Erdoğan’ın Osmanlı yayılmacılığının kurbanı olarak ülkelerini terketmek zorunda kalmış Suriyeliler şimdi de Türkiye’de gittikçe şiddetlenen yabancı düşmanlığının tehdidi altında
Üç gün önceydi… Sabah daha gün doğmadan bilgisayar ekranında Türkçe gazeteleri tararken karşılaştığım bir haber gerçekten dehşet vericiydi… 80 bin Suriyeli’nin sınır dışı edileceği açıklamasına tepki olarak İstanbul’da düzenlenen bir mitinge bozkurt işareti yapan bir grup “Ne mutlu Türküm diyene” sloganlarıyla saldırmıştı.
Haberi veren Türk bayraklı ve Atatürk portreli bir facebook sayfası mitingdeki pankartlardan birinin fotoğrafını sadece yarısı görünecek şekilde yansıtarak provokasyona başvurmuştu… Sosyal medyada başkaları tarafından da paylaşılan ve 20 bin’den fazla beğeni aldığı bildirilen haberde miting yapanların “Türkler defolsun” sloganlı pankart açtıkları iddia ediliyordu.
Oysa başka haber sitelerindeki fotoğraflarda tamamı görülen pankartta “Türkler defolsun” ifadesinin Hollandalı aşırı sağcı lider Geert Wilders’e ait olduğu açıkça görülüyor, onun altında da MHP’li Sinan Oğan’ın “Suriyeliler defolsun” ifadesine yer verilerek iki slogan arasındaki benzerlik vurgulanıyordu. Mitinge katılanların “Türkler defolsun” dedikleri kocaman bir yalandı.
Herşeyden önce şu gerçeği teslim etmek gerek… Bugün varlıklarından rahatsızlık duyulan bu mülteciler, Ortadoğu’nun en müreffeh ülkelerinden biri olan Suriye’yi, yani ana vatanlarını, Türkiye insanının rızkına ortak olmak art hesabıyla güle oynaya terketmiş değil.
Onlar, Osmanlı yayılmacılığını ihya etme hayaliyle sadece müslüman ülkelerde değil, giderek müslüman göçmenlerin sayısının arttığı Avrupa ülkelerinde de kendi islami tercihlerine uygun dayatmalar tezgahlayan AKP iktidarının kurbanıdır.
Rabia’cı Erdoğan ülkenin güneyinde İslam’ın başka koluna yakın Esad’ı alaşağı edip yerine İşid’çiler, El Kaide’ciler ve El Nusra’cıların ağırlıkta olacağı Osmanlıcı kukla bir rejim kurdurmak hesabıyla o güzelim ülkeyi kana bulamıştır.
Başlangıçta din kardeşliği gösterileriyle ağırlanan, Avrupa Birliği fonlarını garantiledikten sonra “dini bütün AKP yanlısı” yeni bir seçmen kitlesi kazanmak hesabıyla Türkiye’de kalışlarına pek ses edilmeyen Suriyeli göçmenlerin, son seçimlerde beklediğini bulamayan AKP tarafından artık bir baş belası olarak görülmeye başladığı anlaşılıyor.
Suriyeli göçmen kitlesinin giderek kalıcılaşması, giderek büyük kentlere yerleşmesi, emek pazarında ve ticaret hayatında “fiyat kıran” rakipler olarak görülmeye başlaması, gittikçe ağırlaşan ekonomik kriz, işsizlik ve umutsuzluk girdabındaki yerli yurttaşlar arasında göçmen karşıtlığının ve hatta düşmanlığının gittikçe güçlenmesine yol açacaktı.
Türkiye’nin Suriyeli mülteciler konusunda bugün yaşadığı bunalımı göçmen işçi ithal eden gelişmiş kapitalist Avrupa ülkeleri 70’li yılların ortalarından itibaren yaşadılar.
Örneğin Belçika…
2. Dünya Savaşı sonrasında ülke ekonomisini canlandırmak amacıyla “Kömürü Fethetme” adı altında başlatılan kampanyada Belçika’nın yeraltı madenlerinde çalıştırılacak çok sayıda yabancı işçiye ihtiyacı vardı. Madene inecek yeterli sayıda yerli işçi bulunamadığı için önce İtalya’dan göçmen işçi getirilmişti. Ancak 1956 yılında Marcinelle’deki grizu patlamasında büyük çoğunluğu İtalyan olan 262 işçi hayatını kaybettiği için bu kez Fas’tan ve Türkiye’den işçi getirilerek yeraltına indirilmişti.
Başlangıçta yaşamsal bir ihtiyacı karşıladıkları için kültürel ve dinsel farklılıklarına rağmen ne denli iyi karşılanmış olurlarsa olsunlar, 1974’teki büyük petrol krizinden sonra bu göçmenlere bir başka gözle bakılmaya başlanacaktı.
Başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkeleri yabancı işçi alımını durduracak, ardından da yıllarca çalışmış yabancı işçilerin, isterlerse, belli tazminat ödenerek ülkelerine geri gönderilmesi gündeme gelecekti. Göçmen işçiler birden bire istenmeyen insanlar olmuş, yabancı düşmanı ve ırkçı kampanyalar başlamıştı.
Ancak bu kampanyalar karşısında sol örgütler, insan hakları kuruluşları ve sendikalar, sosyalist FGTB ile hristiyan CSC, gittikçe güçlenen yabancı düşmanlığına karşı kesin tavır koydular. Türkiyeli üyelerinin haklarını daha iyi savunabilmek ve onların da bu mücadelede aktif yer almalarını sağlamak için Türk seksiyonlarını güçlendirdiler, redaksiyonunu bizim yaptığımız Türkçe gazeteler yayınlamaya başladılar.
İlerici göçmen örgütlerinin yakın hedeflerinden biri de, kökenleri ne olursa olsun, göçmenlere eşit yurttaşlık hakları tanınması, onların da siyasal yaşama aktif katılımlarının sağlanmasıydı.
1974’te konulan yasaklamadan sonra ekonomik göçmen gelişi hemen hemen sıfırlanmıştı. Ancak bu kez de faşist rejimler altında bulunan ya da iç savaş yaşayan ülkelerden siyasal mülteci akını hızla artmaya başlamıştı.
Türkiye’den de daha 70’lerin son yıllarında başlayan Kürt, Ermeni ve Asuri mülteci akını, 1980 darbesinden sonra daha büyük boyut kazanmıştı.
Aşırı sağ örgütlerin ve medyanın yabancı düşmanı kampanyaları sonucu, 1983’te, Adalet Bakanı Jean Gol, göçü tamamen önleyici yeni bir kanun tasarısı hazırladı. İltica talebiyle gelenler artık daha sıkı bir elemeden geçirilecek, Brüksel’de göçmenlerin yoğun bulunduğu belediyelere yeni gelen göçmenlerin kaydı engellenecekti.
Göçmen örgütleri olarak, FGTB ve CSC sendikalarının da desteğiyle, bu tasarıyı protesto etmek üzere 8 Mayıs 1983’te Brüksel’in merkez bulvarlarında büyük bir yürüyüş düzenledik. 15 bin kişilik yürüyüşün yazılı ve görsel medyaya yansıyan başlıca görüntülerinden biri “Geleceğimizi mahvetmeye hakkınız yok” sloganı yazılı bir pankart taşıyan Güneş Atölyeleri öğrencisi Türkiyeli çocukların fotoğrafıydı.
Bu yürüyüş sayesinde bakanın öngördüğü bazı önlemler engellenmişti, ancak Brüksel’e yeni gelen mültecilerin Türklerin yoğun yaşadığı Schaerbeek ve Saint-Josse belediyelerine kaydı uzun süre yasaklanacaktı.
Schaerbeek Belediye Başkanı Roger Nols, belediyede aşırı sağcı ve ayrımcı bir yönetim kurmakla kalmamış, diğer ülkelerin yeni yeni güçlenmeye başlayan aşırı sağ partileriyle de yakın ilişkilere girmişti.
Belçika’nın Fransızca televizyon kanalı RTBF 6 Ekim 1986 tarihli Ecran témoin programını göç ve yabancı düşmanlığı sorunlarına hasretmişti. Program, ünlü Fransız film yönetmeni ve oyuncusu Roger Hanin’in trende geçen ırkçı bir saldırı üzerine yaptığı “Cehennem Treni” isimli filminin gösterimiyle başlamıştı. Film üç Fransız ırkçısının trende kıstırdıkları bir Arap gencini nasıl öldüresiye dövüp vagondan dışarı attıklarını gösteriyordu.
Filmin gösterimini izleyen tartışmada Roger Hanin’le birlikte ben ve Faslı bir arkadaş yabancı düşmanlığını ve ırkçı uygulamaları eleştiren tarafta yer alıyorduk. Bizim karşımızda ise ırkçı ve yabancı düşmanı çevrelerin bir numaralı temsilcisi Roger Nols vardı. Bir de o sırada yıldızı hızla parlayan ve ilerideki yıllarda Brüksel bölge hükümetinin başbakanlığını üstlenecek olan Saint-Gilles’in sosyalist belediye başkanı Charles Picqué.
Tartışmalarımız çok sert geçti. Roger Nols yabancı düşmanı ve ırkçı uygulamaları konusundaki eleştirilerimize karşı, sayısı gittikçe artan müslüman toplulukların Belçika’nın geleceği için ciddi bir tehlike oluşturduğunu ileri sürerek belediyesindeki yabancı düşmanı, ayrımcı uygulamaları haklı göstermeğe çalışıyordu.
Verdiğim yanıtta Belçika ekonomisini canlandırmak üzere ucuz emek gücü olarak getirtilip yerli işçilerin ve hattâ İtalyanların artık çalışmayı reddettikleri maden ocaklarına indirilen Faslı ve Türkiyeli göçmenlere “entegrasyon” konusunda gereken alt yapının sunulmadığını, zaman zaman medyada abartılan bazı uyumsuzlukların sorumluluğunun büyük ölçüde bu ülkenin yöneticilerinde olduğunu vurguladım.
Ayrıca, Belçika yöneticileri tarafından kendi kaderine terkedilen bu göçmen topluluklarının, geldikleri ülkelerin anti-demokratik yönetimleri tarafından milliyetçi ve köktendinci politikalarla gettolaşmaya mahkum edildiğini, bu da yetmezmiş gibi, büyük petrol krizinden sonra Türk ve Faslı çocukların din eğitiminin Suudi Arabistan gericiliği tarafından aylığa bağlanmış öğretmenlere bırakıldığını belgelerle ortaya koydum.
Program Belçika kamuoyunda geniş yankı bulmuştu. Sokakta, tramvayda rastladığım Faslılar beni tanır tanımaz gelip boynuma sarılıyor, Nols’a gereken yanıtları verdiğim için teşekkür ediyorlardı.
Faslıların bu duyarlı tavrına karşılık, birkaç demokrat istisna dışında sokakta karşılaştığım Türk’lerde bu konuda ses seda yoktu. Şaşırtıcı da değildi. Belçika TV programlarını da izlemiyor, haber almak için Türkiye’nin Sesi radyosunu dinlemek ve Bâbıâli gazetelerinin Avrupa baskılarını okumakla yetiniyorlar, tüm akşamlarını da Türkiye’den gelmiş Türkçe kasetleri seyretmekle geçiriyorlardı…
Oysa, Hanin’in “Cehennem Treni” son derece düşündürücü, yabancı düşmanlığının ve ırkçılığın hedefindeki tüm yabancıları olduğu kadar, Türk göçmenleri de yakından ilgilendiren bir filmdi.
Bugün Türkiye’de “Cehennem Treni” benzeri olaylar yaşanıyor.
Türk medyasında Suriyeli göçmenler aleyhindeki yayınlar dozaj artırarak devam ede dursun, Suriyeli bireylere, işyerlerine yapılan saldırı haberlerinin de ardı arkası kesilmiyor.
29 Haziran’da İstanbul Küçükçekmece’de Suriyeliler’e ait dükkanlara saldırının görüntüleri kameralara yansımıştı. 30 Haziran’da da İstanbul'un Fatih ilçesine bağlı Yavuz Selim mahallesinde üç Suriyeli mülteci bıçaklı saldırıya uğruyordu.
Saldırılar ana akım medyada pek yankı bulmazken Yeryüzü Postası sitesi 22 Temmuz’da bu konuda şu bilgiyi veriyor:
“Son dönemde pek çok şehirde Suriyelilere ait iş yerlerinin kapatıldığı, Arapça tabelası olan iş yerlerine yönelik baskınların arttığı ve yüklü cezalar kesildiği belirtiliyor. Özellikle İstanbul’daki Suriyelilerin çeşitli bahanelerle kitlesel biçimde gözaltına alındığına, pek çoğunun zorla ‘gönüllü geri dönüş’ belgesi imzalatılarak sınır dışı edildiğine yönelik haberler ve görüntüler sosyal medyada paylaşılıyor. Son bir haftadır polisin İstanbul’da adeta Suriyeli avına çıktığı, çeşitli bahanelerle Suriyelilerin çatışmaların devam ettiği İdlib gibi bölgelere gönderildiği ifade ediliyor.”
Osmanlı Sultanlığı bir asır önce Anadolu’nun kadim halklarını kendi topraklarında soykırım ve sürgün uygulayarak yok etmiş olmanın kara lekesiyle tarihe gömülmüştü. Soykırımın her 24 Nisan’da tüm dünyada yeniden gündeme gelmesine rağmen, HDP dışında, iktidarıyla ve de muhalefetiyle hiçbir parti bu gerçeği tanımaya ve temsil ettikleri kitleler adına Ermeni, Asuri ve Grek halklarından özür dilemeye niyetli görünmüyor.
Üstelik Osmanlı Sultanlığı’nın kirli mirasını sahiplenmiş olan AKP, Suriye’de islamcı faşistleri kışkırtıp destekleyerek yurtlarından, evlerinden ettiği Suriyelileri can havliyle sığındıkları Anadolu’da rahat bırakmıyor, onları ırkçı teröre ve de polis baskısına hedef yapıyor.
O da yetmiyor, Suriye’nin kuzeyinde bir öz yönetim kurmuş olan Kürt halkını da “Fırat’ın Ötesi” diye tepinerek sürekli tehdit ediyor.
Görünüş o ki, muhalefet partileri, sendikalar, demokratik örgütler konuya gereken önemi vererek iktidarı hizaya getirmediği sürece mülteciler daha çok acı çekecek, Türkiye’de daha çok “Cehennem Tren”leri yaşanacak…
(Artıgerçek, 1 Ağustos 2019)