Bir sürgünün 42'nci Yılı, 11 Mayıs...


 

         Uçak havalandıktan sonra da İnci'yle gözlerimiz pencerelerde... İstanbul'u, Trakya'yı geçiyoruz. Her an bizimle ilgili alarm verilip uçak Türkiye hava sahasında inişe mecbur edilebilir. 

         Hayır. Kaptan pilot Türkiye'yi terkettiğimizi bildiriyor.

         Derin bir nefes alıyoruz.

         ....

         Ben son kez Türkiye gazetelerini tararken İnci çantasından çıkarttığı bir boş deftere ezbere bildiği ya da son birkaç günde ezberleyebildiği  tüm adresleri ve telefon numaralarını işlemeğe başlıyor.

         Alman uçağı bir bulut denizinin üzerinden hızla ilerleyerek Mehmet Burhanettin ve Hacer takma adlı iki siyasal göçmeni binbir bilinmezle dolu bir geleceğe sürüklüyor…

         Doğduğumuz, yetiştiğimiz, kavga verdiğimiz sevgili ülkemizden kopuyoruz. 

         Günün birinde “vatansızlaştırılacağımızı” hiç düşünmeden... En kısa sürede geri dönüp hiçbir şey olmamış gibi herşeyi kaldığı yerden tekrar başlatmak umuduyla...

         Doğan Özgüden, "Vatansız" Gazeteci (Sürgün Öncesi), Cilt 1, Sayfa 534,  

         Belge Yayınları, 2010, Istanbul

 

 

******************

 

            Achtung... Achtung...

            11 Mayıs 1971 günü yerel saatle 10’da Münih havaalanına indiğimizde hoparlörden duyduğumuz ilk kelimeler bunlar. Birden irkiliyoruz. Daha önce Sinematek’te gördüğümüz anti-faşist filmlerde Nazi’lerin tüm insanlık dışı uygulamalarının leitmotiv’iydi bu kelimeler...

            Tam pasaport kontrolundan geçerken, cüsseli bir Alman kadın polis kollarını sert bir şekilde iki yana açarak bizi yandaki odaya yönlendiriyor. Odaya kapattıktan sonra da hiçbir şey söylemeden çekip gidiyor.

            Acaba pasaportumuzun sahteliği farkedilmişti, ya da Türkiye’den bir uyarı gelmişti de onun için mi derdest ediliyoruz? Eğer gerekçe buysa, kendimizi nasıl savunacağımızı aramızda alçak sesle tartışırken, aynı polis yanında beyaz üniformalı bir hemşireyle odaya dalıyor:

            - Siz Türkiye’den çıkarken çiçek aşısı olmamışsınız. Sıvayın kollarınızı...

            Ardından pasaportumuza giriş damgası... Hemen bagajımızı alıp meydan terminalinin kalabalığına karışıyoruz. 

            ......

         Şimdilik illegalde özgürüz... Ama sürgünümüzün ilk 615 gününde, 11 Mayıs 1971’den Hollanda’da zorunlu olarak legale çıkacağımız 15 Ocak 1973’e kadar, her ülke değişiminde, havaalanı çıkış ve girişlerinde, trenle, arabayla sınır geçişlerde hep yaşayacağız illegalite stresini...

            Pasaportun sahteliği anlaşılır mı? Açık vermemek için nasıl davranmalı? Kontrol noktasında güven vermek için koltuğunun altında hangi gazeteler bulunmalı? Kontrol polisinin soruları hangi dilde yanıtlanmalı? Seyahat gerekçesini sorarlarsa hangi yalan uydurulmalı?

            .....

            Türkiye’den ayrılmadan önce kavga arkadaşlarımızla yaptığımız son gizli görüşmelerde bir misyon daha yüklenmişiz. Faşist rejimler altında yıllardır mücadele veren İspanyol, Portekiz, Yunan devrimcilerinden illegal koşullarda direniş yayınları gerçekleştirmenin, bunları en geniş çevrelere yaymanın teknik olanaklarını öğrenecek, bu bilgileri en kısa zamanda Türkiye’ye taşıyarak Ant’ın mücadelesini bir başka planda yürüteceğiz.

            Ama ya herşey düşündüğümüz gibi gitmezse? Günün birinde pasaportumuzun sahteliği meydana çıkar da herhangi bir ülkeden sığınma istemek zorunda kalırsak? Yıllardır tüm pislikleriyle yakından tanıdığımız o Bâbıâli medyası, devletin radyo ve televizyonları basmayacak mı yaygarayı? 

            - Türk düşmanı, vatan haini! 

            Tüm sürgün yaşamın boyunca, böğrüne dikenli bir yumruk gibi oturan, kahredici tedirginliğini hergün, her vesileyle hissettiren bir sorudur bu...

         Doğan Özgüden, "Vatansız" Gazeteci (Sürgün Yılları), Cilt 2, Sayfa 9,  

         Belge Yayınları, 2011, Istanbul