Diyalog ve iletişim günümüzün en güncel tartışmalarının başında gelmektedir. Bu tartışma , insan haklarına , farklılığa, demokrasiye, özgürlüğe, adalete ve hukuka karşı çıkılması imkansız bir değer haline gelmelidir. Göçmenler birlikte yaşadığı topluma karşı hoşgörüsüz, saygısız ve önyargılı bakış ile yaşamını sürdürüyorlar. Bu haftaki yazım Viyana'da yaşanan bir olayın sosyolojik boyutunu irdelemek oldu.
Avusturya-Viyana'da Haziran ayında İbrahim C. adlı Viyana doğumlu 21 yaşında Türk asıllı Avusturya vatandaşının, arabası ile sesli bir şekilde GEEFLOW adlı Osmanlı rap grubunu dinlerken yüksek sesle devamlı “Allahu Ekber” sloganı atması bir Avusturyalının “-Benim üzerime arabayı sürdü“demesi sonucu IŞİD'in militanı diyerek göz altına alındı.(Haberin kaynağıYeni Vatan Gazetesinden alıntıdır) Gazetede çıkan bu haber yurt dışında yaşayan aileler için kanayan bir yaradır. Bu trajedik öykü de herkes kendinden bir şeyler bulacaktır. Avrupa'da yaşayan muhavazakar aileler yaşadıkları ülkelerin insanlarına “GAVUR” demekten bir türlü vazgeçemediler. Çünkü camilerde ve milliyetçi derneklerde duyduklarıyla, hoşgörüsüz bir kültürle eğitildiler. Dedikodularla kendilerine yön verdiler. Ne bir diyalogu ne de bir iletişimi vardı birlikte yaşadığı toplumla. Türkiye’den davet edilen ilahiyatçılar “.Bunlar Gavur, bunlarda namus, ahlak yoktur. Bunların kültürü sabah erkenden işe gitmek, işten sonra alkol içmektir. Bunların kiliseleri bile yarasa evleridir“diyen ilahayetçi profesörün hoşgörüsüz sözüde şöyledir. “burada islam olmadığı için ahlak ve namus da yoktur” (Yeni Haraket dergisinden alıntıdır) Yapılan bu söylemler, yazılar ve paneller muhavazakar aileleri ve çocukları onların deyimiyle gavurlara karşı şartlandırıyorlardı.
Oysa Türkiye'den getirilen emekçiler, ekmek parası kazanmak; köyünde bir tarla almak yada bir ev yapmak için gelmişlerdi. Birkaç yıl çalışıp beş-on bin kazanıp dönmek istiyorlardı. Gel zaman git zaman 50 yıl oldu ne giden vardı ne de yaşadığı toplumla iletişim halinde olanlar vardı. Köyden geldikleri gibi geleneklerini ve göreneklerini sürdürüyorlardı. Aradan yarım asır geçti. Çocuklar, torunlar oldu. İlk gelen kuşak geldiği toplumla diyalog kuramadığı için önyargılardan kurtulamadı “Gavur” demekten bir türlü vazgeçemedi “Gavur”larla bir türlü iletişim kuramadı. Çünkü uyum yok, dil bilmiyorlardı. Geldiği toplumun kültürüyle uyum da kuramamıştı. Okul eğitimleri olmadığı için dil konusunda da yetersiz kalıyorlardı. Kültür farklılığı olduğu için kapalı kapılar ardından geldiği yerin (Türkiye) kültürüne sıkı sıkı bağlandılar. Kendi içlerine kapalı “Getto” bir yaşama sarıldılar. Kapalı tünelde zifiri karanlıkta “gavur” avlamaya çıktılar.
Avusturya devleti dil ve uyum konusunda "misafir işçilere"yardımcı olmadı. Hiç dinlenmeden soluklanmadan geldikleri günün ertesi günü işe başlatıldılar. İş güçü için çağrılan işçilere ne bir dil eğitimi, ne bir yol gösterme, ne bir hazırlık vardı. Dolayısıyla uyum sürecinden, haktan, hukuktan yana konular iş gücünü çağıranların da işine gelmedi.
Sermaye'nin derdi iş gücüydü ve işlerinin yapılmasıydı. Ha babam de babam en ağır işlerde çalıştırılan göçmenlerin elleri kolları yavaş yavaş tükeniyordu. Kimileri dayanamayıp döndüler, kimileri psikolojik tedavi gördüler, kimileri hastalıktan öldüler. Kimileri işsiz kaldılar dönemediler ve perişan oldular. Göçmen işçiler arasında kimileri dili merak edip yeni yaşamlarına yön verdiler. farklı bir kültürü öğrendiler ve uyum içinde yaşamanın, ortaklaşmanın, yan yana olmanın, sendikalaşmanın, dayanışmanın ne olduğunu gördüler. Bilmeyi, öğrenmeyi ve sorgulamayı başaramayanlar herşeylerini “devlet anaya, devlet babaya havale” etmişlerdi. Her türlü ırkçı, ayrımcı ve kinci propagandasının etkisinde kalanlarda kendi çocuklarına bu kindarlığı aşılamışlardı. Eğer bugün Avrupa şehirlerinde Türkler arasında şiddet kültürü varsa bunun psikolojik ve sosyolojik yaralarına bakmak gerekmektedir. Çünkü vucutları burda ama kafaları Türkiye'nin siyasal gelişmelerine bakıyorlardı. O siyasal yönlendirmenin etkisi altında yabancı düşmanlığına karşı kendi ırkçılıklarını sergiliyorlardı. Tahammülsüz ve saygısızca, sokaklarda bağırmayı, gürültü yapmayı, tramvaylarda, metrolarda her türlü küfürü söylemeyi, şiddeti, kabasaldırganlığı ve insanları rahatsız etmeyi yaşamın bir parçası olarak görenler, davrananlar ve uygulayanlar var oldu hep. Irkçılık geliştikçe daha da çoğaldı. Çünkü insanlar arasında ırkçı düşünceden kaynaklı kin ve nefret yaşamın bir parçası oldu. Her gün gazetelerde ırkçı haberler, ırkçı saldırılar yazılmaktadır.Avrupa'da yaşayan Türkler arasında namus cinayetleri, sokak kavgaları, ölenler, öldürenler, soygunlar, yaşlı kadınların çantalarını kapıp kaçmalar, hırsızlık olayları, uyuşturucu kullananlar ve uyuşturucu satanlarla artık yaşamın bir parçası haline geldi. Buna siyasal farklılığın tahammülsüzlüğünü ne yazmak ne de katmak istiyorum. Bu da başlı başına patolojik bir vakadır...
Avusturya'da cami olarak bilinen 250 cami yeri var. Bir çoğu bodrum katlarında. Hatta 14 Viyana, Meiselstrasse 71 “genel ev” altı cami olarak kullanılıyordu. Türkiye'den gelen yazar bir arkadaşıma burayı göstermek için gittik. Birlikte içeri girdik biraz sohbet ettikten sonra, arkadaşım “merak ettim, camiler neden bodrum katında, sizin üstünüzde ne var” diye sordu. Orada çalışan kişi de “hemişerim önemli olan kıbleyi bulmak, biz kıblemizi bulduk, neyin altı olursa olsun” deyince konuşacak bir şey kalmamıştı. Eyvallah deyip çıktık. N.Fazıl Kısakürek'in hem kumarbaz hem alkolik olmasına rağmen İslamcı gençliğin ona hayranlığı aklıma geldi. İslamcı gençlik N.F Kısakürek'in bu çifte standart yaşamına ses çıkarmıyordu. Çünkü o İslam'ın propagandısını yapıyordu. İslam için yazıyordu. İslam'dan yana iyi ajitasyon çekiyordu panellerde,toplantılarda... Oysa Vicdani inanç boyutu ile insanın, yaşama, evrene ve ekonomik-sosyal sorunlara ilişkin emek değerlerinin kazandığı mevziler önemlidir.
Aileler olarak yaşadığımız yerlerin güzelliğini görmeliyiz. çocuklarımızla daha çok yakınlaşmayı öğrenmeliyiz ve birlikte oyunlar oynamalıyız. sinemaya, tiyatroya, konsere gitmeliyiz. konuşmalıyız, tartışmalıyız, evde gazete,dergi okumalıyız. çocuklarımızın yanında sigara içmemeliyiz. Çocuklarımızın istekleriyle ilgilenmeliyiz, isteklerinin olduğunun farkına varmalıyız.Yaşadığımız ülkenin kültürünü öğrenip anlatmalıyız.Farklılığın zenginliğiniçocuklarımızla paylaşmalıyız.
“Oğlum IŞİD teröristi değildir” başlıklı yazı Yeni Vatan Gazetesi'nin kullandığı röportaj başlığıdır. Kaynak olarak yararlandım.
Baba oğlu için Röportaj da bakın ne diyor.” Arkadaş çevresinin etkisiyle , askerden döndükten sonra birkaç kez bağımlılık yapan esrar gibi uyuşturucu madde kullandı. Biz aile olarak bu konuda gerekli uyarıları her zaman yaparak önlem almaya çalıştık. (...) Biz muhavazakar, Sunni Konya asıllı bir aileyiz. Bizim oğlumuzun hiç bir terör örgütü ile bağlantısı kesinlikle olmamıştır, olamaz. Bu iddiaların hepsi asılsızdır ve bazı medyanın uydurmasıdır.”
(...) Facebook'tan mesela Hz. Yusuf'un taktığı sarık bezi görmüş. Bir hocaya, 'Bu sarığı taksam sevap kazanır mıyım, sünnet olur mu?” diye sormuş. Hoca da , “Evet olur.” demiş. Bunun üzerine çocuk kafasına son zamanlarda bu çok itici olmayan beyaz sarığı takıp dolaşıyordu. O gün de evden çıkarken bu sarığı takmış.” (...) Bizim küçük Peugeot marka arabayı aldığından bile haberimiz yoktu.Baba çok dertli, bir dönem yanlarında olan, cami çevresini, dernekleri yanlarında göremediğini ve onlara kırıldığını şöyle ifade ediyor. ” Bir diğer hayal kırıklığımız ise Avusturya'da faliyet gösteren Türk dernekleridir. Bizi basın dışında hiç bir Türk Derneği ne bir geçmiş olsun demek için ne de mağduriyetimizde bize yardımcı olmak için aramamıştır. En çok ihtiyacımız olduğu anda yanımızda olmamaları da bizi derinden üzmüştür” Yeni Vatan Gazetesi Haziran 2016 sayı 179
Viyana'da gelişen bu olayın sosyolojik-psikolojik boyutuyla yüzleşmeliyiz. Farklılıkların güzel ve insani yanlarını almayı bilmeliyiz ve öğrenmeliyiz. Uyuşturucu kullanan çocuklarımızı gizlemeden sosyologlardan ve psikologlardan destek almalıyız. Yaşanan olumsuzlukları kin ve nefretten ayrı ele alamayız. Üstün ırk ve üstün kültürden bahsedenlerin ırkçılık yaptığını söylemeliyiz. Birlikte yaşadığımız topluma karşı kini ve nefreti geliştirenleri eleştirmeliyiz. Yaşadığımız toplumla diyalog ve ilitişim halinde olmalıyız. Her şeyden önce insan olarak kendimizle yüzleşmeliyiz... Neden, Niçin ve Niye geldik? Yaşadığımız yerden ne bekliyoruz? Neden buradayız? Yaşadığımız toplumla birbirimizi nasıl anlayabiliz, barış içinde nasıl yaşayabiliriz? diye kendimizi sorgulamalıyız? Her şeyin ölçütü insanlıktır. İşte bu ölçüyle insanı, doğayı ve tüm canlıları sevmeliyiz... Kötünün ırkı her yerde, kötü her yerde kötüdür...