Aynı davada yargılandığım Ahmet Zengin, Temmuz 2019'da vefat etmiş ama bizler onun aramızdan ayrıldığını üç yıl sonra duyabildik. Ahmet Zengin tek örnek değil. Yaşar Yavuz yoldaşımızın da yalnızlık içinde huzurevinde vefat etttiğini daha sonraları öğrendik. Bu tür örnekler içimizi yaktığından, Hüseyin Irmak ile Ahmet Zengin ile birlikte mücadelenin sıkıntılarını birlikte yaşayan yoldaşının yazılarını sunmak istedim. Bu yazılara yer versem de, sınıf mücadelesinin zorluklarını birlikte yaşadığımız Ahmetlere, Yaşarlara karşı görevlerimizi yapamadığımız için bizleri affetmeyecekler...
Cevdet Hıncal ve Ahmet Zengin / Sultanahmet Cezaevi - Temmuz 1983
X X X
“O zamanlar adı 'Basın Yayın Yüksek Okulu' olan ve konuşma dilinde 'Gazetecilik' olarak anılan okula İmam Hatip’ten gelmişti. Sanıyorum Eyüp İmam Hatip’ti mezun olduğu lise… Hafızdı fakat okula örgütlü gelmişti. Yani okula geldiğinde devrimciydi. Biz ise henüz sıradan öğrencilerdik.
İnsan canlısı, mizah gücü yüksek, iyi şiir okuyan ve dilinden “yaşam bu Frederico/Bunun dışında bir yaşam yok/Ya sen ne sanıyordun yaşamayı” mısralarını düşürmeyen biriydi. Sesi şiire çok uygundu ve çok iyi şiir okuyordu, çok şiiri ezbere bilirdi.
Matematik zekâsı yüksekti, iyi de satranç oynardı. Tavlada ise hiç mi hiç fena değildi. Balat’ta büyümüş olmanın avantajıyla, oynamasa da, kağıt oyunlarının hepsini gayet iyi biliyordu. Fedakâr, hiçbir işten kaçmayan çalışkanlığı ve eline pratik özelliğiyle göz dolduran, güven veren coşkulu birinden bahsediyorum. Bu kadar meziyeti “kör ölür, badem gözlü olur” kabilinden söylediğim sanılmasın. Gerçekti her şey… O da gerçek yaşadı, gerçekten yaşadı.
Yanında kendinizi rahat ve iyi hissederdiniz. Egosal tavırları hiç olmadığı için gerilmezdiniz ve hemen sohbet derinleşebilirdi.
Bizim okula devam etse de aslında Boğaziçi’ne girmek istiyordu. Bu nedenle birinci sınıfı bitirip de zamanı geldiğinde yeniden sınavlara girmişti. Ve dediği gibi de yaptı, Boğaziçi Üniversitesi’ni kazandı.
İşte tam bu noktada, sonraki yıllarda her düşündüğümde Ahmet Zengin adına zoruma giden bir olay yaşandı.
Kazandığını belirten sınav sonuç belgesini okula getirmişti. Öğrencilerinin müdavimi olduğu kahvenin önünde, okul sorumlusuna kağıdı kıvançla gösterdi. Boğaziçi’ni kazanmıştı ve kaydını oraya yaptıracaktı. Sorumlu önce belgeyi okudu, bir iki espri yaptı ve büyük bir rahatlıkla birden bire belgeyi yırttı, iyice parçalara ayırdı. “Bir yere gitmiyorsun, burada lazımsın” dedi. Orada olanların şaşkın ve inanamaz bakışları arasında o da feveran etmeden durumu kabullendi, kayıt için ek hiçbir girişimde bulunmayarak okulda kaldı. Oysa Boğaziçi’ne gitseydi hayatı bambaşka olacakmış.
Pratik faaliyetlerindeki verimliliği, teorik gelişimdeki hızı nedeniyle ikinci yıl, Ahmet’i bölgeye aldılar. Artık okul çalışmalarında değildi. Fakat okul, faaliyet yürüttüğü bölgenin içinde kaldığı için uğramayı ihmal etmiyordu.
Derken 12 Eylül oldu. Ahmet, bölgesinde faaliyetlerine devam ediyordu. Ekim ayında, Kurtuluş’taki bir öğrenci evinde, bir akşamüstü bir patlama sesi duyuldu.
İşte o patlama, Ahmet’in hayatını stratejik olarak değiştirdi. ir yoldaşı ile birlikte bomba yaparken bomba ellerinde patlamıştı. Ambulanslar, polis arabaları, hastane ve sorgu süreçlerinin hercümercinde öğrenildi ki, Ahmet bir gözünü ve iki elini kaybetmişti. Sadece bir elinin işaret ve orta parmağı kalmıştı. O da birbirine yapışık ve hiç bükülmüyordu. Yanındaki yoldaşı ise iki gözünü kaybetmişti.
Hastane ve işkence sürecinden sonra götürüldükleri Sağmalcılar’da kör ve elsiz halleriyle “o bombayı bizim üzerimize atacaktınız değil mi” gibi cahil bir cümle sarf eden gardiyanların “hoş geldin dayağı”nı da tattılar.
Saldırı ve direnişlerle geçen hapishane süreçlerinden sonra ikisi de tahliye oldu. Arkadaşı Avrupa’ya çıktı. Ahmet ise İstanbul’da kaldı. Sürekli okuyan ve entelektüel yanını geliştiren Ahmet, yeni döneminde bu özelliğini daha da parlattı. Yine okuldan ve aynı davada yargılandığı arkadaşı Şevki Ömeroğlu’nun da aralarında olduğu bir iki kişiyle birlikte 'Dünya Solu' isimli uluslararası nitelikte bir çeviri dergisi çıkarmaya başladı. Yaklaşık aynı kadroyla 'Haziran Yayını'nı kurmuşlardı. Fakat hayat onu giderek zorluyordu. Gerek içinde bulunduğu ilişki ağı, gerek giderek yalnızlaşması ve zamanla girdiği geçim sıkıntısı, psikolojik sarsıntılarını çok daha kolay tetiklemeye başladı.
Adım adım kendini yalnızlaştırdı. Dış dünyayla bağını büyük oranda kesti. Okul arkadaşlarının desteğini reddetti. Yeğenleriyle birlikte yaşıyordu ve sadece bilebildiğim kadarıyla ortak tanıdığımız iki okul arkadaşıyla görüşüyordu. Onlar da yine kimi anlarda gerginleşen görüşmelerdi. Bu arada Balat’tan Bahçelievler’e geçmişlerdi.
Derken görüştüğü ve hayatında en başından beri özel yeri olan Şevki Ömeroğlu da vefat etti. Şevki Ömeroğlu neredeyse öğrencilik yıllarından beri kalbinde pil taşıyor ve yaşı ilerledikçe kalp problemlerini çok daha sık ve ağır yaşıyordu. Şevki’nin ölümü, Ahmet’i biraz daha hayattan kopardı. Kimseyle görüşmedi. Ara ara alınan kısa bilgilerin dışında kimsenin ondan haberi olmadı.
Ve 30 Haziran 2022 Perşembe günü hem mahalle hem okul arkadaşı Fahrettin, Ahmet’in yeniden Balat’a dönen yeğenlerinin evine uğrayıp Ahmet’i sormuş. Yeğenleri, Ahmet’in üç yıl önce 2019 Temmuzunda öldüğünü söyleyince Fahrettin, yaşadığı şaşkınlık ve derin keder ile hemen bizleri aradı.
Yalnızlaş(tırıl)mış bir yaşamın, derin hüzne sahip bir hikâyenin yine sessiz ve habersiz sonlanmış olduğunu böylece öğrendik. Mütevazı bir kişiliğin fazlaca mütevazı ve fazlaca kırgın bu gidişi, ölüm haberini alan yine okul arkadaşlarından birince; “dünyayı değiştirecek adamların un ufak toz duman savruluşu” olarak satırlara döküldü.
Ozanın mısraları geldi aklıma; “Bir garip ölmüş diyeler/Üç gün sonra duyalar...” Biz arkadaşları, üç gün değil üç yıl sonra duyduk. Olumlu dokunuşlarla çok insanın hayatından geçmiş ve her birinde nadide izler bırakmış olan Ahmet Zengin, şimdi kederli bir yalnızlık hikâyesi olarak İstanbul Yayla Mezarlığı’nda yatıyor. Soru ise ortada duruyor. Kabahat kimde?