Shakespeare’in trajik figürü Macbeth’i bilmeyen yoktur herhalde. Hikâyede üç cadının kehanetine inanan Macbeth, vizyonunu gerçekleştirmek isterken hata üzerine hata yapar. Her yeni hata, bir öncekinin üstünü örtmek için yapılır. Macbeth cinayet işler, işletir, yalan söyler ve paranoyik bir durumda etrafının düşmanlarla çevrili olduğuna inanır. Durumu çaresizleştikçe, daha fazla hata yapar ve sonunda »yürüyen« Birman Ormanı’nından çıkan Macduff tarafından öldürülür.
Shakespeare’in bu eserini yorumlayanlar, yazarın iktidar hırsı ve egemenlerin karaktersizliğine yönelik eleştirisini ön plana çıkartıyorlar. Gerçekten de Shakespeare, Macbeth’i kendisine büyük gelen kıyafetler içerisine sokarak, kibrini ve iktidar hırsını ince bir alayla eleştirir.
»Ortadoğu’da Adil Bir Barış İçin Yahudi Sesi« adlı örgütün üyesi Edith Lutz geçenlerde kaleme aldığı »Macbeth ile çöküş« başlıklı makalesinde, İsrail’in de aynı Macbeth gibi kendi kendisini felakete sürüklediğini vurguluyor.
Makaleyi okuyunca bu mecazın aynen Türkiye için de uyduğunu düşündüm. Zaten bölgenin »ikiz devletleri« olan İsrail ve Türkiye’nin »hikâyeleri« de birbirine benziyor – özellikle militarizmleri, Batı’ya bağımlılıkları ve apartheid uygulamaları ile...
»Bibi« Netanyahu da, ABD ile olan tüm ortaklığına rağmen Obama yönetimine kafa tutmakta, ABD’ni İran ile savaşa zorlamakta ve ABD’nin bölgedeki stratejik hedeflerinin ötesinde siyasî adımlar atmakta. Yani İsrail, ABD’nin salt taşeronu olmadığını, İsrail sermayesinin çıkarlarını korumak için kendi siyasetini geliştirdiği göstermektedir.
Bu açıdan bakıldığında başbakan Erdoğan ile İsrailli meslekdaşı arasındaki büyük benzerlikler görülebilir. ABD ve NATO’yu Suriye ile savaşa zorlayan Erdoğan da ülkesinin sadece taşeron olmadığını, Türk sermayesinin çıkarlarının »bölge gücü« olup, emperyal düzenin çeperinde konumlanarak korunacağını, iç ve dış siyasetinin bu çıkarların korunması çerçevesinde biçimlendiğini kanıtlıyor. Aynı zamanda o Türk liberalleri tarafından çok övülen demokratlığının, milliyetçi-militarist-sağ popülist sınırlar içerisinde kaldığını da...
Ancak aralarında büyük farkların olduğunu da vurgulamak gerekiyor. Bir kere gerek ABD’nde, gerekse de Avrupa’da çok güçlü bir İsrail lobisi var. İster Demokrat, ister Cumhuriyetçi olsun – hiç bir ABD başkanı bu lobiye rağmen Ortadoğu siyaseti geliştiremez. En fazla, aynen Obama Yönetimi’nin yaptığı gibi, İsrail’e verilen siyasî desteği azaltabilir. Ki, o azalma da, İsrailli yerleşimciler konusu gibi dar alanlarda olabilir. Almanya gibi Avrupa ülkelerinde »İsrailin korunmasının« değişmez devlet aklı olduğunu saymıyorum bile.
Türkiye’nin Batı’da böylesine güçlü bir destekten mahrum kaldığı herkece malum. Peki, AKP Hükümetinin sırtını son zamanlarda daha güçlü bir biçimde Suudî Arabistan ve Katar’ın Petro-Dolarlarına dayaması, İsrail’in Batı’dan gördüğü destek kadar güçlü bir destek sayılabilir mi? Hiç sanmıyorum.
Suudîler ve Katar Emiri örneğin Suriye konusunda Erdoğan’a sonuna kadar destek çıksalar bile, olası bir savaş durumunda Türkiye’yi içine düşebileceği kanlı girdaptan koruyabilecekler mi? Suudî Arabistan ve Katar çatışma bölgesinin uzağında, etnik ve mezhep savaşından muaf kalacaklar. Ama ya Türkiye? Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in rakamlarına göre bu yıl 33,5 Milyar Lira’yı bulacak olan bütçe açığına, ilk 9 aydaki savunma (!) giderlerinin 13 Milyar Lira’ya ulaşmasına ve Ortadoğu’ya yönelik ihracattaki devasa gerileyişe bakılınca, yürütülen Suriye siyasetinin Türkiye’ye daha nelere mal olacağını öngörmek çok kolay olacak.
Peki, Erdoğan bunu göremiyor mu? Elbette görüyor, ama yaptığı hataları bertaraf etmek için hata üzerine hatalar yapmaya, hırçınlaşarak AB’ne ve BM Güvenlik Konseyi’ne dahi kafa tutmaya devam ediyor. Bu durumda mecaza başvurursak eğer: Suudîler ve Körfez ülkeleri kehanette bulunan cadılara, Erdoğan da Macbeth’e benzemiyor mu?
Ne demişler: Kibir düşüşten önce gelir ve kötü arkadaş adamı kör eder. Türkiye egemenlerinin gözlerinin açılmasını, ülkenin güvenli geleceğinin Kürdistan barışından geçtiğini görmelerini dilemek, bölgedeki tüm halkların hayrına olacak.
***
Türkiye hapishanelerindeki açlık grevleri Türkiye kamuoyunun vicdanına sesleniyor. Liberaller, demokratlar ses çıkarınız. Sustukca, olası her ölümde sorumluluğunuz olacaktır!
20 Ekim 2012