Anımsanacağı gibi 1 tabur asker ve 25 tankla başlatılan girişim, sadece bir ilk adımdı ve peşi sıra aktarılacak ek güçlerle Başika’daki tahkimat daha da derinleştirilecekti. Ancak umulanın aksine bu yönelim, Bağdat yönetiminin geliştirdiği sert tepkiyle akamete uğradı.
Bağdat’ın sert tepkisine karşı Davutoğlu, “yeni asker sevkini durdurduklarını, yapılanın Irak’ın egemenlik haklarına en küçük bir karşıtlık içermediği ve sadece IŞİD’e karşı olduğu” şeklindeki açıklamalarla, içine girilen krizi yumuşatmaya çalışmakla birlikte, gönderilmiş askerleri çekmeye de yanaşmayan bir tutum ortaya koyuyordu.
Ancak Bağdat’ın, bu oldubittiyi kabullenmeme konusundaki ısrarla, konuyu BM Güvenlik Konseyi’ne taşıması ve bunu takiben ABD dâhil diğer devletlerin eleştirel diplomasisi sonucunda AKP, Başika’daki güçlerinin bir kesimini geri çekmek zorunda kaldı.
Ne ki bunun sınırlı ve Irak Kürdistanı’na bir çekilme olduğu dikkate alınacak olursa AKP’nin, nüfuz politikası konusundaki direncinden vazgeçmediği görülüyor. Aksine verilerin bize gösterdiği tablo, Başika’ya yönelik tahkimatın basit bir eğitim güvenliği adımı olmadığını, aksine, izlenen stratejik perspektif çerçevesinde, Suriye’de kaybedilen mevzinin Irak üzerinden ikâme edilmesi olduğunu gösteriyor.
Nitekim bu kısmi geri çekilme, Başbakan tarafından, yanlıştan geri çekilme olarak değil, “tanzim” olarak tanımlanırken, diğer yandan da “Irak hükümetiyle her türlü işbirliğini yapmaya hazırız” denilerek Bağdat’tan duruma rıza alınmaya çalışılıyor.
Ancak Bağdat’ın, kısmi değil tam geri çekilme talebini yineleyerek gösterdiği kararlılık, sorunun bir kriz alanı olarak derinleşeceğini gösteriyor.
***
Kendi hava sahasını 17 saniye ihlal eden Rus uçağını düşürerek egemenlik hakları konusunda, “pireye kızıp yorgan yakacak” denli abartılı hassasiyet geliştirmiş bir iktidarın, en küçük bir meşruiyet dayanağına sahip olmadığı halde Irak topraklarına bir tabur ve 25 tankla kalıcı olmaya çalışmasının hiçbir meşruiyet dayanağı olamayacağı açıktı. Dahası Bağdat’ın Türk askerini istemediğini açıkça ve defaatle belirttiği, bunu egemenlik haklarının ihlali ilan ettiği bir gerçeklikte hiçbir gerekçe, Türkiye’nin Başika’daki askeri kurumlaşmasına uluslararası bir destek alabilmesini sağlayamaz.
Üstelik Irak’taki konumlanmanın, “egemenlik ihlali değil IŞİD’e karşı” gerekçelendirmesiyle meşrulaştırması da mümkün değil. Kaldı ki Suriye’de IŞİD’e karşı operasyona katılmamak için bin dereden su getirmiş bir siyasetin Irak'ta askeri üs kurmasını bu şekilde gerekçelendirmesinin inandırıcılığı da olmaz. Tüm enerjisini Kürt kurumlaşmasını ve Şii-Alevi egemenlik alanlarını geriletmeye yönlendirmiş, dahası bu çerçevede IŞİD’e karşı, en iyimser ifadeyle açık kapı politikası izlemiş bir Türkiye’nin IŞİD’e karşı sözlerinin uluslararası politikada karşılığı yoktur.
“Onlar çağırdığı için gittik” gerekçelendirilmesi de, Bağdat’ın, AKP oldu bittisini “savaş nedeni bir tecavüz” olarak açıkladığı mevcut gerçeklikte tamamen hükümsüzdür. Bu durumda, gerçekten de Irak topraklarında hak iddiası olmayan ve uluslararası hukuka saygılı bir komşuya düşen biricik davranış, hızla geri çekilerek iyi komşuluk ilişkilerine ve hukuka dönmektir. Oysa Türkiye hala orada kalabilme mazereti üretmeye ve güçlerini orda tutmaya devam ediyor.
***
Bu gerçeklikte söylemin ve ayrıntıların ötesine geçerek, söz konusu askeri yerleşimin stratejik nedenlerini belirginleştirmek gerekiyor. Bu aynı zamanda Türkiye halkının, yoksul çocuklarının ölüme yollanması dâhil göreceği zararları önlemek açısından da zorunlu.
Daha üç hafta önce Rus uçağının düşürülmesiyle yaşanan ve kolay kolay da atlatılamayacağı görülen krizle birlikte düşünüldüğünde, Başika’da gerçekleştirilen bu hamle, AKP’nin dış politika konseptinin Türkiye için ne denli büyük bir risk haline geldiğinin yeni bir göstergesi oluyor.
Adeta ikide bir komşu mahallelere arbışan ve gün günden mahallenin güvenlik sorunlarını arttıran bir iktidar aklı karşısındayız.
Üstelik uçak krizi özgülünde de görüldüğü gibi bu politika, tüm halka dayattığı ekonomik bedeller ve güvenlik riski bir yana, iktidarın bölgede sağlamak istediği rolü de imkânsızlaştırmış görünüyor. Daha şimdiden, AKP’nin yönlendirdiği güçlerin Bayır-Bucak’ta ciddi mevzi kaybına uğraması bir yana, “güvenli bölge” dayatması da imkânsızlaşmış durumda. Öyle ki gelinen noktada Türkiye, ABD’nin de zorlamasıyla kendi sınırının gerisine çekilmek zorunda kalmaya başlamış görünüyor.
Suriye’nin bütünü üzerinde hâkimiyet kurma hayaliyle atılan adımların, yeni Suriye’de etkin güçlerden biri olabilmeyi bile imkânsızlaştırmış olması, AKP’nin gerçeklikten kopma halini derinleştiren bir işlev görmektedir. Tam anlamıyla, “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” hali söz konusu.
Ancak bu durum siyasetin kökten değişimi yerine agresif tutumları ve yanlış hamleleri arttıran bir işlev görüyor. Nitekim bölgenin yeniden düzenlenme çabalarının hız kazandığı mevcut atmosferde Başika kampını askeri bir üsse çevirerek Suriye’de kaybedilen mevziyi Irak’tan ikame etme atağı, bu gerçeklikten kopma halinin yansıması oluyor.
Görülen o ki, hesapsız bir şekilde Rusya uçağının düşürülmesinin Suriye’de mevzi kaybına neden olması gibi, Başika’daki hesapsız güç tahkimatı da Irak merkezi yönetimiyle ilişkilerin ciddi bir krize girmesine yol açmıştır.
“Rol üslenen değil düzen kuran ülke” vizyonunun Türkiye ve bölge gerçekliğiyle uzlaşmazlığı, AKP’nin, Türkiye’ye zemin kaybettirmesine ve bölgenin acılarını artırmasına neden oluyor.
***
Suriye’de kaybedilen mevzilerin Irak’tan ikame edilmesi ve muhtemel bir Musul operasyonu için masada konum güçlendirilmesi planlaması olarak Başika tahkimatı, stratejik derinliğin bir kez daha duvara çarpması olmuştur.
Esasen son 5-6 yıldır Irak merkezi yapısına yapılan ve Sünni toplumun egemenlik alanını genişletme amaçlı müdahale çizgisi, Bağdat’la ilişkilerin tıkanmasını getirdiği gibi, Musul’da onun altını boşaltmaya yönelik Başika atağının akamete uğramasına kaçınılmaz kılmıştır.
AKP iktidarının, halen Suudi Arabistan ve Katar ile birlikte izlediği Irak siyaseti, Musul’un Sünni güçlerce kurtarılması ve Irak merkezi iktidarında daha geniş bir Sünni egemenlik alanı elde edilmesini amaçlamaktadır. Nitekim Cumhurbaşkanı'nın; “Şu anda burada bu adım atılırken buradaki Sünnilerin durumu ne olacak? (…) Bütün bunların bir eğit-donatla bir güvenlik altında kendilerini koruma içgüdüsüne ihtiyacı var. Ve burada atılan adımların hepsi buna yöneliktir” sözleri de bu durumu ifade etmektedir.
İran’ı bloke etmekle açıklansa da müttefikleriyle birlikte AKP’nin izlediği siyaset Sünni mezhepçiliktir ve eğer Sünni egemenliğine yaramayacaksa, örneğin Musul’un IŞİD’ten geri alınması da, bizzat bu blokun durdurmaya çalıştığı bir durum olarak belirginleşmektedir. Nitekim aynı politika Suriye’nin Cerablus kentinin de, Kürtlerin eline geçeceğine IŞİD’in elinde kalsın diye düşünen bu mevzilenmenin yansıması olarak IŞİD’in elinde kalmaktadır.
Bu bağlamda IŞİD, Sünni dünyanın Şii dünyaya karşı sürdüregeldiği tarihsel mücadelede, açıkça sahiplenilmeyen ama kollanan “kötü kardeş” konumundadır. Bu nedenledir ki IŞİD’in tuttuğu egemenlik alanından yana bu güne kadar en küçük bir rahatsızlık gösterilmemiştir. Nitekim IŞİD’i etkisizleştirmeyi önceleyen Batı ve Rusya-İran’ın aksine, Esad’ın devrilmesini esas alıp onun yerine Sünni-İslamcı ve Arap bir Suriye hedeflenirken, Kürtlerin bu Suriye’de bir statü elde etmesi de engellenmektedir.
Diğer yandan AKP Türkiye’sinin, bu Sünni bloktan ayrıca, Türkiye’nin seküler-Türkçü güçleriyle birlikte Irak ve Suriye’ye yönelik izlediği ve esas hedefi içerideki iktidarını başkanlıkla tahkim etmek olan ikincil bir pozisyonu daha bulunmaktadır. Bu ikinci çizgi, Türkmenlere ait olduğu varsayılan Musul, Kerkük, Bayır-Bucak gibi bölgelerin tarihsel hak iddiasıyla Türkiye’ye ilhakını rezervde tutmaktadır. Bu çizgi aynı zamanda, görece küçültülmüş ve Barzani önderliğinde sabitlenmiş bir Irak Kürdistanı’nı da hazmetmiş görünmektedir ki bu ittifak, (bir başka yazıda değerlendirmeye çalışacağım gibi) bölgenin doğal dengeleri ve demokratik dinamikleri aleyhine bir işlev görmektedir.