Ahmet Hamdi Tanpınar, Huzur romanında, “Doğu-Batı sentezi yaratmaya çalışırken çift karakterli insanlar ürettik” der. (En az) çift karakter bulunduğu için, bu aynı zamanda çift kimlik demektir, birisini inkar etmekte sakınca bulunmuyor. Bulunulan ortamda hangisi işe yarıyorsa o kimlik öne çıkarılır, durum değişince sıra ötekine gelir.
Türkiye insanındaki (en az) çift kimlikliliği son olarak Almanya’da da görebiliriz. Almanya hükümeti “Erdoğan yasası” olarak da tanımlanan yeni bir yasayla, Avrupa Birliği ülkeleri dışından gelen politikacıların kitle toplantısı yapmak için önceden izin almaları gerektiğini kurallaştırdı. G-20 Zirvesi için Hamburg’da bulunan Erdoğan için küçük bir grubun yapmayı planladığı destek gösterisine de izin verilmedi.
AKP yandaşı kişi ve kuruluşlar Erdoğan’ın Hamburg’da olmazsa başka yerde kitle toplantısı yapabilmesi için eskiden beri büyük salonları kiralamak için başvuruda bulunuyordu ama değişik gerekçelerle kabul edilmiyordu. Yeni yasa ile hükümet izin vermeme inisiyatifini belediyelerden kendi üzerine aldı. Zaten değişik belediyelerin yöneticileri de böyle yapılmasını bir süreden beri istiyordu.
Almanya’da Erdoğan ve partisinin desteği yüzde 60 civarındadır. Referandumda ve önceki genel seçimde yandaş oyların oranı yaklaşık yüzde 60’tır.
Şöyle bir mantık yürütülebilir: Erdoğan’a politik toplantı yasağı gerçekte bu yüzde 60’a yönelik bir uygulamadır. Desteklediğiniz politikacı Almanya’da konuşma yapamıyor. Normalde sayısı en az birkaç yüz bin kişiyi bulan bu yüzde 60’ın kararı protesto etmesi gerekir. Almanya Türkiye değil, hükümet bile almış olsa kararı protesto edebilirsiniz, ama kimse yerinden kıpırdamaz. Kimisi tembellikten kimisi de “aman başıma bir şey gelir” düşüncesiyle yerinden kıpırdamaz.
Yıllar önce, henüz Bonn Almanya’nın başkenti iken, “çocuk vizesi” yasalaşmıştı. Buna göre yabancı pasaport taşıyanlar çocuklarına bu pasaporta işletemeyecek, belirli bir yaştan sonra ayrı pasaport çıkarmak zorunda kalacaktı.
Çok sayıda derneğin imzasıyla bir bildiri yayınlanarak yeni yasa protesto edildi ve Bonn’da yapılacak yürüyüş için çağrı yapıldı.
Çok sayıda dernek bildiriye imza atmıştı ama yürüyüşe katılım o kadar azdı ki, her dernekten bir kişi gelse bile daha fazla olurdu.
O zamanki TC vatandaşlarının en azından bir bölümü şimdi Almanya vatandaşı ama durum değişmemiş. En azından Almanya vatandaşı olan –bazıları çifte vatandaş olmalıdır- AKP ve Erdoğan yandaşlarından “toplantı yasağı”na karşı seslerini çıkarması beklenirdi.
Almanya’da bildiğim kadarıyla iki tane –daha fazla da olabilir- “Ankara partisi” bulunuyor. Bunlar –kendilerine göre- göçmen partisidirler. Almanya’da herkes için demokrasiyi savunmaktadırlar. “Erdoğan yasası”na karşı seslerinin çıktığını duymadık. Halbuki ortaya çıkıp militanca savunma yapabilirlerdi. Kitlelerinin az olması önemli değildir, önemli olan iyi gerekçelendirilmiş bir taleple sesini duyurmaktır.
Değişik gerekçelerle yapmıyorlar. Çağrı yapsalar küçük kitlelerinin önemli bölümü de buna uymayacaktır.
Bu ve benzeri çok sayıda örneğe bakarak göçmenler için politika yaptığını iddia edenlerin epeyce geç kalmış olarak da olsa düşünmelerinde yarar bulunuyor. Biliyorum, “göçmen politikası” çok sayıda kişi için ekmek kapısıdır. Ekmek kapısı derken bunu geniş anlamda belirtiyorum. Bu ülkede “göçmeniz, eziliyoruz”dan başka söylenecek sözünüz yoksa, daha geniş kapsamlı politika da yapamazsınız.
Yıllardan beri göçmenlerin bu toplumun insanı olduğunu savunan ama bu toplumda tek sorun sanki göçmenlermiş gibi de başka konuda söz söyleyebilecek ne ilgisi ne de bilgisi bulunmayan insanlar karşısındayız. Bu durumda göçmenlik konusu “ekmek kapısı” oluyor. Başka konuda konuşabilmek mümkün değil çünkü…
Aslında bu konuda bile konuşabilmek zor çünkü en azından küresel göçmenlik sosyolojisinin bilinmesi gerekiyor. Bu teorinin hibrid ya da melez kimlik belirlemesi bilindiğinde, “Türkiye kökenliler neden Almanya’da daha sol Türkiye’de ise tümüyle sağ partileri tercih ediyorlar” gibi bir soru da sorulmaz.
Bölünmüş politik kimlik daha öncesinde de bulunuyor.
1980’li yıllarda Fransa’nın Metz bölgesinde MHP yandaşı dernekler örgütlüydü. Bu alanda yapılan politik tercihle ilgili bir araştırma şöyle bir sonucu ortaya çıkarmıştı:
MHP’lilerin Türkiye’deki bir seçimde kimi seçecekleri belliydi. Fransa seçimlerinde oy kullanma hakları bulunsaydı, PCF’yi (Fransız Komünist Partisi) seçerlerdi.
Gerekçeleri şöyleydi: Bu parti göçmenlerin haklarını daha iyi savunuyor.
Otuz yıl sonra durum biraz değişti, kişiler yaşadıkları ülkenin vatandaşı olunca politik tercihleri de geçmişe göre homojenleşti ama bölünmüş politik kimlik halen önemli oranda varlığını sürdürüyor.
Göçmenler politik olarak sınıfsal bölünmeden daha önce ayrışmıştı. MHP’lisi de, İslamcının her çeşidi de göçmen; öyle değil mi?
Sendikaların politik görüşü nasıl olursa olsun her işçinin hakkını savunması gibi göçmenler için de benzeri bir yaklaşım söz konusu olabilir. Hiç etkili olmayacaktır, çünkü göçmenler sınıfsal bölünmeden daha da ağır olan politik bölünmeyi geldikleri günden beri yaşamaktadır.
Yine de olabilir…
Sol görüşlü olanların ise kendilerini en azından “sol göçmen” olarak tanımlaması ve konuyla ilgili taleplerinde de diğerlerinden ayrışabilmesi gerekir.
“Göçmenler bölünmesin” gibi dayanaksız söylemde bulunmamak gerekir.
Ne zaman bir olmuşlardı ki, şimdi bölünecekler?
Yine de tersi savunulabilir tabii, ama o zaman da sol göçmen derneklerinin önemli bir kitleyi temsil eden islamcı ve hatta MHP yönelimli göçmen dernekleriyle ortak faaliyet göstermesi beklenir.
Onlar da göçmen, öyle değil mi?
Taleplerin bir bölümü de mutlaka ortaktır.
“Olmaz öyle şey!” diyorsanız, kullanılan göçmen söylemine dikkat edilmesi gerekir.