Bebeğim Fidel sütü emdi benim...

Yolum Uganda’ya düştü. 
Başkent Kampala’da sefaletin kol gezdiği varoşlara da gittim. Bakkala benzer bir dükkânda, iki Coca Cola şişesi kapağı uzatıp sıvı yağ satın alan ve küçücük avucunu açıp bozuk paraları bakkala uzatan karaderili, kara gözlü, güzeller güzeli küçük kızı tanıdım. Annesinin hazırladığı muz lapasına iki kapak dolusu sıvı yağ koyarak akşam yemeklerine lezzet katacaklardı. 
Sulu gözlü biri değilim. Yine de ağlamaklı oldum. 
Geçimini Viktorya gölünde, külüstür sandalında kürek çekerek ve bulursa kırık dökük İngilizcesi ile turist rehberliği yaparak kazanan Tsuka, küçük kızın evini de görmek isteyip istemediğimi sordu.
Kaçırılır mı? 
Saz damlı, toprak sıvanmış çalılardan ibaret duvarları ile yoksulluk anıtı evde küçük kızın annesiyle de tanıştım. Kucağında küçük bir bebek. O anlattı: 
Fidelin yolladığı doktorun hiç şakası yok. Iki ay bebeğimi benim emzireceğimisöyledi. Ona itiraz edemem, çünkü o sanki Ugandalı; sanki o benim gibi biri. Karaderili ama doktor. Fidel yollamış bize. Iki ay sonra her gün onun küçük hastanesine gittim ve bebeğim için ucu meme gibi şişeyle Fidel’in yolladığı sütü aldım. Bebeğim Fidel sütü emdi benim. 
Soru kaçınılmazdı, sordum: 
- Fidel de kim? 
Cevap pek yalındı: 
Bilmiyorum. Evi çok uzaklardaymış. Çok uzaklarda ama bize doktor yolladı ve sütyolladı. Bebeğim Fidel sütü emdi benim. 
Sulu gözlü biri değilim. Ağlamaklı oldum. 
Sevinçten, acıdan ve gururdan... 
ABD ambargosu ile kuşatılmış; yıkılan Sovyetler Birliği’nin desteğinden mahrum kalmış ama kusurlarıyla, eksikleriyle de olsa çok yoksul ve yüzyıllarca iliğine kemiğine kadar sömürülmüş bir “ada-ülke”de sosyalizm kuruculuğunu inatla deneyen Fidel, Uganda’da bebekler sağlıklı büyüsün diye doktor(lar) ve o bebeğin emmesi için şişeler dolusu süt yollamıştı. 
Gururla (Evet, gururla) doldu gözlerim. Ilk gençliğinden beri sosyalizm yolunda yürümeye çalışan Ödemişli terzi Sadık’ın oğlu, o karaderili, kömür gözlü bebeğin emdiği Fidel sütünden kendine de pay çıkardı. Gururlandı, kıvandı...

***

Yolum Küba’ya düştü. 
Sömürge döneminin “şaşaası”nı yansıtan ama bakımsızlıktan dökülen evlerde başını sokacak bir dam bulmuş, çürüyen pencere pervazlarına tahtalar çakmış ve içeride sonuna kadar açılmış radyodan fışkıran müziğe kendini bırakmış Kübalı genç kadınların dansını pencereden gözledim. 
Sulu gözlü biri değilim. Ama ağlamaklı oldum. Bu kadar mı güzel dans edilir ve bu kadar mı güzel olunur? 
O dans hünerinden ve güzellikten kendime pay çıkardım. Gururlandım; kıvandım... 
Sosyalizm yolunda az gidilmiş, uz gidilmiş, bir arpa boyundan daha çok gidilmiş... Ama sosyalizmin ideal ülkesine alınacak daha çok yol vardı. 
Olsun. Ne gam!.. Hacca giden topal karınca misali: “Varamasam da yolunda ölürümya...” 
Havana sokaklarında sürttüm durdum. Bana Fidel için yapılmış(!) puroları kakalamaya çabalayan dolar düşkünü sahtekâr tezgahtârlar da gördüm, dans etmekten çalışmaya zaman ayıramayan kızlı erkekli Kübalı gençler de gördüm, orospucuklar da gördüm. 
Ama düşe kalka, yara bere içinde Fidel’in çizdiği sosyalizm kuruculuğu yolunda yürümeye çalışan Kübalı erkek ve kadınlar da tanıdım. 
Şimdi yollarına Fidel’siz devam edecekler. 
Ugandalı karaderili, kömür gözlü bebeğe yine süt gidecek mi, Ugandalı bebekler yine Fidel sütü içebilecekler mi bilmiyorum. 
Bildiğim, “Ey okur” diye sesleneceğim, 
Ey okur! 
Kederini içine göm, ayağa kalk, sağ yumruğunu yukarı kaldır. Fidel’i selamla ve uğurla... 
Bu onun sonuna kadar kazanılmış hakkı ve senin ödevin. 
Haydi...