Darbe teşebbüsü, demokratik sol kesimler tarafından başlangıçta oldukça tereddüt ve endişeyle karşılandı. Ne de olsa, çatışma devleti ABD desteğiyle ele geçiren, fanatizmden beslenen iki gerici islami grup arasında yaşanıyordu. Ancak yasal sol partilerin atıl kalması, ilk günde olmasa bile akabinde sokağa çıkabilselerdi, Darbeyi, Erdoğan ve AKP`yi tehşir edebilselerdi, demokratik halk birliği için bir çağrıda bulunsaydılar, faşist gerici ittifak kitleler üzerinde bu denli etkili olamayabilirdi.
Darbe teşebbüsüne, Cemaate tavır alma adı altında, Barış bildirisini imzalayan akademisyenler, Eigitim-Sen'in üyesi eğitimcilerin ihraç edilmesi, basın üzerindeki ağır baskılar, gazetelerin (Özgür Güdem'in ) kapatılması, yargıda demokrat hakim ve savcıların göz altına alınması ve tutuklanması, eski suç ortaklarını değil, demokrasi güçlerini hedeflenmış, demokratik muhalefet ve muhalifler üzerinde baskı kurmaya çalışarak tasfiyeyi amaçlamaktadır.
Tayyib, darbenin kimler tarafından tertiplendiğini aşağı yukarı bildiği için tavır almakta gecikmedi. Ancak darbenin çapını, büyüklüğünü ve yaratacığı etkiyi bilmediği için Ankara'ya ulaştığında bu darbeyi kendisi için“Allah'ın Lütfu” şeklinde değerlendirmesi, önceden planlanması yapılmış tasfiyeyi engelsiz sonuçlandırabileceği ve kendi ifadesiyle ”temizliğe” başlanabileceğini söylemek iştemiştir.
Yüksek Askeri Şura'da (YAŞ), kimlerin TSK da ihraç edileceği, bunların sayılarının ne kadar olacağı çok aleni bir şekilde konuşuluyor ve üzerine yorumların yapılıyor olması ve darbe teşebbüsünün deşifre olması, darbecilerin bu büyük ve kapsamlı tasfiyeden önce harekete geçmelerinde önemli etken ve rol oynamış olabilir. Bu yüzden, sonuç alıcı, başarılı bir darbe teşebbüsü olmadığı elbetteki Tayyib tarafından da tahmin ediliyordu.
Bu kalkışmanın,YAŞ öncesi TSK da kurulan ittifak ile geri ”püskürtülmüş” olması, en fazla avantaj elde eden, ipleri ele geçiren de Tayyip Erdoğan olmuştur. Devleti 40 yılı aşkın bir süredir ele geçirmeye çalışan Cemaat, o günden bu yana,devlet ile uyumlu olmaya çalışmış, kendisine havale edilen işleri başarıyla yerine getirmiş, AKP döneminde ise önemli mevziler elde etmiştir. Ancak devlet içinde AKP ile girdiği güç ve iktidar savaşında,yolları ayrılınca, çatışmanın şiddetlenmesiyle tarihinin en büyük darbesini de almış oldu.
Darbe, Cemaat mensuplarıyla, iktidarda bulunan Erdoğan ve AKP gerici faşist rejimi ile temsil edilen siyasi islam, iki islamcı zihniyet arasında birbiriyle kapışması ve tezgahlanan 15 Temmuz darbe teşebbüsü, 12 Eylül 2010 Referandumu ile devlet üzerinde sağlanan gerici faşist koalisyonun bozulması, devlet içinde tahkim edilmiş bu gerici ittifakın karşılıklı birbirlerini tasfiye etmek için giriştikleri çatışmanın bir sonucu olarak gerçekleşti.
Bu refarandum ile devlet iktidarını ele geçiren AKP ve Cemaat, göreceli tarafsız görünen Yargı üzerinde AKP ve Cemaat hakımiyet kurmasıyla ve bu hakımiyete muhalefet eden Kılıçdaroğlu ve CHP'nin gerçekleşen askeri darbe teşebbüsünün ardından takip eden süreçte CHP ve Kılıçdaroğlu'nun izlediği siyaseti ve bu siysetin Erdoğan - AKP'nin etkisine girmesiyle bir kez daha CHP'nin bugününü ve geçmişini sorgulamayı gerekli kılmaktadır.
Kısaca CHP, Anadolu ve Rumeli Müdaffa-i Hukuk Cemiyeti`nin partiye dönüşmesiyle oluştu. Bu dönemde CHP toplumsal kesimleri temsil etmediği gibi demokratik özede sahip değildir. Cumhuriyetin ilanın hemen ardında, rejimin niteliği ne olacağı konusunda farklı düşünceye sahip olan muhalif ve muhalefetin oluşturduğu grubun başını çeken Hüseyin Avni, Ali Şükrü vs. M. Kemal tarafından kısa bir sonra tasfiye edilir. Bu nedenle,CHP daha oluşum sürecinde demokratik kimliğe sahip olmadığı gibi ulus şövenizmi esas alan ulus-devletci otoriter bir parti olarak kuruluş tarihi itibarıyla düşünce ve fikir özgürlüğünden yana bir parti olmadı.
Bu açmaz, siyasettin kördüğüme dönüşmesine ve toplumun her düzeyde derin bir bunalım yaşamasına ve içine girmesinde belirleyici oldu. Bilindiği gibi Avrupa'da sosyal demokrat partiler işçi partileri olarak doğmuştur ve örgütlü işçi ve emekçi sınıflara dayanırlar. Bu partiler, klasik ve orijinal biçimleriyle evrimci, yasal ve barışcı yollarla kapitalizmde derin toplumsal dönüşümler gerçekleştirmek, hatta sosyalizme geçmek amacını taşımışlardır.
İkinci Dünya Şavaşı'nın hemen akabinde ise sosyalist olmayan, özünü sermaye ile emek arasında uzlaşmaya dayalı olarak geliştirdiği politikanın oluşturduğu dengenin sermaye yönüne kayması sonucu devlet müdahalesini öneren bir reformizmin savunusu içine girmişlerdir. CHP de konjüktüre göre kendisinin“sosyal demokrat “bir parti olduğunu söylemeye çalışmaktadır. Bu söylem açısında bile tutarlılığı olmayan, sosyal demokrat partiler gibi bile bir davranış içinde olmamıştır.
Gerçi sosyal demokrat bir parti gibi davransalar da pek farklı bir şey olmayacaktır. CHP, asker-sivil bürokrasinin çok sınırlı güdük dömüşümünün doğal bir sonucu olarak eski rejimin hakim sınıflarıyla uzlaşma içinde ortaya çıkardığı bu yeni yapı, burjuvaziye hizmet, onun önünü açan, yeni imtiyazlı sınıf ve zümrelerin partisidir. CHP doğası gereği hiç bir zaman sömürülen baskı altına alınan yoksul halk kitlerinin bir partisi olmamıştır. Emekçi halk kitlelerini düzen sınırları içinde tutmak ve bu kitleri bu düzene bağlamak, düzeninin sürekliliğini sağlamak için de kendilerini görevli kabul etmiştir. Dolasıyla sosyal demokrat söylem, CHP için oldukça fazla popülist bir söylemdir. Sosyal demokrasinin en çarpıcı özelliği olan işçilerin/emekçilerin örgütlü sendikal hareketiyle çok yakın organik ilişki içinde örgütlenmiş toplumsal bir örgütlülüğe sahip olmasıdır.
CHP ise sınıf partisi değil, popülist söylem ile toplumun siyasi ve ekonomik bakımdan güçsüz çoğunluğun çıkarlarını savunma ve desteğini kazanma iddasını taşıma adına siyaset yürütüyor olmasıdır. Böyle olunca, sendika başkanlarını partisinde aday göstermesi, onu sosyal demokrat yapmadığı gibi, uzlaşma adına uzlaşabileceği düzenin tüm partileri ile birlikte hareket etmeyi zorunlu kılıyor. Sömürüye, baskıya anti-demokratik uygulamalara karşı çıkmıyor hatta bu baskıların basit bir edevati haline geliyor.
Bu tip partiler kitleleri düzen sınırları içinde düşünmeye, davranmaya yöneltmek için ve bu sınırlar içinde tutmak için yoğun mesai harcarayak mevcut sömürüye ve baskıya hizmet etmektedirler. Bu yapısal kronik hastalıklı hali, AKP`nin CHP`yi politiktasızlaştırdığı şeklinde okuyamayız. HDP`yi AKP ve MHP`nin oylarıyla adeta infazcıların/faşizmin önüne atmasının da bir politikasının olduğunu kabul etmeliyiz. Burada bir örnekle ifade edecek olursak, milletvekilerinin dokunulmazlığını kaldırmak için öylesine uyduruk gerekçeler ileri sürülmüştürki, bu gerekçeleri ileri sürenler bile kendi söylediklerine inanarak söyledikleri bile şüphelidir.
Burjuvazi ve onun temsilcileri, örgütsüz, tepki göstermeyen, düzeni tehdit etmeyen muhalefetsiz bir ortama doğru doludizgin giderken, CHP düzenin ve AKP-Erdoğan'ın imdadına adeta yetişmiştir. Bu partilere burjuva partileri dememizin nedeni, onların burjuvaziye hizmet etmeleridir. Burjuvazi bu partilerin kendi çıkarlarını korumak ve bu çıkarların sürekliliğini sağlamak için kurulmuşlardır. Halkın örgütlülüğü sürekli baskı altındadır ve bu örgütlülük sürekli terörize edilmektedir. Böylece halk yığınlarının örgütlenmesi engellenir ve terörle baskı altına alınır. Amaç, kitlelerde çaresizlik ve umutsuzluk yaratmaktır.
İşte bu sırada, Darbe teşebbüsü ile AKP ve muhalefet uzlaşması tamda bu sürecde üst üste geldi. Demokrat, ilerici ve yurtseverler yine tutuklandı, zindanlara atıldı. Bir çoğu işinden oldu. Mitingleri yasaklandı. Ülkede, faşizm evet bu partiler ile icra ediliyor. Ve ülke bir kez daha karanlığa gömüldü. Zor, şiddet geçer akçe oldu. Eğitim kurumları, gazeteler, basın yayın organları, TV ve radyo her türlü sanat-kültür faaliyetleri, dini kurumlar ve bunlar ile bütünleşen baskı ve şiddet kitlelerin belli bir yönde yönlendirmesine hizmet ediyor. Devlet müessesi nizamı korumak ve kollamak için dalga dalga genişleyen tüm demokratik kesimleri kapsayan bir bastırma ve sindirme politikası izleniyor.
Zira Türkiye tarihinin bu en kapsamlı kitlesel tasfiyesinin temelini 12 Eylül cuntacıların hazırlattığı Anayasasına dayandıpında unutmamak gerekiyor. Kaldı ki, Cemaat ile ilişkilendirilen bu tasfiyenin hiç bir gerçekçi tarafı olmadığı gibi sürekli dayanaksız yalan haberler ile yeni algılar oluşturuluyor. Ve toplumu olabildiğince bunaltıp tepki veremez, itiraz edemez hale getiriliyor. Darbe teşebbüsünün yarattığı korku ve endişe tam bir şok politikasına dönüştügünü gözlemlemek hiç de zor değil.
Toplumun önemli bir kesmi ülkeden darbe olmuş veya olmamış zaten umrunda değil. O kendi dünyasında yaşıyor. Köy, kenar mahalle dedikodusuyla sürekli kendi içinde düşmanlar yaratarak, çatışma ortamı hazırlıyor. Bu ortama kucak açan o kadar çok kalabalıklar varki, insan kendi kendine soramadan edemiyor. Gerçekten de karşılaşılan bu kalablıklar böyle, bir de görülmeyen hiç muhatap olunmyan benzer kalabıklar nasıl diye insan ister istemez merak ediyor. Bu bozulma ve yozlaşma içinde olanlar görüntüye önem veriyorlar. Başkalaşıma uğramış, odukça deforme olmuş bu kalabalıklar gözü kendisinden başka kimseyi görmüyor. Milliyetçi şoven propagandanın etkisine girdikleri söylemeye çalıştıklarıyla hemen kendisini ele veriyor. En basitinde empati dahi yapamıyor ve duyduklarıyla yetiniyorlar. Ve çok özensiz ve dikkatsız bir yaşam sürdürüyorlar. Bu duruma tepki gösteren, rahatsız olan da en fazla kadınlar oluyor.
Gücün baskısına uğramış bu geniş halk kitlelerinin bir müddet daha sinmiş ketum haliyle tepkisiz ve duyarsız kalacağı kesindir. Çünkü güvensizlik her anlamda had safadadır. Bu durumun farkında olan Erdoğan ve AKP sözcüleri aklına gelen her şeyi rahatlıkla telefuz edebiliyorlar. AKP Grup Başkanvekili ”onların partisine – HDP`ye – kayyum atanmalı” şeklinde bir söz sarfetti; açıklamadan bulundu. Meclise kayyum atayınca, elbetteki HDP`de kayyum atamayı düşünebilirler.
Böyle giderse bir müddet sonra sendikalara, meslek kuruluşlarına/odalarına kayyum atansın şeklinde bir şeyler söylerlerse hiç şaşırmamak lazım. Bu Oligarşik devlet yapısının en eski hiç değişmeyen ve çok bilinen bir alışkanlığıdır. Bir dizi değişimler olur hatta iktidarlar degişir ama bu zihniyet hep aynı kalır. Bu zihniyet de kendisinde önceki iktidarlar gibi anti-demokratik despotik bir rejim oluşturarak, ülkeyi tümdem mezar sessizliğine gömerek, herhalde bu AKP taifesi kendisini “biz de demokatız” diye bir yerlere pazarlayamaz. TSK, Ergenekoncular vs. ittifak kurarak muktedir olan Erdoğan ve AKP çoktandır pratikleştirmek isteyip de bir türlü gerçekleştirmediği revanşist zihniyetini fırsat bu fırsattır diyerek, sömürge tipi faşizmi kendini iktidar da tutacak şekilde yeniden güdemleştirmesidir.
Baskıların, katliamların ve vahşetin zirve yaptığı bir dönemde halkın iradesini gasp ederek Belediyelere polis-asker gücüyle işgal edip, pencere ve balkonlara bayrak asmak güç gösterisinin ötesinde faşizme başvurulmasıdır. Ve temel hak ve özgürlüklerin artık tehdit altına girdiği bu Olağanüstü HAL/KHK faşist rejiminin başlangıcı olarak demokratik siyasetin ve demokratik yönetimlerin rehin alınmasıdır. Belediye binalarında sürüklenerek dışarıya atılan, baskıya, saldırıya uğrayan Kürt halkının demokratik iradesinin ve temsilcilerinin düşman hukukuna maruz kalışlarının üzüntüsünü ve kahroluşlarını paylaşmamak elde değil. Bu aynı zamanda bir nsanlık görevidir.
Bu gidişe itiraz edecek ama aynı zamanda demokratik hak ve özgürlükleri talep edecek demokrasi platformunun oluşmasıdır. 12 Eylül 1980 askeri faşist cuntası sonrası yapılan hatalar bir kez daha tekrarlanmalıdır. Erdoğan ve AKP 12 Eylül faşizmin ortamında boy verdi ve toplum derinliklerine nüfuz etti. Demokratik hak ve özgürlükleri savunmadan, demokratik hak ve özgürlükleri gündemleştirmeden, darbe içinde darbe gerçekleştiren, 12 Eylül faşist cuntasının yürürlüğe soktuğu Anayasanın sağladığı ”yasal” olanaklar ile peş peşe KHK(Kanun Hükmünde Kararname) yayınlayarak, demokratik hakları gasp etmek, ve bu gerici, faşist rejime muhalefet eden, muhalif olan demokratları, yurseverleri çok keyfi olarak göz altına almak, hatta tutuklamaların önüne geçmek için birlikteliği, dayanışmayı mümkün kılacak sorumluluğa açık olmanın zamanıdır.
Bu anlamda, darbe teşebbüsünün hemen ardında gerek KCK, gerekse HDP darbecilerin gerçekleşdirdikleri katliamları, yerle bir ettikleri, harebeye çevirdikleri sivil yerleşim birimlerin/şehirlerin kamuoyunu bilgilendirmek için yerli, yabancı basını, gazetcileri, İnsan Hakları Örgütleri'ni bölgeye davet ederek, Erdoğan ve Darbecilerin Kürdistan da gerçekleştirdikleri vahşeti biraz daha açık “normalleşme” eğlimi gösteren bu süreçte işlenen insanlık suçlarını gündeme taşınabilirdi. Ancak böylesi bir insiyatif ve ısrar gündemleşmemiş, bilenen tarzda direniş sürdürülmüştür. Çatışma yerine demokratik talepleri tercih etmek, Erdoğan ve AKP'nin milliyetçi islami faşizan saldırganlığının önüne geçmek için bir girişim yapılabilinirdi ve bu girişimin catışmaların sonlandırmasını/ durdurmasını garanti etmek elbetteki mümkün değildir. Bu girişim ve çağrı kuşkusuzki kirli savaşın etkisinde kalan, devletin gerçekleştirdiği katliamlardan habersiz şovenist histerinin kışkırtmasıyla gören gözlerin körleştiği, duyan kulakların sağırlaştırdığı halk kesimlerine yönelik bir çağrı olma niteliği taşımasıdır.
Bu kirli savaş da zarar gören, baskılara, sadırılara maruz kalan faşizmi geriletecek, demokratik haklarına sahip çıkacak, emeğini koruyacak azgın sömürüye tavır alacak bir bilincin oluşmasında sorumluluk almak, egemen sınıfların ve onların stepnesindeki burjuva partilerinin oynuna gelmemesine yardımcı olmak ve yol göstermek olmalıdır. Bu çaba belki de bir nebze olsun milliyetçi ırkçı şovenizmin zehirlediği, kör ettiği gözün bile görebileceği bu sınır tanımaz şiddetin ve terörün önüne geçilebilir. Aksi takdire “abi okumuyor musun, otuz yıllık gazeteci ne yazıyor” serzenişin önüne geçmek de kolay olmayacaktır. Evet, otuz yıllık gazeteciler ”Kürtler, Türkiye'nin değil, PKK ise Türkiye`nin düşmanıdır” şeklinde Cumhuriyet de 27.08.16 tarihinde yazan Ali Sirmen ve Hikmet Çetinkaya, Kürdistan da yürütülen devlet terörüne karşı aynı netlikte ve keskinlikte tavır alıp yazmadıklarını biliyor ve okuyoruz.
İçinden geçtiğimiz sürecin karakterstik özelliği demokratik mücadele ile direniş mücadelesinin iç içe geçtiği, at başı gidecek olan bu mücadelenin birbirini tamamlaması, demokratik mücadelenin öne çıktığı dönemlerde, direnişin bu mücadeleyi takip etmesi veya eşlik etmesidir. Oysa yaşanan ve sürdürülen bu mücadelede asgari bir düzeyde dengenin sağlanması için yeterince özen gösterilmediğidir.
Erdoğan, gerici faşist rejimini inşa edip kurumlaştırmaya çalışırken bu durumun üzerini hep üst akıl demogojisiyle örtmeye/kapatmaya çalıştı. Halbuki, üst akıl denen şey bu işin başından beri vardı, bu akıl hep Cemaat ve AKP den yana oldu. Erdoğan, Cemaat`a tavır alınca bu üst akıl Cemaat`ten yana işlemeye başladı. Bu üst akıl ise ABD idi. Bu kötü ve olumsuz gelişmeleri üst akıla havale eden Erdoğan, ABD ile birlikte Suriye'yi askeri olarak işgal için birlikte bir plan hazırlığı içinde olduğu ortaya çıktı. İşte demogoji ve yalan denen şey böyle bir şey olsa gerek. Avını yakalamak üzere olan timsahın bakışlarıyla, işgal gününü sabırsızlıkla beklerken, üst akıl denilen ABD'den rol kaparak, büyük bir güç gösterisiyle işgali bir gün önce başlattı. Suriye, iç savaştan askeri işgal içine giren bir ülke oldu. Bu işgal, IŞİD`a karşı değil, IŞİD`in işini kolaylaştırmak, hareket alanını genişletmek için gereçekleştirilmiş bir işgaldır.
IŞİD'da bu işgalde yer almaktadır. ÖSO denilen IŞİD dökütüleriyle bu işgali sürekli kılmak, Sultan Murat Tugayları ile gerici islami bir rejim inşa etmek, Suriye'nin bölünmesiyle sonuçlanacaktır. Türk İntikam Tugayları'nın yerini Sultan Murat Tuyagları almış olması, bu gerçeği değiştirmeyecektir.Biri Türkçü ve ırkçı, diğeri ise Erdoğan ve AKP'nin İslami Türkçü versiyonudur. Al birini vur ötekine.