DAYANIŞMA ÇADIRINDA

Belki de artık son “Dayanışma Çadırları”na tanıklık yapabileceğimiz günlerdeyiz. Hem de daha fazlasına ihiyaç olabilecek bir asırda! Bilemiyorum. Yasaklar arttıkça artıyor buralarda da!

Dayanışma Çadırları’nda geceler ilginçtir. Küçük bir komün hayatı minyatürüdür çadır emekçilerinin çabalarıyla gerçekleştirilen.

Karanlık basınca; partiler-kurumlar basın açıklamalarını sunup gidince, işten okuldan eve dönüş trafikleri de bitince asıl çadır paylaşımları başlar. Hele de kışsa...

Akşam olur. Öğlen ne yemek yendiğinin bile hatırlanamadığı iş yoğunlukları geride kalmıştır. Neredeyse çeyrek asır önce, kolunu, bacağını, gözünü kaybetmiş olanlar, kalemi-düşüncesi bu mücadeleye dokunmuş olanlar: Hessen eyaletinin dört bir yanından insanlar akar dayanışmaya. Anıların dökülebileceği bir sakinlik çökmüştür artık şehre. Önceki çadırlar yadedilir. Daha da gerilere akmaya başlar hızla zaman. Şöyle gelenler, köylerindeki karlı kış günlerini yadederler. Böyle gelenler, kaçak gecelerini. Öyle gelenler, ıssız yolculuklarını...

Anadolu-Mezopotamya topraklarının yığınla hikayesini, ilk kez direk ağızlardan dinlediğim yerler olmuştu; şehrin tam göbeğinde, Giessen belediye binasının kapısının hemen önünde kurulan bu çadırlar. Kürt olmayan sayısız insanın, nasıl olup da ortak dil olarak Kürtçe konuştuğuna bu çadırlarda doğallığıyla tanıklık etmiştik. Şimdi yine bu zengin, muazzam, inanılmaz güzel mozaik içerisindeyiz.

Belki de artık bu çadırlara son tanıklık edişimiz.

İlk akşam durgundur, biraz soğuktur Dayanışma Çadırları. İkinci gün gece öyle bir ısınır ki, evine gitmek istemeyenler artar...

İkinci gün akşam çadıra adım atarken, çadırlarımızın yiğit delikanlısını aradı gözlerim umutla. Ah, nihayet, geldi!!! Giriverdi kollarında desteklerle içeri! “Beni de götürün, arabadan inince kollarıma girersiniz, yürürüm” demiş. 90 yaşı devirmesine az kalan Süryani Yakup amca, Ermeni eşi Koçeri teyzeyle geldi! Ermeni Katliamı’nın 100. yıldönümünde, ilk kez Açlık Grevi’ne katılamadığı çadır günlerindeydik. Gözleri dolmuştu “artık sen nöbeti bize bırak” dendiğinde. Öyle böyle değil, çok zoruna gitmişti, kahrolmuştu. Temsilen grev önlüğünü kendisine de giydirdiklerinde, duyduğu onurdan yerinde duramayıp akıvermişti dolan göz yaşları.

Geldi! Hemen dizinin dibine çöküverdim. “Sizin kırılarak-kaçarak yaşadığınız çocukluğunuz, kaçarak geçirdiğiniz gençliğiniz, ne olacak bu dünya...” deyiverdim sıkıca ellerini tutup, onu yormamaya çalışarak. Sorulmasını bekliyormuşçasına bir saniye bile düşünmedi: “Dünya böyledir, zalimler de işte böyledir. Daha da kötü olacak her şey. Daha daha kötü. Çarklar çoktaaaan tersine döndü bir kere. Her şey tepetaklak olacak. Sonra yeni bebeler daha iyisini arayıp bulacak. Dünya böyledir. Zulüm varsa çarklar hiç, hiç, hiç düz gitmez. İşte bu böyledir, hep böyledir” dedi. Pat diye sustu. Daldı derin derin. Katliamdan kaç zaman sonra dahi, toprağın altına kardan merdivenler örüşlerini, sığınaklarını, eşiyle birlikte sağ-öksüz kalan çocukların yedi haneye istiflendiği bir Kürt köyünde büyüdüklerini; bunları anlatmaya başladı yeniden.

Geçtiğimiz yıllarda kızı vurulan bir Kürt teyze yanımıza fırladı emekleyerek. Okuma yazması yok, ama ne zaman ağzını açsa benim ancak kitaplardan öğrendiklerimi anlatır. Ve anlattıkları abartısız tıpkı kitaplarda yazılanlar gibidir. Sımsıkı kucaklayıp onu, ilk kez şunu sordum: “Sormamı ayıpsamazsan, sen kaç yaşındasın. Nereden öğrendin bütün bunları?”. Elini havaya savurup savurup durdu ve derin bir of çekti. İçten ağlıyor derler ya, tam öyle içinden ağladı: “Bir dert yer adamı, bir de yokluk. Dert ve yokluk görmeyen yaşlanmaz. Dert dediysem aha şu etraftaki dertleri anlama haaa! Yokluk dediysem de etraftakileri anlama! Bizim derdimiz de, yokluğumuz da bitmedi. Aha köyümüzdeeeen, buralaraaaa; bitmedi de bitmedi. Bitmedi de bitmedi! Ölenimize ağlasak booooş, düğünümüze oynasak boooş. Ağlamayı gülmeyi karıştır hele! Ölmeyi yaşamayı karıştır hele! İşte böyleyiz biz. 60 yaşındayım, bunun kırkını sen yollarda say. E geri zekalı değilim ya, gezdiiiim dinlediiiim, sorduuuum öğrendiiiim... Aha bi de çektiklerimizi koy sen üstüne... Daha bu ne ki, daha çekeceklerimizi de. Gidin deseler gidecek yerimiz yok, artık gerçekten yok. Kalıyoruz, her gün ciğer acısıyla... Kaçıncı Afrin bu bizde. Amma ki bu başkadır. Toprakları tertemiz edip Kürtsüz toprak yapacaklar. Her şeyi biliriz biz. Amerika mı bayrak dikecek oraya. Diksin. Biz farkındayız her şeyin, sen bakma bu halimize. Biliriz her şeyi; bilince dertte bitmez, yoklukta... ”.

Bir kaç saat geçti aradan. Yaşlılar, işe gidecek olanlar kalktılar. Sabah vardiyası olanlardan bazıları kıpırdamadılar. “Uykusu batsın, buradan gidilmiyorki” dediler. Teorik sohbetlerin ortasına nasırlı bir el uzandı. Betimleme yapmıyorum, kocaman nasırlı bir el kalktı havaya. Kürt teyzenin eşi! “Hele durun durun. Biz burada ne kadar havanda su döversek dövelim. Yoğurtla pekmez karıştı bir kere. Daha kimse ayıramaz. O topraklarda halklar yoğurtla pekmez gibi karıştı. Biz kendi gözümüzle gördük. Vursalar da kırsalar da yeni bebelerdeki kanları saf yapamazlar hele. Kan akan toprak susar, susar susar susar. Amma ki, illa ki, bir gün konuşur. Susar susar susar. Amma ki, illa ki, bir gün bom diye yeniden patlar. Aha bizim tek umudumuz budur...” dedi. O fırlayan eli düştü, sustu...

Bir Alman arkadaş adım atıverdi içeriye. Kürtçe de bilir Türkçe de. Süryani arkadaşlar Almanca konuşmaya başladılar onunla. “O her dili bilir, istediğinizi konuşun” dedim. Süryani bir ermişimiz var. Her şeye derin bir mizah da uydurur. “Süryanice bilmez ama, bahse bile girerim hemen, hadi çabuk ama, hemen” deyiverdi. Döndü; “Süryanice bilir misin” deyiverdi. Alman arkadaş da kırık Türkçe’yle, çok büyük bir ciddiyetle Süryanileri de tanıdığını, dillerini neden bilmediğini detaylıca anlatmaya koyuldu. Çadırda kocaman bir kahkaha koptu. “Ya inanmıyorum ya, çadıra küt diye giren Alman’a bile felsefe yaptırdın, gerçekten inanmıyorum” deyip durdum. Çok gezmiş, çok görmüş, çok yaşamış: “Biz yoktuk. Yok edildik. Yeniden doğup yürümeye başladık. İşte o yürüme anında neler öğrendik bir bilsen. Yaş altmışa geliyor, ben bile şaşırıyorum bu zihnin derinliklerinden doğum heyecanıyla fışkıranlara. Benim mizahım değil bu. Bizim halkın doğumu. Kendi dilimizle konuştuğumuzda görsen sen bizi. Biz kendimizden patlayanlara şaşırır haldeyiz daha” diye anlatmaya başladı Süryanileri.

Yeni gelen bir mülteci, sabah 5 vardiyasında çalışmış olan bir işçi, gece vardiyasında kalmış bir hasta bakıcı, sabahın köründe temizliğe gidecek olan bir teyze... Bunların hepsi ikinci günün gece sıcaklığını bırakıp terkedemediler çadırı.

“Akşam erken iner mapushaneye...” diye mısralar çınlattık, “dövüşenler var bu havalarda, el ayak buz kesmiş yürek cehennem...” dedikçe ısındık. “Ya 60’lı yıllarda olsaydık Vietnam derdik. Afrin de Vietnam gibi mücadele veriyor. Ama 60’lı yıllarda değiliz. Kimse ne olduğunu görmeden bakıp geçiyor” diye of çekti birisi... başka tarihsel eklemeler yaptı diğeri...

Yine Süryani bir terzi pat yok oldu kaşla göz arasında. Bir saat kadar sonra döndü. Arta kalan bezlerden kum torbaları dikip getirmiş! İki arada bir derede nasıl organize ettiler bilmiyorum, jet hızıyla torbalara kum doldurup çadırın kenarlarına dizdiler. Çadır, evler kadar sıcak oldu. Gözleri ışıl ışıldı bulduğu çözümden. Ne kadar acı günlerden geçersek geçelim, memleketteki gençliklerini hatırlamak hep coşturur onları. Bu anı yakalamışlıkla sordum yine aklıma takılanları: “17 yaşında, tam askerlik çağımda vize verildi bana. Benim kuşağıma da. Hıristiyanlar Hıristiyanlar’a resmen satıldı. Biz farkında değildik ama satıldık. Açıkça sattılar. E ne oldu, kim ne kazandı? Bindiği dalı kesen gün yüzü görmez. Sonra bir bakar ki ağacında dal kalmamış. Bize de sabırla ayakta kalmak düştü. Kaldık sabırla ayakta. Unutmadık olanları, unutturmadık. Dilimizi, dinimizi, tarihimizi çocuklarımıza taşıdık. Kendimizden geçtik, gelecek nesilleri düşündük...”.

Zamanın hızının frenlendiği, atomize edildiğimiz bu çağda yeniden kucaklaşabilme imkanı bulabildiğimiz, yüzlerce insanın ziyaret ettiği; küçük bir komün hayatı minyatürü bir Dayanışma Çadırı’nı arkamızda bıraktık bu yıl da. Mühendisi, doktoru, işçisi, öğrencisi,

yazarı, okuyamayan-yazamayanı, Kürdü, Türkü, Ermenisi, Almanı, Süryanisi, Alevisi, Sunnisi, Ezidisi... sınırsız ve sınıfsız bir toplum hayal ettik bu anlarda...

Yerlilerden yabancılara; çok büyük bir kalabalığın, muazzam bir çeşitliliğin yürüyüşüyle taçlandı bu Çadır da. Hepimiz Afrin dedik, hepimiz insanlara yönelen silahlarla sarsıldık, orada olanların acısıyla birbirimize daha yoğun bir sevgiyle sarıldık...

Yürüyüş bitti. Her şey toparlandı, herkes dağıldı. “Keşke hiç kurulması gerekmese bu çadırların. Ama eskisinden daha da fazla gerekecek. Ve belki de işte böylesi bir zamanda tümden yasaklanacak” diye hayıflanarak, başka ülkelere yol alıyormuşçasına sımsıkı kucaklaştık onlarca insanla. Ve dağıldık...