Konumuz "Edebiyatın Direnişi"... Dikkat edin, "Direniş Edebiyatı" değil. Zira "Direniş Edebiyatı" yüzyıllardır yaratılıyor ve hakkında yazılıyor. Ama "Edebiyatın Direnişi" hakkında çok yazılmadı.
Peki, ne demek "Edebiyatın Direnişi" Sadece Edebiyatçının (sanatçının) direnişinden söz etmiyoruz burada. Bir sosyal bilimin – sanat disiplinin neoliberal çağda yok edilmeye çalışılması ya da iğdiş edilmesi konumuz. Tabi bu konu iki sayfaya sığmaz. Bu nedenle ben "yeni akımlar – deneysel sanat -edebiyat" adı altında yapılan olumlu - olumsuz örnekler üzerinde durmayacağım. Neo-liberal politikaların sanattaki yansımalarını irdeleyeceğim. Sorular soracağım. Yanıtları sorgulayacağım. Dün muhalif sanatçıları-edebiyatçıları fiziki olarak –hapse atarak, katlederek- imha eden egemenler bu gün farklı yöntemlerle edebiyatı-sanatı "muhalif" kimliğinden soyuyorlar. Oysa "sanat doğası gereği muhaliftir". İşte Yeni Dünya Düzeni'nin ideologları da bunu bildiğinden sanatçılara "muhalif olmayı değil muhalif görünmeyi" salık veriyor. "Sadece banka yayınevimizde, bizim bienallerimizde, bizim salonlarımızda, gazete ve dergilerimizde muhalif olmanıza izin var" deniyor.
Özetle söylenen şu: "Yeter ki halka açılmayın. Sokaklara çıkmayın. Roboski'yi, Suruç'u, Ankara'yı yok sayın. Filistin hakkında yazın ama Kürtler hakkında yazmayın. Fabrikalardaki grevlere destek olmayın. Nükleer santralleri, HES'leri eleştirmeyin. Ruhani meselelerle uğraşın."
"Sanat biçimlendirmedir."
Bir nesneyi ya da sözcükleri ters çevirip, estetize ederek "bakın böyle de bakılabilir" dediğiniz an o nesne(ler) yahut sözcükler "ete kemiğe bürünür, sanat olarak görünür." Burada kastettiğim "emek" faktörüdür. Peri Bacaları doğa harikasıdır. Ama insan eliyle-emeği ile yaratılmadığı için "sanat" diyemiyoruz. Bu anlamda sanatta insan emeği olmazsa olmazdır. Peki bu insan emeği her zaman sanata evriliyor mu. Hayır. Yeni yazmaya, çizmeye, yontmaya başlayan sanatçılar için değil saptamam. Onların emeklemelerini anlayabiliyoruz. Tabi istisnalar olabiliyor. Konumuz rüştünü ispat eden "sanatçıların- edebiyatçıların" savrulmaları. Bienallerde kerli felli kadın ve erkeklerin "sanat" adına sundukları ve bu sunulara büyük sermayenin destek sunmasının nedeni.
Ciddiyeti ile bilinen Ali Artun da dayanamamış bu konularda ağır bir yazı kaleme almıştı. "
Anne Ben Hıyar mıyım" adlı yazıdan bir bölüm paylaşıyorum:
"Tarihsel ve estetik bütün normların silindiği bir döneme özgü sergiler olmalarına rağmen, piyasanın işletme modellerine göre işleyen bienallerin ömrünü doldurdukça her açıldıkları metropolde birbirini tekrarlayan tekdüze, bıktıran-usandıran gösterilere dönüştüğü biliniyor. Bu durumun yarattığı patoloji (marazi hal-daralma duygusu), 13. İstanbul Bienali'nde iyice tırmanıyor. Örneğin, artık kimsenin izlemeye sabrının yetmediği video sanatı gösterileri. Hito Steyerl'in "Müze Bir Fabrika mıdır?" makalesinde "beyaz küplerin siyah kutuları" dediği odalarda gösterilen, bölük-pörçük izlenen ve sonunda hiçbir anlam ifade etmeyen binlerce imge. Video ifratının yarattığı anlamsızlığın en uç örneği 11. Documenta'da yaşanmış: bu sergide, bir izleyicinin Documenta'nın açık olduğu 100 gün içinde izleyebileceğinden daha çok video sunulmuş. Videoların realizmi, aslında bienalin tamamına egemen olan estetiğin bir yansıması. Bunun 13. Bienal'deki en vahim örneği ise, Garanti Bankası'nın galerisi olan Salt'ın girişine yerleştirilen direniş çadırı enstalasyonu. (...)Son dönem bütün İstanbul bienallerini dolduran ve çok-kültürlülüğü kutsayan işler 13. Bienal'de de eksik değil. Oysa bu neoliberal politikalar çoktan geride kaldı. Artık Angela Merkel ve David Cameron gibi Avrupa egemenleri bile, Žižek'in çok önceleri açıkladığı gibi, çok-kültürlülüğün ırkçılığı beslediğini düşünüyor. (...) Bienal'in perde arkasını oluşturan sanat piyasasının egemenleri arası bağlantılar, şirketlerle sanat kurumları arasındaki temaslar ve alım-satımlar, kuşkusuz uluorta cereyan etmiyor. Daha ziyade, kültürü özelleştiren ve sanatı finansallaştıran şirket yöneticilerinin malikânelerinde verdikleri şaşaalı davetlerde kotarılıyor." (25/9/2013 / skopbülten / Ali Artun)
Özetle Ali Artun, "kral çıplak" demiş. Yazının bütününü okumanızı önererek devam ediyorum sorgulamaya. Edebiyatın Direnememesinin en önemli nedeni, egemenlerin uysal edebiyatçı istemeleridir. Hatta tekelci sermaye kimi zaman muhalif edebiyatçılara (sanatçılara da) ödüller dağıtıp, kitaplarını yayınlayıp onları da ehlileştirmeyi denemektedir. Tabi sözünü ettiğim edebiyatçılar onlara rağmen var olan, eserleri sınırları aşan isimlerdir. Nazım Hikmet'in tüm telif haklarının Yapı Kredi Yayınları (bankası) tarafından satın alınması önemli bir örnektir. "Y.K.Y." ilk iş olarak Nazım'ı sansüre uğratmış, sosyal paylaşım ağlarında şiirlerinin yayınlanmasını yasaklamaya girişmiştir. Gelen tepkiler üzerine geri adım atmıştır.
Edebiyatın- sanatın önündeki engellerden biri de "Telif hakkı" yasasıdır.
Telif Hakkı yasası sanatçıyı – okuru korumuyor. Sermayenin çıkarını kolluyor. Öyle ki internet üzerinden bile "paylaşmayı" yasaklamayı hedefliyor. Dönem dönem de Y.K.Y.'nın yaptığı gibi "yasaklama" girişimleri görülüyor. Konuya başka bir örnek vereyim: " Dünyanın en büyük sosyalleşme sitelerinden MySpace ve Last FM MÜYAP'n şikayeti üzerine 19 Eylül'de erişime kapatıldı. Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) örgütü, MySpace sitesinin tamamına Türkiye'de erişim yasağı getirilmesini kınadı; "Telif hakkına sahip çıkarken ifade özgürlüğü hakkı engellenemez" dedi. (...)Tabi konu burada kalmadı. Kapanmadı. MySpace ve Last FM kullanıcıları sitelerin erişime kapatılmasına karşı harekete geçtiler. Sosyalleşme sitesi Friendfeed'de bir araya gelenler MÜYAP'a "Özgür müziğe dokunma" yazan kapakların içine yerleştirdikleri boş CD'leri yollayacaklarını bildirdiler." (Paris - BİA Haber Merkezi 24 Eylül 2009)
Peki Sanatçı duyarlılığı nedir?
Bir sanatçı beste veya resim yaparken, heykel yontup, fotoğraf çekerken, aşkına şiir yazarken; parayı veya aynı anlama gelecek telif hakkını düşünmez. Sanatçı öncelikle egosunu tatmin için eser yaratır. Paylaşılmak, izlenmek, onanmak, ego tatmini zaten yaratılan eser için bir ödüldür. Karşılıktır. (Kimi sanatçıların ücret karşılığı sipariş üzerine yaptığı çalışmalar, ders kitapları yazanlar veya 'evet ben bu işi para için yapıyorum' diyenler konumuz dışıdır.) Telif Hakkı yasası ise, kültürün endüstrileştirildiği, sanatın metalaştırıldığı dünyada sanatçıların da eserleriyle birlikte alınıp satılabileceği, kirli banka sermayesiyle kurulan yayınevleri arasında 'transfer' edilebileceği anlamına gelmektedir.
Sosyal paylaşım ağlarının rolü
Bu konuda sözü kısa bir süre önce kaybettiğimiz Dr. Özgür Uçkan'a bırakıyorum:
"İnternet halka açılalı beri, askerin elinden çıkıp, sivil dünyaya geçtikten sonra çok hızlı bir şekilde gelişti. (...) Şu anda dünya nüfusunun yarısı internet kullanıyor. (...) İnternet aslında başından beri sadece sosyalleşme aracı değil. Bir muhalefet aracı, örgütlenme aracı. Bunun ilk örneklerini biz, Dünya Ticaret Örgütü'nün 1998'de Seattle'daki toplantısında, küreselleşme karşıtı hareketlerin patlama yaptığı dönemde gördük. Göstericiler sadece telefon ve internet üzerinden organize oldular. Filipinlerde devlet başkanı gitsin diye bir milyon SMS gönderildi. Bu eylem dünyanın en büyük elektronik eylemi olarak tarihe geçti. Zapatistalar bunu çok yerinde kullandılar. Milislerin yaptığı köylü katliamlarını internet üzerinden haber yaptıkları için, birkaç saat içinde Meksika hükümeti özür dileyip milisleri yakalamak zorunda kaldı."
Özgür Uçkan'ın belirttiği gibi İnternetin yararları yok sayılamaz. Teknolojik gelişmeye arkaik düşünce silsilesiyle karşı duracak değilim. En başta iletişim sorunu olan insanlar internet sayesinde dış dünyaya açıldı. "Gerçekler" tekel olmaktan çıktığı gibi sorgulanmaya başlandı. Derken sokak muhalefeti, eylem çağrıları ve örgütlenme bu ağlar sayesinde kolaylaştı. Tabii arada ego tatmincileri, yalancı peygamberler, sahtekâr "hoca"lar da bu ağlardan yararlandıysa da, "yararı" zararından fazla demek durumundayız. Sosyal paylaşım ağları Edebiyata da nefes aldırdı. Ara sıra "paylaşım yağmuru" arasında kaybolsalar da muhalif-direnen edebiyat örnekleri okuyucuyla buluşabiliyor. Örneğin benim ilk tercihim "basılı dergi ve gazeteler" olsa da, yayınlanan yazımı kaynakça gösterip sosyal paylaşım ağlarında da sunuyorum. Kimi zaman sözünü ettiğim dergi veya gazetelerden daha çok okuyucuya ulaştığını görebiliyorum. İşte bu nedenlerle Türkiye'de hükümet, iki de bir Facebook, Twetter v.d. "yasaklansın" diye feryat ediyor.
Son söz: Kapitalist sistem havayı, suyu, dağları, denizleri olduğu gibi sanatı da satışa çıkarmaktadır. Bu gidişe dur denmezse yakında gerçekleri yazmak suç sayılacak, ses, söz, mısra, ıslık çalmak ve âşık olmak da vergiye tabi olacaktır.
Kaynakça: PolitikART, 11 Kasım 2015