Küresel hegemonya savaşının yeni muharebe alanı Ukrayna ve savaşın tarihsel bağlantıları üzerine
Zbigniew Brezezinski 1998’de Fransız Nouvel Observateur gazetesine 1979’da SSCB’ni nasıl Afganistan tuzağına düşürdüklerini şöyle anlatıyordu:
»Biz Rusları müdahaleye itmedik, ama bilinçli olarak bunu yapmasının olasılığını artırdık. Bu gizli eylemimiz harika bir fikirdi. Sonucu Rusları Afgan tuzağına sokmak oldu, ne yani, pişman olmamı mı bekliyorsunuz? (…) Sovyetler sınırı resmen geçtiklerinde Başkan Carter’e: şimdi SSCB’ne kendi Vietnam savaşını hediye etme fırsatına kavuştuk diye yazmıştım. Nihâyetinde Moskova neredeyse on yıl boyunca rejim için çekilmez bir savaş yürütmek zorunda kaldı, Sovyet imparatorluğunu önce demoralizasyona ve sonunda dağılmasına yol açan bir ihtilafı. (…) Dünya tarihinde önemli olan nedir? Taliban mı, yoksa Sovyet imparatorluğunun yıkılması mı? Birkaç İslami aşırı mı, yoksa Orta Avrupa’nın kurtuluşu ve Soğuk Savaşın bitmesi mi?«
Ukrayna, Kiev’in 2014’ten bu yana Donbass’taki halk cumhuriyetlerine karşı tek yanlı yürüttüğü savaşın ardından Rusya Federasyonu’nun askeri saldırısıyla küresel hegemonya savaşının yeni muharebe alanına dönüştü. Putin yönetimi Ukrayna’yı “aşılması hâlinde müdahale gerekçesi doğacak kırmızı çizgi” ilân etmişti. Nitekim Kiev’in Maydan Meydanı’ndaki faşist darbenin ardından Batı Ukrayna’da oluşan faşist güç yapısının boyunduruğu altına girmeyi kabul etmeyen Donetsk ve Lugansk bölgelerinde kurulan halk cumhuriyetlerinin Moskova tarafından tanınmalarının ardından yükselttikleri müdahale talebi ile Rusya Federasyonu ordusu askerî harekâtını başlattı.
Kiev hükümetinin sekiz yıl boyunca Batılı ülkelerce meşruiyeti hiçbir şekilde sorgulanmayan saldırıları, Donetsk ve Lugansk Halk Cumhuriyetlerinin kurulmasına neden olsa da bu gerçek güncel Ukrayna savaşının tek nedeni değil. Saldırıyı tetikleyen asıl nedenler olarak NATO’nun Doğu Avrupa’ya genişlemesi, Rusya sınırına NATO ve AB ordu birliklerinin yerleştirilmesi, “Moskova’ya on-on beş dakikalık mesafeye” nükleer başlıklı füzelerin konuşlandırılması, ivmesi sürekli artırılan saldırgan söylem, Batılı ülkelerin yürüttükleri propaganda savaşı ve Putin yönetiminin güvenlik taleplerinin sürekli reddedilmesi olarak sıralanabilir.
Bununla birlikte Batı sadece Ukrayna’daki uğursuz gelişmeye kayıtsız kalmadı, aksine bunu teşvik etti. Kiev’in sekiz yıl boyunca sürdürdüğü saldırılar, Minsk I ve II anlaşmalarına uyulmaması, Donbass’da 13 binden fazla sivilin Kiev güçlerince öldürülmesi Putin tarafından soykırım olarak nitelendirilmişti. Moskova soykırım suçlamasını tek başına müdahale nedeni olarak gördüğünü söylüyordu. Ardından Selenskij’nin Münih Güvenlik Konferansı’nda nükleer silah inşa edeceğini açıklaması ve bu açıklamanın Batılı temsilcilerce ayakta alkışlanması Rusya Federasyonu açısından tehdit seviyesinin artması olarak algılandı. Çünkü Ukrayna Sovyet döneminden kalan altyapısıyla ve Uran zenginleştirme santrifüjleri ile nükleer silah yapma olanaklarına sahip. Kaldı ki Kuzey Kore nükleer füzelerinin Ukraynalı uzmanların yardımıyla geliştirildikleri bilinmekte. Tehdit algısını artıran diğer nedenler Kiev hükümetinin darbe ile iktidara gelmesi ve Ukrayna’daki faşist gelişmedir. Dahası Ukraynalı faşist güçler gönüllü taburları oluşturarak Ukrayna ordusunun parçası oldular. Ağır silahlara sahip olan faşist taburlar Donbass sınırında konuşlandırılan 60 bin kişilik Ukrayna ordusunun önemli bir kesimini oluşturuyor ve halk cumhuriyetlerindeki sivillere yönelik saldırıları gerçekleştiriyorlardı.
O nedenle, olanaklı olduğunca objektif bir perspektiften bakarak, uluslararası hukuk açısından Rusya Federasyonu ordusunun hükümdar bir devlete saldırısı olarak nitelendirilebilecek askerî harekâtının özünde kuşatılarak köşeye sıkıştırılan bir devletin meşru savunması olarak da okunabileceğini belirtebiliriz. Yani bu askerî harekât hem bir saldırıdır hem de meşru bir savunmadır – her ne kadar bu savunmanın halklar açısından aşırı sonuçları olsa da. Ancak altını çizerek belirtelim: bu tespitimiz Putin yönetimini haklı çıkarmaya yönelik değildir; aksine Slav milliyetçiliğine ve antikomünizme sarılıp, emperyalist stratejilere karar kılan bir kapitalist devlet olarak Rusya Federasyonu’na ve aynı zamanda Batılı emperyalist güçlere yönelik eleştirilerimizin temelini oluşturmaktadır.
Bu yazı kaleme alındığında savaş yedinci gününü doldurmaktaydı ve sol-sosyalist cenahta konuyla ilgili kafa karışıklıkları görülmekteydi. Aynı şekilde dünya komünist hareketi içerisinde de farklı yaklaşımlar söz konusuydu. Bu nedenle – savaş her ne kadar sonuçlanmamış ve taşıdığı tehlike potansiyeli azalmamış olsa da – güncel durumu tarihsel bağlantılarıyla irdelemek ve soğukkanlı bir yaklaşımla süreci analiz etmek gerekiyordu. Okumakta olduğunuz bu yazıyı böylesi bir deneme olarak görmenizi dileriz. Elbette analizimizi Marksist-Leninist dünya görüşümüze dayanarak yaptığımızı da vurgulamalıyız.
Retorsiyon hamlesinden eşit göz hizası beklentisine
Savaşın siyasetin aracı veya devamı olarak kullanılmasının çok farklı nedenleri vardır. Tarihte bunların çeşitli örneklerini görmekteyiz. Ancak her defasında savaşların değerlendirilmesini tarihi yazanlar yapar. Güncel savaşı tarihi yazanlara bırakmadan değerlendirmeye çalışırsak, önce BM Şartı esaslarından hareket etmeliyiz. BM Şartı’na göre Rusya Federasyonu’nun başlattığı askerî saldırı-savunma harekâtı uluslararası hukuka aykırıdır. Bununla birlikte Rusya Federasyonu Batılı emperyalist güçlerin, örneğin ABD emperyalizminin Irak’a saldırıp işgal etmesi gibi, uluslararası hukuka aykırı savaşlarını aynen takip ettiğini belirtmeliyiz. Aslına bakılırsa Rusya 2011’den sonra Batının dış politikasını belirli bir seçicilik çerçevesinde taklit etmeye başlamıştı ve Batılı emperyalist güçlerin hegemonya hedefleri önüne set çeken bir strateji izlemekteydi. Son on yılda başta ABD olmak üzere, Batılı emperyalist güçlerin boyunduruğu altına girmeyi reddeden Rusya Federasyonu nesnel olarak siyaseten, aynı Çin Halk Cumhuriyeti gibi, emperyalizm karşıtı bir etkide bulunmaktaydı.
Ancak bu reel durum ne Putin yönetiminin ne de Rus dış politikasının “antiemperyalist” olduğunu kanıtlar. Antiemperyalizm ile emperyalizm karşıtı veya emperyalist hedeflere set çeken siyaset arasında önemli farklar bulunmaktadır. Bir kere antiemperyalist politikanın temelinde kapitalizm eleştirisi ve kapitalizmi aşma hedefi yatmaktadır. Öte yandan kapitalist bir devlet de emperyalizme karşıt politikalar izleyebilir. O nedenle ne milliyetçi, antikomünist ve tarihsel gerçekleri işine geldiği gibi çarpıtan Putin yönetimi sosyalist bir hükümet sayılabilir, ne de emperyalist stratejilere karar kılan bir kapitalist devlet olarak Rusya Federasyonu sosyalizmin “örnek” ülkesi olarak gösterilebilir. Rusya Federasyonu’nda egemen olan üretim tarzı tekelci kapitalizmdir; egemen sınıf ise tekelci burjuvazidir. Ama bu gerçek diğer bir gerçeği, yani BM Şartı gereğince aynı diğer devletler gibi, hükümran devlet olma ve varlığını koruma hakkını ortadan kaldırmaz. Bu nedenle de ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi ışığında gerek Rusya Federasyonu ve Ukrayna’nın gerekse de Donetsk ve Lugansk Halk Cumhuriyetlerinin varlıklarının savunulması doğru demokratik ve barışçıl tavırdır. Aynı şekilde Ukrayna’nın ABD emperyalizminin vasal devleti olmasına, NATO üyesi yapılmasına, ABD, NATO ve AB’nin Rusya Federasyonu’na yönelik saldırgan politikalarına karşı çıkmak, Ukrayna hükümeti içindeki faşist güç yapısının dağıtılmasını sağlayan, halk cumhuriyetlerini tanıyan, bunlar ve komşusu Rusya Federasyonu ile barışçıl ve iyi komşuluk ilişkileri içinde olan, bloklar arasında tarafsız, nükleer silahlardan arındırılmış, demokratik bir Ukrayna talep etmek de bu tavrın tamamlayıcısı olacaktır.
Antiparantez açarsak, yani sırası gelmişken komünistlerin savaş konusundaki görüşüne yer vermek gerekir. Komünistler için bu savaşın temel nedeni emperyalizm devresindeki kapitalist sistemdir: Emperyalist güçler iktisadi, siyasi ve askerî araçlarla etki alanları, hammadde ve enerji kaynakları, piyasalar ve nakliyat yolları üzerinde hakimiyet kurmak için mücadele etmektedirler. Kapitalist rekabet mantıki devamını emperyalist savaşlarda bulur. Savaş günümüzün emperyalist-kapitalist dünya düzeninde kapitalist siyasetin askerî araçlarla devamıdır. NATO emperyalist güçlerin en saldırgan savaş aygıtıdır ve yayılmacı-militarist politikaları ile dünya çapında barışa yönelik en büyük tehdittir. Tam da bu nedenle komünistler Rusya Federasyonu ile Çin Halk Cumhuriyeti’nin NATO üyesi ve/veya NATO işbirlikçisi ülkelerle kuşatılmalarına ve köşeye sıkıştırılmalarına karşı çıkmayı, gerçek sınıfsal ve devrimci duruş sayarlar.
Böylesi bir duruş ve bu temelde geliştirilen siyasi söylem retorsiyon ustası olduğunu kanıtlayan Putin yönetiminin politikalarından bağımsız sergilenmelidir. Retorsiyonlar, yani misilleme amaçlı kısıtlayıcı önlemler (örneğin Rus diplomatlarını Persona non grata ilân eden ülkelerin diplomatlarına aynı tavrı göstermesi) son yıllarda Putin yönetiminin baş vurduğu merkezi araçlardandı. Şimdi ise Rusya Federasyonu ordusu ABD ve müttefiklerinin Yugoslavya, Irak veya Libya’ya karşı uyguladıkları askerî-politik senaryoları birebir Ukrayna’ya karşı uygulayarak, Moskova’nın Washington, Brüksel, Berlin ve Paris ile eşit göz hizasında görülme talebine tercüman olmaktadır. Bununla birlikte çizilen kırmızı çizgilerin aşılmasına net ve aynı şiddette yanıt verileceği ifade edilmektedir. Halbuki ABD ve NATO Putin yönetiminin istediği güvenlik garantilerine iyi niyetli bir yanıt verselerdi ve Ukrayna’yı NATO üyesi yapmaktan vazgeçselerdi, güncel savaş gereksiz ve gerekçesiz olacaktı. Rusya önceki Yugoslavya, Irak, Afganistan ve Libya savaşlarını sadece protesto ederek izlemek zorunda kalmıştı. Şimdi ise Batılı güçler – nükleer savaşı göze alamadıklarından – Rusya’nın konumuna düştüler. Hiç şüphesiz bu durumun sorumluları bizzat kendileridir.
Alman emperyalizminin özgün rolü
Güncel gelişmede Almanya’nın özgün bir rolü ve sorumluluğu olduğunu söylersek, yanlış yapmış olmayız. Alman emperyalizmi 1989/1990 karşı devriminin ardından Çekoslovakya’nın bölünmesini, Yugoslavya savaşını ve AB ile NATO’nun Doğu Avrupa’ya genişlemesini destekleyerek, iktisadi ve siyasi yayılma politikası izlemiş, Putin’in yönetime gelmesinden sonra da iş birliği politikasını geliştirmişti. Berlin bu çerçevede eski SSCB etki alanını öncelikle iktisadi penetrasyon yoluyla ve ticaret, teknoloji, mali ve enerji politikalarını bir bütün olarak ele alan jeoekonomi stratejisiyle kontrol altına almaya çalışıyordu. Bu jeoekonomik saldırı stratejisinin nelere yol açabildiğini 2015 Yunanistan borç krizinde görebildik.
Rusya’ya karşı hem sınırlama hem dahil etme olarak tanımlanabilecek bu stratejiyle Almanya Doğu Avrupa ülkelerine Alman ihracat sanayinin taşeron rolünü oynamayı ve enerji ve hammadde tedarikçisi olarak Rusya Federasyonu’na çevresel konumda kalmasını dayatmıştı. Ancak gerek bu yakınlaşmayı gerekse de Avrupa’nın Çin Halk Cumhuriyeti ile olan ilişkilerini çözülmekte olan hegemonyası için bir tehdit olarak algılayan ABD emperyalizmi, gerek Almanya ve Avrupa’yı kendi etki alanında tutmak gerekse de Berlin-Moskova hattını yıkmak için eskalasyon sarmalını tırmandırmaya başladı. Bu çerçevede Polonya, Macaristan ve Baltık ülkeleri gibi AB üyesi ülkelerle ilişkilerini derinleştirdi ve bunların baskın Almanya’ya karşı AB içindeki konumlanışlarını destekledi. Aynı zamanda Nord Stream boru hattına karşı hem kendi likit doğal gazını satabilmek hem de Berlin ve Moskova arasındaki iktisadi ilişkileri baltalamak amacıyla baskısını artırdı.
2014 Ukrayna kriziyle Almanya ve Rusya Federasyonu arasındaki ilişkiler limonileşmeye başladı. Transatlantikçi sermaye fraksiyonlarının Alman siyasetinde giderek daha fazla mevzi kazanmasıyla Rusya düşmanı söylem güçlendirildi ve Ukrayna’daki faşist gelişme doğrudan desteklendi. CDU’ya yakın Konrad-Adenauer-Vakfı gibi kurumlar aracılığıyla Ukraynalı politik elitler arasında yakın ilişkiler kurularak, Ukrayna’nın Rus etki alanından uzaklaştırılma çabaları hız kazandı. Nitekim 2021 Federal Parlamento Seçimlerinde Transatlantikçi Yeşillerin zaferle çıkması sonucu kurulan Scholz hükümeti Merkel döneminden uygulanan çifte strateji ve denge politikalarından uzaklaşmaya başladı ve 27 Şubat 2022’de gerçekleştirilen Federal Parlamento oturumunda strateji değişikliğini resmen ilân etti.
Şansölye Scholz, aynı 1914’te olduğu gibi, sadece SPD’yi değil, reformist toplumsal ve siyasi sol dahil olmak üzere, tüm siyaset arenasını militarist-yayılmacı politikaların arkasına dizdi. “Rusya’yı çökerteceğiz” söylemi siyasilerin ve medya temsilcilerinin “devlet aklı” hâline getirilmiş durumda. 100 milyar Euro’luk özel silahlanma fonunun yanı sıra, savunma bütçesini yurt içi GSMH’nin yüzde ikisine çıkartmayı ve bunun için anayasal değişiklikleri gerçekleştirmeyi karar altına alan ve Doğu Avrupa’daki ordu birliklerinin sayısını artıran Alman emperyalizmi böylelikle doğrudan savaşın tarafı olmuştur. Bu bağlamda propagandasını yürütmekte ve aslında savaşa karşı sokaklara dökülen on binlerce insanı militarist-yayılmacı politikanın destekçileriymiş gibi lanse etmeye çalışmaktadır. Sadece bu da değil, açık ırkçı yaklaşımlarla hem Hıristiyan olmayan mültecilere hem de Rus vatandaşlarına veya Rus asıllı insanlara karşı toplumsal düşmanlığı körükleyerek, aforoz politikası uygulamaktadır.
Sonuç yerine
Batılı emperyalist güçler oldum olası Rusya Federasyonu’nu – aynı ABD’li şahin politikacı Brezezinski’nin önerdiği senaryolar çerçevesinde – masif yaptırımlar, saldırganlık, silahlanmaya zorlama, kuşatma ve propaganda ile çökertmeyi ve rejim değişikliği sağlamayı amaçlamaktadırlar. Ukrayna savaşı ile de bu amaçlarını artık gizlemeye gerek görmüyorlar ve açıkça ifade edebiliyorlar. Ancak bu tavrın ne denli tehlikeler içerdiği ve hesaplanamayacak riskler ile beklenmeyen reaksiyonları tetikleyebileceği de çok açık. Putin’in nükleer cephane dahil olmak üzere, ülkenin “caydırıcı silahlarını” alarma geçirmiş olması bunu göstermektedir. Nükleer silahlarla yürütülecek bir sıcak savaş tehlikesi bugün hiç olmadığı kadar akut hâle gelmiş durumdadır.
O açıdan barış ve demokrasi taraftarları, devrimci ve komünist güçler sadece “savaşı durdurun” demekle yetinmemeli, her ülkede kendi hükümetlerini eskalasyon sarmalından uzaklaşmaları için baskı altına alacak toplumsal direnç mekanizmalarını örmelidirler. Barış ve demokrasi taraftarı insanların bugün önlerinde duran en ivedi görev, her türlü gerilime ve her türlü silahlanmaya karşı mücadele etmek, öncelikle ezilen ve sömürülen halkları olumsuz etkileyecek yaptırımların durdurulmasını ve orduların geri çekilerek barış ve ortak güvenlik görüşmelerinin başlatılmasını savunmaktır.
Komünistler açısından ise asıl düşman bellidir: bulunduğumuz ülkelerdeki egemen sınıflar! O nedenle en sağlam ve en doğru antiemperyalist duruş ve enternasyonalist dayanışma, önce kendi ülkelerimizdeki egemen sınıflara karşı mücadele etmektir. Bu gerçeği görmeden ve kabullenmeden tek taraflı olarak Rusya Federasyonu’na “dur” demek yeterli olmamakla birlikte, emperyalist stratejilerin faydalı aptalı olmak anlamına gelir.