Şair Gültekin Emre, Almanya’daki Türk şiirini tanımlarken, göçmen şairler için yaptığı tanımla göç olgusunun derin gerçeğine dokunuyordu dilin gücüyle. Sosyolojik bir olgunun edebi dışavurumlarından yola çıkıp, göç gerçeğinin bir boyutunu şairce sergiliyordu: “Almanya’daki Türk şiiri, sabahları Almanya’ya işe gidiyor, akşamları Türkiye’ye geliyor. Bir salıncakta sallanıyorlar sanki: Almanya’da yaşayanlar; sonsuz bir salıncakta gidip geliyorlar şiirlerle birlikte.” (Gültekin Emre. Yarım Damla. -Şiir Antolojisi- Önsöz’den.) Yeni bir kimlik tanımı olabilecek kadar güçlü bir anlama sahip olan “Türkiye’de Alamancı, Almanya’da Yabancı” logosunu da sanırım ilk kez MERHABA Gazetesi ile tanıdık.
Aslında birinci söz bir göçmen toplumunun yaşam tarzına vurgu yaparken, ikinci söz, bu yaşam tarzının “ötekiler” tarafından algılanışını biraz da eleştirel bir tarzda vermekteydi.
Göçmen nereliydi?
Hadi Almanya’da ‘kara kafa’ vurgusunu anlıyorduk anlamasına da, ‘kendi’ ülkemizde bu yabancılanmanın anlamı neydi?
Peki, günümüzden 2000 küsur yıl önce yaşamış Romalı Ovidius’a “bitsin sürgünlüğüm, yaşamak isterim/ Anayurdumda, kendi ocağımda, bırak öleyim” dedirten duygunun kaynağı ile, çok sürgünler yaşamış Azeri halkının manisine dökülen şu satırlar aynı mıdır acaba? “Ezizim, keten yahşi / Geymeye keten yahşi / Gezmeye böyük ülke / Ölmeye vatan yahşi”
İşçileri beklerken insanlarla karşılaşan göç ülkeleri, henüz farkında değildi anadilin öneminin. “Nerde insan varsa, orda ‘dil’ de var… Dil gibi yaygın bir insan görünümü azdır yeryüzünde… Dilsiz olamıyor insanlar. İnsanın öbür adı ‘konuşan’ olmalı” (Nermi Uygur) diyordu dil gerçeğinin altını çizen uzmanlar. Dil, vatandı göçmen için. Yani koparılamayan köklerin toprağıydı. Ve onun dokunulmazlığı istemlerden bağımsız bir zorunluluk.
” Hep ‘dil, ‘dil’ diyoruz ya, bu bir soyutlama aslında. Herkesin dili var ama aynı dil değil bunlar. Bir toplumun dili öbürününkinden ayrı. .. Böylece, dil dendi mi, anadili, tek tek anadilleri anlamak gerekir. Hiç kimse anadilini kendisi yapmış değildir. Anadil temel dilimizdir. Özel dillerden öncedir. Hepsini kuşatır… Her insan ‘benim’ dediği bir dili konuşur. Bu, içinde doğduğu, geliştiği, biçim kazandığı topluma özgü dildir” diye tanımını sürdürür Uygur. Haklıdır da.
Ulusçu politikalar ve politikacılar reddetse de, farklı dillere saygı ve eşitlenme, bir ülke içinde bütünleşmenin, ülkeyi vatan yapmanın en büyük güvencesidir.
Almanya göç toplulukları için, acı da olsa vatan olabildi mi? Hayır olamadı. Üstün kültürle (Leitkultur) temellendirilen milliyetçi siyaset, göçmenlerden esirgediği ‘anadil özgürlüğü’ nedeniyle ‘ortak vatan’ kavramındaki ‘aidiyet’ duygusunun gelişimini engelledi. Kendini beğenmiş, kibirli bir egemen ulus tutumuyla kazanmak istedi son savaşta kaybettiği kendine saygı ve özgüveni. Kanlı savaşların kirlettiği bir ‘ulus gururunu’ yeniden üretmeye çalıştı yoksul ülkelerin emekçi halklarının üzerinden. Egemen ulus kibiri, bu topraklarda buluşmuş halklarla bu topraklarda doğmuş halkların kardeşleşme duygularını geliştirip, bütünleşmeyi sağlamaya yönelmedi. Bütün milliyetçi kimlikler gibi, kendi üretti ‘ötekini’ ve kendi yarattığından korktu. Göçmeni kucaklayıp, bütünleşmeye yönelemedi; göçmeni, güven duygusunu artırmak yerine dıştalayarak gettolaşmaya yöneltti.
Ve yanlış yaptı. “Parçanın bütüne; bireyin topluma uyumu” anlamında, uygulanması öncelikle göçmenler tarafından keyifle beklenen ‘entegrasyon’, egemen ulus kibrinden sıyrılamamış ulusçu yaklaşımlar nedeniyle, farklı kimliklerin reddine dönüştü. Ve giderek, içini kim neyle doldurursa doldursun, ‘entegrasyon’ sözcüğü, “asimilasyon” sözcüğüyle özdeşleşti göçmenlerin zihninde. Pozitif hukuka uyum paydasında yan yana gelip, doğal süreçlerde birbiriyle oynaşarak sevişerek bütünleşmesi beklenen kültürler, insanı bölen, ötekileştiren, yalnızlaştıran bir sürecin tehlikelerle dolu akıntısına kapıldılar.
Kimliğe saldırılarak, kaybolma duygusu kışkırtıldı: Göç insanında bir tutku haline geldi, bilinmeyen bir tarihin içselleştirilemeyen değerlerine sarılmak. Dile saldırıldıkça, yok olma duygusu kışkırtıldı. Artık kimliğinde direnmek, yaşamak demekti. Var olmanın bir biçimiydi bu.
İster gönüllü çık bu yolculuğa, ister zorunlu, fark etmez. Can derdi değil midir bir anlamda ekmek kapısı aramak? Ne fark vardır ki zorla sürülenle kendi gelen arasında, göçülen topraklardaki yaşamlarda? “Göç topraklarında köklerimizin zorla söküldüğünü, öylece rüzgara bırakıldığını duymak… Öyle ki oralarda, o kanlı bağlarda saplanıp kalmış, kırılmış, parçalanmış bıraktığımız o şeyler, belki de sürüklediklerimizden daha bile güçlü, daha bile sızılıdır.” (Rafael Alberti)
Zorunlu göçler yani sürgünler yaşamış çok ödüllü bir şair Alberti. Onun şairce dillendirilmiş şu göçmen düşüncelerine, Anadolu ya da Ortadoğu topraklarından gelip de Avrupa topraklarında yaşayan büyük çoğunluğumuzun katılmadığını söylemek mümkün mü? “Tıpkı bir ağaç gibi, köklerinden koparılmış, yitmiş duyuyordum kendimi.”
Kökü reddetmek mümkün mü? Yanıt ne kadar “hayır” ise, yere sağlam basmak da o kadar “evet” ister. Kimliğini koruyarak geçmişini korumaya çalışıyorsun bir anlamda. Yani o güne kadar kendine kattığın emeği, ya da sana katılan emekleri; yani bir toplumsal sosyalizasyonu ya da kültürle taçlandırılmış bir tarihi. Köksüz kalınca kaybolacağını düşünerek sarılıyorsun yılan da olsa tutunacağın şey. Dalgaların vuruşuna kendini bırakıp her salınımda bir başka bilinmeyene doğru yelken açmak belki büyük hazların kaynağıdır. Ama batmamak, boğulmamak için tutunmak önemli bu deryada; çevreyle ilişki kurarak bir kimlik oluşturmak için. Maslow’la daha da netleşiyor düşüncelerimiz: Güven ve Güvenlik Ortamı her canlı için bir Temel Gereksinim ise, anlaşılır bir olgudur tutunma isteği. Çevresini korumak ister insan, kendini koruyabilmek için.
Ama göç topraklarının kendi gerçekliğini de unutmadan. Göç topraklarının duygularını incitmeden; göç topraklarının huzurunu ürkütmeden; göç topraklarında yaşayan halklarla uyumu hep gözeterek.
Göç topraklarında özgürlüğü geliştirerek.
Göç topraklarında göçmenliği aşarak.
Yani tutunmak istediğimiz dalı, yaşamak için bastığımız toprakların iklimiyle bütünleştirerek, yeniden yeşerterek, yeni kökler üreterek… Öyle ya, Juan Goytisolo’nun sözleri de yabana atılır cinsten değil: “İnsan ağaç değildir. Kökü olmaz, kalkar yürür, gider!”
Anadil, anamızın konuştuğu dildir diye dayatılamaz. Nermi Uygur şahidimdir: “Gerçi çoğun böyledir, anamızdan hangi dili öğrendiysek o dilde konuşup gideriz. Ancak, anadil, aslında her bakımdan beslendiğimiz, sonra da bir şeyler katmayı denediğimiz, içinde yaşadığımız, çevrenin, kendi çevremizin dilidir. Anadil doğarken getirilmez, sonradan edinilir.” Bir göçmen topluluğunun anadilinin ömrübillah, birkaç kuşak öncesi terkedilmiş olan köke bağlı olacağını söyleyebilmek elbette mümkün değildir. Gelecek kuşakların anadillerinin ne olacağı sorusunun yanıtı, göçmen toplumlarının göçülen ülkelerde kendilerini ne derece güven içinde bulacaklarına bağlı olarak gelişecektir. Kültürlerin doğal ortamlarda karşı karşıya gelerek, özgürce yapacakları etkileşim sonrasında, ve büyük bir olasılıkla, gelecek on yıllarda, analarının dili Almanca olan torunlarımız büyük olasılıkla anadil olarak kendiliğinden Almancayı bileceklerdir.
Ama ulus toplum zorlamasıyla, bir ülkede anadilin yasalarla belirlenerek başka dillerin özgürlüğünün ve gelişim olanaklarının kapatılmasına çalışılması, başarı şansı olmayan abes bir girişimden başka bir şey olamaz. Tarih kanıtlamıştır bunu. Bulgaristan’da Türkçeye, Türkiye’de Kürtçeye getirilen yasakların ömrü, onca zora rağmen nasıl ki sonsuz olamamışsa, Almanya’da “entegrasyon” çirkinliğinde Türkçenin yasalarla daraltılmaya çalışılmasının da ömrünün olamayacağını tarihsel derslerden yola çıkarak kesinlikle söyleyebiliriz.
Bu nedenle anadilin özgürce kullanımının hatta pozitif ayrımcılığa dayanarak olanakların paylaşılmasında özellikle desteklenmesi, özgürlükçü çoğulcu bir demokrasi kurgulamasının temel taşıdır.
Kimlikle ya da kimliğin kaynaklarıyla, özellikle anadil ile oynanmaz. Çünkü, “zaten çoğu zaman, kendinizi en fazla saldırıya uğrayan aidiyetinizle tanımlamaya eğilimlisinizdir; kimi zaman bu aidiyeti savunacak gücü kendinizde bulamadığınızda onu gizlersiniz, bu durumda o sizin içinizin derinliklerinde kalır, gölgeye sinip ödeşme saatini bekler; ama ister sahip çıkılsın ister izlensin, ister fazla açık etmeden ya da gürültüyle ilan edilsin, kendinizi özdeşleştirdiğiniz kimlik odur.” (Maalouf, Amin. Ölümcül Kimlikler) Almanya’da anadil üzerine getirilen sınırlamalar; yani anadilin kullanımını daraltarak çoğunluk halkın dilini yaygınlaştırma politikalarının ters tepeceğini söylemek için kahin olmaya ne gerek var?
Şiirinde göç olgusunu ustaca işleyen şair Zafer Şenocak ise, yaklaşık 40 yıl öncesinden altını çizmiş bugünün gündeminin. Dil ve göçte yaşam ilişkisini dökmüş dizelerine. Üstelik bunu öyle güzel başarmış ki, süzmüş sözcüklerin içinden incilerini; dikkatle, özenle dizmiş ipe. Masallarda ağlatmaya gerek kalmamış prensesleri, gözyaşlarından inci toplamak için artık. Şair emeği, alın terinden dökülen damla damla incilerle büyütmüş göçmenin yüreğini. Hem dilin önemini anlatmış, hem şiirin; hem göçte dilin yerini, hem de yerin dilini. Üstelik dilin kadrinin bilinmediği evvel zaman içinde, anasının beşiğini sallamaya kalkışmış tıngır mıngır.
”suskun dili kireç bağlamış
ölüm üstündedir en güzel dünyaların…
başıboş çocuklar bir parkta
kırpıntı giysiler gibi dilleri”
Kim hangi dille konuşacaktır kendi bilir elbette. Ama gönüllülük ilkesi temel alınarak, duygunun çok önemli rol üstlendiği eğitim alanında, anadil ifade gücü kullanılabilmelidir.
Ama böylesi bir seçimin özgürce yapılabilmesi için anadil eğitimi üzerindeki dolaylı ya da dolaysız bütün baskılar kaldırılmalıdır. Kaldı ki bu insan haklarına ilişkin uluslararası hukuk ve içtihatların da kaçınılmaz bir zorunluluğudur.