ilân edilen iktisat savaşı hükümete yakın “bilim” insanları ve burjuva medyasınca destekleniyor. Örneğin Doğu Avrupa Araştırmaları Enstitüsü’nde yayınlanan bir makalede, “Bu tedbirler bize pahalıya mal olacak. O nedenle Ulusal Güvenlik Stratejisinin bir hedefi de toplumun bu masrafları üstlenmesi için ikna edilmesi olmalıdır” denilirken, basında “hükümet bunun için toplumla diyalog geliştirmelidir” önerileri yer alıyordu. Nitekim Lambrecht öneriye uygun olarak her yıl bir “Ulusal Güvenlik Günü” kutlanacağı (!) müjdesini verdi.
Ancak hükümetin ve sermaye kesimlerinin masif silahlanma, dünya politikasında öncü rol üstlenme ve tüm bunlara toplumsal rıza üretebilme hevesleri gerçek resim ile pek uyuşmuyor. Avrupa Dış İlişkiler Konseyi ECFR uzmanı Jana Puglierin AB ve Almanya’nın askeri operasyonlarını değerlendirdiği yazısında şöyle diyor: “Afganistan fiyaskoyla sonuçlandı. Birliklerimizin kaotik geri çekilmesi, Avrupalıların ABD’ne olan askeri bağımlılığını bir kez daha gösterdi. (…) AB’nin Mali ve Sahel’deki istikrar uğraşıları sonuç vermedi. Suriye ve Libya’da ikinci on yıla giren ihtilaflarda AB’nin hiçbir etkisi olmadı. Avrupalıların beklentileri ve dünya çapındaki etkileri arasındaki uçurum giderek daha da derinleşti.” Gerçeği kendileri bizden iyi anlatıyor açıkçası.
Aynı şekilde ABD ve AB’nin hem BRICS’e hem de Shanghai İş Birliği Örgütü SCO’na yönelik zayıflatma çabaları da başarısız kalıyor. Bir tarafta “BRICS-Plus” formatında yapılan görüşmelere giderek daha fazla ülke katılırken, diğer tarafta da İran’ın üyeliğini görüşen SCO, hâlihazırda Azerbaycan, Ermenistan, Kamboçya, Nepal, Sri Lanka ve Türkiye’ye tanınan “Diyalog Partneri” statüsünü Katar, Mısır ve Suudi Arabistan’a da tanımayı tartışıyor. BRICS ve SCO, her ne kadar katılımcı ülkeleri “sorunlu ülkeler” olarak tanımlasak bile, Batılı emperyalist güçler karşısında çok kutuplu iş birliği merkezleri oluşturarak, Batının küresel hakimiyetini zayıflatıyorlar.
Berlin’deki tartışmalara bakarak Alman emperyalizminin bu gelişmenin çok iyi farkında olduğunu görebiliyoruz. Alman emperyalizmi buna rağmen, emperyalist-kapitalist dünya düzeninin yasallıkları gereği, dünyayı yangın yerine çevirebilecek heveslerin peşinde koşuyor, bu uğurda “vatan cephesinde” toplumsal rıza üretmeye çabalıyor. Ancak artan enflasyon oranları ve katlanan enerji fiyatları nedeniyle, en azında toplumsal rıza açısından başarılı olabilecek mi, işte o hayli şüpheli görünüyor.