7 haziran'dan bu yana ölümle beslenen savaş baronları sadece ölenlerin değil, kalanların hayatını da çalıyor. Her insanın biricik olduğunu bilerek ölümleri nesneleştirmeyen ve bir insanın bütün insanlık olduğunu unutmayan biri olarak her ailenin acısını paylaşıyor; ölenlere rahmet, kalanlara ise sabırlar diliyorum.
Gelen her acı haberle sarsılırken, geçen hafta da ailemizin kalan son büyüğünü, anneannemizi kaybettik. Son aylarda yaşamı ve ölümü daha yoğun sorguluyor insan… Dünyada ölümlü olduğunu bilinçle düşünerek yaşayan başka canlı var mı acaba diye düşündüm. Tüm canlıların her an tetikte olduklarını, hiç şımarmadan olgunca yaşam mücadelesi verdiklerini düşününce galiba onlar da farkında. Fani olduğunu unutup, ölmeyecekmiş gibi güce tapınan, nimete sarılan ise insanoğlu. Rahmetli anneannem bize “Kötülüğü her adam, iyiliği er adam yapar” derdi. Gerçek güç, gerçek büyüklük yaşatmak değil midir? Yaşatmaktan daha büyük bir insanlık ideolojisi olabilir mi?
Ailece her birimizin hayatında daima var olan, hepimizde ayrı emeği, her birimizde ayrı ayrı özel yeri olan o müthiş kadını kaybettik. Hayat bilgesiydi. Bir o kadar da çocuksu masumiyeti, sevinçlerini, umudunu son gününe dek hep korudu anneannem Abide Hanım..Meğer düşündüğümden bile daha derinde kök salmış. Ölüm her yaşta ağır geliyor sevenlerine. Yaş aldıkça ortak anılar biriktikçe birikiyor.
Yıllar önce bir mektupla yolladığı fotoğrafının arkasına şöyle yazmıştı: “Bu yazıyı yazan bir muharrir rüzigar, bir gün kendi gider, resmi kalır yadigar”..İşte bu yazı da onun anısına bir yadigar.. Aslında hep “hayatım roman olur” derdi. Şimdilik en azından bu yazıyla onu anmayı borç bildim.
Anneannem hayatımda örnek alınmayı hak eden nadir karakterlerdendi. Onun büyük bir doğallıkla seyreden direnme gücüne, elinde sağlığı dahil hiçbir şeyi kalmamışken bile kendisine olan sonsuz güvenine, inancına, kişiliğinin sağlamlığına hayran olurdu onu tanıyanlar..Evlatlarının, torunlarının ani ölümleri, ailesinden, doğduğu topraklardan koparılışı gibi maddi manevi her yıkımda küllerinden yeniden doğmasını ve bunu adeta bir gül yaprağı kadar yumuşak bir zarafetle başarmasını hayranlıkla izlerdik. Bir insanın duygularıyla da güçlü olabileceğini ondan öğrendim. Anneannem her gün duasında “Allahım bana yaşama sevinci ver!” derdi. Galiba duası kabul olmuştu.
Onun neşesi bulaşıcıydı. Tüm ailenin hem en şakacı, hem de en nazlı insanıydı. Hepimiz onu mutlu etmeyi ataya karşı bir görevin ötesinde, büyük keyif addederdik. Torunlarının da, çocuklarının da yalnız anası değil, en yakın dostuydu. Her şeyi oturduğu yerden idare eder, herkesi gönül alarak bir orkestra şefi gibi yönetirdi.
Aile fertlerinden izin almadığım için yaşamına sadece değineceğim. Ancak bize hep anlattığı ilk dönemini ve şahitlik ettiğim son dönemlerini roman üslubunda yazmakla yetineceğim.
1912’de İtalyanlar tıbbın babası Hipokrat’ın da tarihte yaşadığı yer olan İstanköy Adası’nı (Bugünkü adı Kos) ele geçirince adada yaşayan çoğu Türk aile gibi henüz doğmamış olan Abide’nin ailesi de adadan göç etmek zorunda kalmıştı. Yazılı ispatı olmasa da, İstanköy’de anne tarafının Atatürk’ün ilk bakanlarından Şükrü Kaya ile akraba olduklarını söylerdi.
İstanköy’den Milas’a taşınan ailenin dünyalar güzeli kızı Münevver, Milaslı Ahmet Ketenci ile evlendi. Maalesef ikinci kızı Abide’nin doğumundan sonraki lohusalık dönemini atlatamadı Münevver Hanım. Ahmet Ağa çok sevdiği karısını kaybedince, çocuklarına analık getirmemek için bir daha evlenmedi.
Abide, baba evinde bakıcılarla, büyük bolluk içinde ama anasız büyüdü. İlkokul çağındayken Milas, öğrencisiyle kaçan bir öğretmenin hikayesiyle çalkalanıyordu. İki kızını gözünden esirgeyen Ahmet Ağa korkarak, Abide’yi okula yollamadı. Küçük Abide bir gün evden gizlice okula giderek müdürün kapısını çaldı:
“----Ben okumak istiyorum ama babam göndermiyor. Bana yardım eder misiniz?”
Müdür onu alnından öptü. Yakından tanıdığı Ahmet Ağa’ya gidip onu ikna etti. Abide okulda çok başarılıydı. Resme yeteneğiyse büyüktü. Bir gün ev ödevi olarak muazzam bir köpek resmi yapmıştı. Öğretmeni “Ben size kopya çekmeyeceksiniz demedim mi?” diye sınıfın içinde onu sertçe azarladı. Abide aynısını hocanın yanında yapabileceğini söyledi. Hocası da: “Yap da görelim” diye onu kendi masasına oturttu. Abide daha güzelini yapınca öğretmeni ondan özür diledi.
Osmanlı hattatları kadar güzel el yazısı yazmayı, roman okumayı, şiir sevgisini, resmi okulda öğrendi. İnanılmaz güzellikte dantel işlerini, örgüyü, dikişi, bir insana asla yemediği yemeği bile onun elinden sevdirecek kadar iyi yemek yapmayı ise annesiz olduğu için sadece çevresine bakarak kendiliğinden öğrendi.
Abide, ablasının babasını ikna etmesi üzerine ablasının kaynı ile evlendirildi. İki yıl Fethiye’de oturduktan sonra eşinin memleketi Silifke’ye geldiler. Sonra Erdemli ve Mersin’de yaşadılar.
Abide için annesinden ve Milas’tan kopuşu tüm hayatı boyunca içinde duyacağı bir acı, boşluğu dolmayacak derin bir özlem olarak kalacaktı. Belki de bu yüzden 90 yaşına da gelse boynunu büküp “ben annesiz, öksüz büyüdüm. Annem olsaydı…” diye başlayan cümleleri gözlerinden gelen yaşla tamamlayamadı. Bu yüzden hep Milas anılarını, Milas kültürünü, Milas şivesini dilinden düşürmedi. Belki bu yüzden bir yanı hep çocuk kaldı; daha doğrusu bir yanı hep çocukluğunda kaldı.
Genç yaşında 6 çocuğu olmasına rağmen gün ona yetiyordu. Güneşin ilk ışıkları daima onun kar beyazı çamaşırlarına değerdi. Limon çiçeğiyle kaynatılan çamaşırının kokusu erkenden mahalleye yayılırdı. Sabah 9 da evinin tüm işleri biterdi; ocakta iki çeşit yemeği pişerken, kahvaltı sofrası dahi hazırdı. Ardından komşularla kahve keyfi, sohbetine doyulmayan gün gezmeleri başlardı. Evi dolar taşardı misafirle. Şen kahkahaları, hazır cevaplığı, her an elden bırakmadığı nüktedanlığı, ince hediyeleri, zarif ruhu, fedakarlığı onu vazgeçilmez dost yapıyordu.
Öyle insancıldı ki örneğin Erdemli’de sokaklarde yaşayan “Deli Teslime” lakaplı mecnun kadını evinin bahçesine kurduğu kazanlarda su kaynatarak adamakıllı yıkar; başındaki bitleri bile ayıklardı. Kadının üstündeki eskileri ateşte yakıp, ona tertemiz kıyafetler giydirirdi. Fakir çocukları doyurur; maddi durumu iyi olduğu dönemlerde onların tüm okul masraflarını üstlenir; evlerine küfelerle yiyecek yardımı yapardı.
Eşi ölünce genç yaşta yaşamın yükü omuzunda kaldı. Annemler okuldan eve beş dakika gecikseler, annelerini okul kapısında bekler bulurlardı. Zor şartlarda çocuklarını büyütüp evlendirdi.
70 yaşında yüksek tansiyondan dolayı vücudunun tüm sağ tarafına felç geldiğinde durumu ağırdı. Doktorlar ümidi kesmişti. Elbette karşılarındakinin Abide Hanım olduğunu henüz bilmiyorlardı. O vazgeçmezdi ki…
1 yıl boyunca damara iyi denilen haşlanmış kabak yemeğini her gün yemekten şikayet etmedi. Fizik tedavisini hiç aksatmadı. Tam inançla dualar etti. İyileşince yapacaklarının hayallerini kurdu. Ve tekrar yürümeye başladı. Sağ elini bir daha kullanamadı ama 70 yasından sonra sol eliyle yemek yemeyi, yazı yazmayı öğrendi; hatta kağıtlara resim yaptı. Felçli sağ elinden öylesine vazgeçmemişti ki tüm özel günlerde eli öpüleceğinde, daima diğer elinin yardımıyla o elini uzatırdı.
Zekası ve hafızası son nefesine dek tüm çocuklarından ve torunlarından daha iyiydi. Mazideki her olayı sanki bilgisayara kayıtlıymış gibi bütün detaylarıyla çok berrak hatırlardı. Düzenli gazete okurdu, romana bayılırdı. Güçlü hafızasını yıllarca severek yediği kabak çekirdeğine ve türk kahvesine bağlardı. Güzel olan her şeyi çok sever, küçük şeylerle mutluluk bulurdu. Bir sümbül, bir tatlı söz onu bir çocuğun içtenliğinde sevindirmeye yeterdi.
Siyaset sohbetlerimizde aydın görüşlerine, tahlillerine, yeniliğe açık yapısına şaşırır kalırdım. Dindardı ama dini çıkarları için sömürenlere çok kızardı. Uzakta da olsak her gün saatlerce bana ve tüm sevdiklerine ayrı ayrı dualar okur ve bize yollardı.
Şimdi dua sırası bizde.. Mekanın cennet olsun tatlı anneannem!
Yattığın yer seni incitmesin!
Hakkını helal et!
Yıldızlar yoldaşın, mekanın cennet olsun!
Allah rahmet eylesin!
Torunun Sibel