Haklı bir çağrı: Sağlık personeli canını ortaya koyarak görev yapıyor. Diyanetin bütçesi acil olarak en çok ihtiyaç olan yere, sağlığa aktarılmalıdır
Tüm insanlığın bir mahşer dehşeti yaşadığı günlerde Türkiye’de İslam’ın dinsel ve siyasal sözcüleri adına yapılan açıklamalar ve uygulamalar bir başka dehşet… Başka ülkelerde hükümetler ve parlamentolar vatandaşın sağlığını koruyucu ve salgının yayılmasını önleyici tedbirler için seferber olmuşken günlerce suspus olan Tayip Erdoğan ancak 18 Mart ‘ta lütfedip konuşabildi. Konuşmasında söz verdiği öncelik halkın sağlığı değil, sermayedarların çıkarlarıydı: Piyasaya destek, millete kolonya!
Eğitime zorunlu olarak ara verilmesinden sonra TRT’nin EBA TV’sinde başlayan “uzaktan eğitim” programı ise islamo-faşist iktidarın kafa yapısına uygun olarak çocuk beyinlerine savaş, fütuhat, cankırımı ve idam zerk ediyordu.
Daha da vahim olanı, Erdoğan’ın vatandaş sağlığını hiçe sayan art hesapları… Meslektaşımız Murat Yetkin’in kişisel sitesinde önceki gün açıkladığına göre Erdoğan, hastalığın hızının kesilmesi için tıp çevrelerinin ısrarla tavsiye ettiği genel tecrit uygulamasına, piyasayı ve müminleri rahatsız etmemek için karşı çıkıyor, şimdilik sadece 65 yaşın üstünde olanları eve hapsetmekle durumu idare ediyor.
Görünüş o ki, Koronavirüs salgınının bir an önce son bulması ve hastaların şifaya kavuşması için Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş'ın fetvasına uygun olarak "yatsı ezanı sonrası tüm camilerden dua sesleri yükseltilmesi”yle yetinilecek.
Erdoğan’ın yönetim anlayışına son derece uygun… O Erdoğan değil miydi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğunda kuraklıktan şikayet edenlere dini bütün bir şehremini olarak “Kuraklıktan kurtulmak için toplu yağmur duasına çıkar, problemi çözeriz” diyen? (Hürriyet, 19 Nisan 1994)
Dün bizim Facebook sayfasında Hürriyet’in o kupürünü yayınlamıştım ki, hemen ardından Belçika’nın Fransızca televizyon kanalı RTBF’de Türkiyeli göçmenlere yönelik Türkçe yayınları tüm baskılara göğüs gererek yıllarca özgürlükçü bir çizgide gerçekleştirmiş olan 40 yıllık dostumuz Nazım Alfatlı’nın paylaştığı ve destek istediği bir çağrı düştü: “Camiler kapalı, din görevlileri evinde oturuyor. Sağlık personeli canını ortaya koyarak görevine aralıksız devam ediyor. Kısıtlı kaynakları doğru kullanmak açısından diyanetin bütçesi acil olarak en çok ihtiyaç olan yere, SAĞLIĞA aktarılmalıdır!”
Gerçekten de 2018 yılı istatistiklerine göre 80 milyon nüfuslu Türkiye’de cami sayısı 88.681 iken hastane sayısı 577’si özel hastane olmak üzere ancak 1.534, yatak sayısı ise 231.913.
Başka bir deyişle, bin kişiye düşen yatak sayısı sadece 2,8. Oysa bu oran Belçika’da ve Fransa’da 6, Almanya ve Rusya’da 8’i buluyor. Sık sık zelzele felaketiyle karşılaşan Japonya’da bu oran 13,1’e kadar yükseliyor.
Koronavirüs ya da aynı derecede tehlikeli bir başka salgına karşı bu yatak sayısının yeterli olmayacağı apaçık… Ama Tayyip iktidarının derdi halkın sağlığı değil, cami sayısını artırmak ve de dinsel duyguları istismar ederek seçmen kitlelerini kendisine bağlı tutmak için Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesini sürekli pompalayıp devletten maaşlı din adamları sayısını yükseltebileceği kadar yükseltmek.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi 2002’deki 550 milyon TL’den 2020 yılında 11 milyar 500 milyon TL’ye ulaşmış bulunuyor.
Dışişleri, İçişleri, Tarım, Kültür ve Turizm bakanlıkları dahil 8 bakanlığın bütçesini geride bırakan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesinde personel giderleri 9,4 milyar TL ile ilk sırada yer alıyor ve tam 179 bin din görevlisine devlet bütçesinden aylık ödeniyor.
Din görevlisi dediklerimiz de sadece İslam’ın Sünni mezhebinin hizmetinde olanlar… Soykırımlar ve pogromlarla, göçe zorlanmalarla nüfusları milyonlardan 100 bin’in altına düşürülmüş olan Hristiyanlar, Museviler ve de hiçbir dine inanmayan Ateistlerin yanısıra sayısı halen milyonları bulan Aleviler, devlete aynı vergiyi ödedikleri, aynı vatandaşlık yükümlüklerini yerine getirdikleri halde bu Diyanet İşleri Başkanlığı’nda temsil edilmedikleri gibi, inançlarını ayakta tutmaya yarayacak hiçbir hizmetten de yararlanamıyor.
Buna karşılık, Türkiye’nin de üyesi olmaya çalıştığı Avrupa Birliği’nin merkezindeki Belçika’da federal devlet bütçesinden sadece ülkede büyük çoğunluğa sahip Katolikler değil, Müslümanlar dahil diğer dinlerin mensupları, hatta dine inanmayanlar da belli ölçülerde yararlanabiliyor.
En son verilere göre, 11,4 milyon nüfuslu Belçika’da yaşayanların yüzde 52,76’ı Katolik… Ancak Kilise’nin yaptığı bir araştırmaya göre ibadet dahil dinsel vecibeleri yerine getirenlerin genel nüfusa oranı sadece yüzde 9,42… Bu nedenledir ki, artık ibadet ya da dinsel törenler için gidip gelenleri olmadığından 75 kilise şimdiden satışa çıkartılmış durumda.
20 yılı aşkın süredir oturduğum Schaerbeek Belediyesi’nde sık sık bir şeyler postalamak için gidip geldiğim Rogier Caddesi’ndeki postanenin yanıbaşında bir zamanlar ökümenik bir kilise vardı. Bir süreden beri o kiliseyi de Türkler satın almış olup Risale-i Nur lokaline dönüştürmüş bulunuyor.
Türk göçmenlerin yoğun yaşadığı Saint-Josse belediyesindeki görkemli Gésu Kilisesi de uzun süre evsiz barksızların yerleştiği bir sığınağa dönüşmüştü. Ancak 2013’te belediye başkanı tarafından polis zoruyla tahliye ettirilen kilise şu sırada depo olarak kullanılıyor, ileride tamamen yıkılarak yerine bir lüks otel ya da AVM inşa edileceği de söyleniyor.
Katoliklerin yanısıra Belçika nüfusunun yüzde 2,5’i kendisini protestan, anglikan ya da ortodoks, yüzde 5’i müslüman, yüzde 0,4’ü musevi, yüzde 0,3’ü budist olarak nitelerken yüzde 32,6’sı hiçbir dine inanmadığını, yüzde 9,2’si de açıkça ateist olduğunu söylüyor.
Son iki kategoride yer alan vatandaşlardan bir bölümü Laik Eylem Merkezi’nde örgütlenmiş bulunuyor.
Türkiye’nin Diyanet İşleri Başkanlığı’ndaki tüm diğer inançları dışlayan Müslüman Sünni tekeline karşılık, Belçika’da Laikler ve Müslümanlar da dahil tüm inanç gruplarına devlet bütçesinden ödenek veriliyor, imamlar da dahil inanç görevlilerinin aylıkları da bu ödeneklerle finanse ediliyor.
Belçika’da kiliseler devamsızlıktan art arda kapanırken, Türkiye ve Fas gibi Müslüman ülkelerden gelen göçmenlerin sayısının daha sonra aile birleşimiyle ve doğumlarla daha da yükselmesi nedeniyle camilerin sayısı da büyük bir hızla artıyor.
Halen Belçika’da 120’si Türklere ait olmak üzere 210 cami bulunuyor. Türk camilerinden 46’sı Belçika Devleti tarafından tanındığı için her birine yılda 30-40 bin Euro civarında para yardımı yapılıyor ve imamların maşları devlet tarafından ödeniyor.
İlginç olan bir nokta ise, Belçika Devleti tarafından tanınıp finanse edilen Türk camilerinin çoğunun Türkiye’de Müslüman Sünnilerden başka hiçbir inancı tanımayan Türkiye Diyanet Başkanlığı’na bağlı olması…
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve onun göç alan ülkelerdeki beşinci kolunun güçlü hale gelmesinin tek nedeni kuşkusuz Erdoğan’ın islamo-faşist diktasının tanıdığı ayrıcalıklar, verdiği bütçe ve kadro desteği değil…
Bu ülkelerde cami sayısının artışı da, Erdoğan döneminde en son Çamlıca Camii’nin inşasıyla doruğuna ulaşan minare dikme seferberliğinin sonucu değil…
Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı, Türkiye sınırlarını da aşan bu ayrıcalıklı konumunu 1980 darbesini yaparak yıllarca tüm muhaliflerine kan kusturan Orgeneral Kenan Evren’e borçlu.
Evren Cuntası, darbeden bir süre sonra, Belçika’daki tüm Türk örgütlerini merkezi bir disipline bağlamak ve Türk lobisinin tabanını oluşturmak için konfederasyon türünden bir çatı örgütü kurmak amacıyla bir dizi toplantı düzenlenmişti. Ancak bu girişimde başarıya ulaşılamayınca bu kez tıpkı Türkiye’de olduğu gibi “din” kartına oynama kararı vermiş ve herşeyden önce camileri kontrol altına almak üzere TC Büyükelçisi’nin onursal, Din İşleri Ataşesi’nin örgütsel başkanlığında Türk Diyanet Vakfı’nı kurdurmuştu.
Bu vakıf, kuruluşundan kısa bir süre sonra sadece camileri yönetmekle kalmadı, çifte vatandaşlık sahibi Türklere Belçika seçimlerinde aday olma ve oy kullanma hakkı tanınınca, Türk adayları Türk lobisinin çıkarları doğrultusunda disipline etme görevini de üstlendi.
Türk Diyanet Vakfı bugün sadece Belçika’da değil, Türkiyeli göçmenlerin yoğun bulunduğu Almanya’da da yalnızca camileri denetim altında tutmakla kalmıyor, onları rejim muhaliflerine karşı bir istihbarat ve dindar yurttaşları sürekli beyin yıkamasına tabi tutma aracı olarak kullanıyor.
Anımsatmakta yarar var:
12 Mart darbesinin yapıldığı 1971 yılında Türkiye’deki toplam cami sayısı 42.744 idi…
12 Eylül darbesinin yapıldığı 1980’e kadar süren Erim, Ecevit ve Demirel’in başbakanlıkları döneminde 4.901 cami daha yapılarak bu sayı 47.645’e yükseltildi.
Cami yapımına asıl hız kazandıran ise Atatürkçü nutuklarla ve her yere “Beton Mustafa” heykelleri diktirmekle ünlü Evren Cuntası’nın 12 Eylül darbesinden sonraki İslamcı siyaseti oldu.
Evren’in marifeti sadece Belçika’da Türk Diyanet Vakfı’nı kurdurması ve cami inşaatına gaz vermesi değildi. Devlet başkanı olarak imzaladığı 28 Nisan 1981 tarihli bir kararnameyle Belçika, Almanya ve Hollanda’daki Türk göçmenlerin dinsel eğitimini Suudi Arabistan’ın kurduğu Rabitat-ul Alem-ul İslam’ın 1100 Dolar aylıkla çalıştırdığı imamlara emanet etti.
24 Ağustos 1982’de İstanbul’da yapılan İslam Kalkınma Bankası 6. Yıllık Guvernörler Toplantısı’nın açılışı konuşmasında Evren açıkça “Biz İslam aleminin ayılmaz bir parçasıyız” diyordu.
Dahası, Kürt silahlı direnişi başladıktan sonra da Türk askeri uçakları Kürt köy ve kasabaları üzerinden “İslam Ordusu” adına Kur’an sûreleriyle cihad çağrıları yapan bildiriler atıyordu.
İşte 1980’den 1991’e kadar süren bu Evren-Özal iktidarı döneminde tam 19.029 cami daha yapılarak toplam sayı 66.674’e çıkartıldı.
1991’den 2001’e kadar sırasıyla Demirel, Erbakan ve Ecevit’in başbakanlık yaptıkları 10 yıllık dönemde de cami inşaatı hız kesmedi, 8.695 cami ile toplam sayı 75.369’a ulaştı.
Sonrası malum… 2002’den sonraki 17 yıllık Tayyip Erdoğan döneminde yapılan 13.312 yeni cami ile sayı 88.681’e ulaşmış bulunuyor.
Bugün Türkiye’de, Türkiye çıkışlı göçün bulunduğu ülkelerde, Türk Ordusu’nun işgali altındaki Kuzey Kıbrıs’ta ve Kuzey Suriye’nin belli kesimlerinde Sünni İslam hegemonyası yaşanıyorsa, tüm insanlığı tehdit eden bir felaket karşısında bilimden değil, Diyanet damgalı hurafelerden medet umuluyorsa, bunun tartışmasız ilk sorumlusu Erdoğan ve onun her dediğine kavuk sallayanlardır.
Ama Erdoğan zihniyetini iktidara tırmandıran yolun taşlarını döşeyenler de hiç unutulmasın.
Yarın bu iktidarın iflası ve çöküşü kaçınılmazlaşırsa, onun yerine başka isim altında aynı kafaya hizmet edecek iktidar kompozisyonlarının oluşmasına olanak verilmesin…
Unutulmasın… Çok değil, daha altı yıl önce, 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ana muhalefet CHP, Erdoğan’ın karşısına alternatif aday diye çıkarta çıkarta, Türk-İslam Sentezi yetiştirmesi ve de İslam İşbirliği Teşkilatı’nın genel sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu’nu çıkartmıştı.
O İhsanoğlu ki, bir yıl sonra yapılan 2015 milletvekili seçimlerine MHP’nin adayı olarak katılacak ve dört yıl süreyle TBMM’de AKP-MHP koalisyonunun tüm islamo-faşist kararlarına oy verecekti.
Kıssadan hisse…
“Camiler hastanemiz, minareler iğnemizdir”e son…
Yukarıda sözünü ettiğim son derece haklı çağrı desteklenmelidir: “Sağlık personeli canını ortaya koyarak görev yapıyor. Diyanetin bütçesi acil olarak en çok ihtiyaç olan yere, sağlığa aktarılmalıdır.”
****
NAZIM ALPMAN’IN ARTI TV’DE
BUGÜNKÜ PROGRAMINDAN
(Artıgerçek, 26 Mart 2020)