Bilindiği gibi son yıllarda özellikle gelişmiş ülkelerde ırkçılık yükselmekte ve bu durum, haklı ve gerekli olarak, önemli bir sorun düzeyinde ele alınmakta, tartışılmakta, nedenleri ve çözümleri üzerinde kafalar yorulmaktadır.
Hemen belirtmek gerekir ki neden gelişmiş ülkelerde ırkçılığın yükselmesi sorundur da dünyanın başka coğrafyalarında ırkçılığın yükselmesi sorun değildir? Mesela Somali’de, İran’da, Irak’ta ve elbette Türkiye’de yüksek olan ve daha da yükselen ırkçılık, neden gündem olmaz, tartışılmaz? Buralarda ırkçılıktan kaynaklanan vahşet dolu savaşlar yaşanırken, neden kimse bunu bir sorun olarak ele almaz, tartışmaz? Bu sorunun bir yanı.
İkinci olarak Avrupa dışındaki ülkelerde yaşanan ırkçılığın neden sorun olarak görülmediğini, yazının başına almanın nedeni, bu sorunun ve bu soruya verilecek cevabın yükselen ırkçılıkla doğrudan ilgili olmasıdır. Dünya ve insanlık, egemenlerin bu tür sözde ‘doğruları’ üzerinde anlaşılmaya, anlatılmaya ve yönetilmeye çalışıldığı için ırkçılık yükselmektedir.
Egemenler, yani emperyalist tekelleri ve onların yerel dayanakları, dünyanın büyük bir kısmının yer altı yer üstü zenginliklerini sömürmekte, oralarda yaşayan halkların kanını emmekte, herhangi bir engel tanımıyor, hiçbir beis görmüyorlar. Ama o ülkelerin gencecik insanları yaşadıkları yoksulluktan veya mahkûm edildikleri savaşlardan dolayı Avrupalara gelmeye kalkıştıklarında, ‘vay mülteciler geliyor’ diye kıyamet kopuyor. Bütün devletler, her türlü mekanizmalarını harekete geçiriyor, mültecilerin gelmesini engellemeye çalışıyorlar. Halbuki hiç kimse, çok önemli bir sebep olmadan, anayurdunu, doğup büyüdüğü toprakları terk etmek istemez. Hiç kimse dilini, kültürünü bilmediği gurbet ellerinde, sayısız aşağılanmaya ve ötekileştirmeye katlanmayı tercih etmez. Hiç kimse bir dizi kahredici muameleye maruz kalmayı gönül rızalığıyla kabul edecek kadar kendisine düşman, sadist değildir.
Aslında emperyalistler ve onların yerli dayanakları olan devletler, kuralsız sömürü ve savaş politikalarıyla, zaten ırkçılığı üretmekte ve büyütmektedirler. Emperyalist sistemin azgın sömürüsüyle, zaten var olan sömüren/sömürülen farklılığı daha da katlanılmaz derecede derinleşmiştir. Bu toplumsal farklılığın yaratacağı tehlikeleri önlemek isteyen sistem, ‘üstün ırk’ teorisini geliştirmiş ve buna sarılmıştır. Böylece ezilen ve sömürülenlerin sistemle hesaplaşması önlenmiş olmaktadır.
Bu şekilde işleyen sistem, yoksulluktan kurtulabilmek isteyen milyonlarca insanın, topraklarını terk ederek ‘mülteci’ olmasına yol açmış olmaktadır mülteciliğin bir diğer kaynağı ise, toplumsal farklılıklardan yaratılan savaşlar ve anti- demokratik faşist siyasal sistemlerdir ki bunu yaratan da yine aynı sömürü ve zülüm düzenidir. Milyonlarca insanın mülteci olarak kendi topraklarından kopartılmasına yol açan bu iki gelişmeyi yaratanlar ise egemenlerdir.
Mülteciliğin doğmasına yol açan bu iki gelişme, yani yoksulluk ve savaşlar, aynı zamanda ırkçılığın da hem kaynağı hem de büyütülmesinin aracıdır. Yoksulluk ve savaş sonucunda, mülteci olarak bir Avrupa ülkesine kapağı attığında kurtulduğunu sanır. Halbuki buradan da mağduru olduğu ırkçılığın bir başka türlüsüne maruz kalacaktır. Bu defa geldiği ülkenin egemenleri, alttan alta ve bin bir türlü propaganda araçlarıyla, mültecileri, her türlü melanetin sorumlusu olarak ilan edecekler. Bunun sonucunda yerli halkın nefretinin körüklendiği mülteci, yeni bir ırkçılığın sebebi, sorumlusu ve yaratıcısı olarak itham edilecek, suçlanacaktır. Yani ırkçılık, sermayenin iki yönlü kar ettiği bir süreçtir. Mültecilik ise insanların farklı bir zor yöntemiyle topraklarından kopartılmasının sonucunda ortaya çıkan bir olgudur.
Sömürünün selameti için yoksulluk ve savaş yoluyla ırkçılığı üreten ve büyüten sermaye sistemi, yükselen ırkçılığın günah keçisi olarak mültecileri işaret etmektedir. Böylece sistemin yoksullaştırdığı Avrupalılar, mültecilere düşmanlaştırılarak bunun üzerinde ırkçılığın gelişmesi sağlanmaktadır. Tam bu noktada başlıyor, ‘ırkçılık neden bu kadar gelişiyor’ sorusu.
Avrupa’da ırkçılık, bir, Avrupa devletlerinin sömürünün selameti için mültecilerin geldiği ülkelerde, yani ekonomik olarak gelişmemiş ülkelerde yaptıkları kuralsız sömürüden dolayı gelişiyor. Egemenler, sömürü devam etsin diye, toplumsal, dini ve etnik farklılıklardan savaş ürettikleri için ırkçılık gelişiyor, iki. Üçüncüsü Avrupa devletleri mültecilere insanca davranmadıkları onları sürekli olarak ötekileştirdikleri için ırkçılık gelişiyor. Dördüncü olarak, Avrupa devletleri, mültecilerin geldiği ülkelerde yaşanan anti-demokratik, faşist siyasal sistemlere karşı tutarlı davranmadıkları, onların faşist politikalarına tavır almayıp uzlaştıkları için, ırkçılık gelişmektedir. Avrupa devletlerinin faşist diktatörlere çok fazla ses çıkartmadığını, hatta çok fazla birlikte olduğunu gösteren örnekler az değildir. Gerçek şu ki ırkçılık, günün egemenlerinin her biçimde yararlandığı bir olgudur gelişmesinin nedeni de budur.
Bütün bunlarla birlikte ve bunlardan ayrı olarak, Avrupa devletlerinin mültecilere yönelik bu sorunlu politikasının daha vahim bir sonucu yaşanmaktadır. Mülteciler, sürgün geldikleri, kendilerine hiçbir yaşam imkânı sunmamış olan ‘sözde’ kendi devletlerinin inayetine muhtaç hale getirilmekte, böylece o devletlerin bu insanları kendi ırkçılıklarına alet etme olanağı sunulmaktadır. Türkiyeli göçmenlerin ırkçı/gerici Türk kurumları eliyle Türk devletine payanda yapılması gibi.
Aslında bu devasa insanlık sorununun çözümü çok basit. Devletler mültecilere doğru yaklaşmalıdırlar. Mülteciler ne görgüsüz insanlardır ne de teröristtir. Mültecilik arzu edilemeyen koşuların yarattığı bir sonuçtur. Ve bu insanların büyük bir kısmı mülteci bile sayılamayacak kadar buralıdır.
Çözüm halkların kardeşliğine uygun olarak özellikle devletlerin ortaya koyacağı pratiklerle sağlanacaktır. Mültecilerin geliştirdiği demokratik tutum, ırkçılığın panzehirdir. Irkçılık önlenmek isteniyorsa, yapılması gereken ilk iş, Türk devletinin burada yaşayan Türkiyelileri örgütlemesini sağlayan imkân ve mekanizmalar ortada kaldırılmalıdır. Bu amaçla çeşitli demokratik düzenlemelerin yapılması, yasal, idari ve ekonomik tedbirlerin alınması gerekir.
İkincisi mültecilere dair bütün ötekileştirici koşullar, uygun yöntem ve periyotla ortadan kaldırılabilinir Üçüncüsü mültecilerin geldiği ülkelerde yaşayan anti demokratik faşist ve gerici rejimlerle ilişkiler salt maddi çıkarlar üzerinden kurulmamalıdır. İnsan hakları ve demokratik değerler, maddi çıkarlardan önce gelmelidir. Bu yolla mültecilerin gelmesinin asıl nedenlerinden birisi ortadan kaldırılmalıdır. Dördüncü olarak, eğer devletler mültecilerin giderlerini sorun ediyorlarsa, kolayı var, her devlet, kendi ülkesine gelen mültecinin giderlerini o ülkede faaliyet yürüten şirketlere yüklesin. Böylece o ülkelerin kaynaklarını sömüren tekellerin ikiyüzlülüğünü görmek mümkün olacak ve gerçek demokrasi için mücadele edenlerin önü açılacaktır.
Irkçılık mutlaka engellenmek isteniyorsa beşinci olarak, mülteci diye basite alınan toplumsal guruplardan özellikle Kürtlerin ve Alevilerin ortaya koydukları demokratik değerlere gereken özenin gösterilmesi, desteklenmesi ve bu değerlerle bütünleşilmesi gerekir.
Bütün bunlar yapılmadığı için ırkçılık gelişmektedir. Genel olarak mülteciler ötekileştirilerek aşağılanırsa, Kürtler ve devrimciler suçlu gösterilip itham edilirse, Türkler, Türk devletinin ırkçı ve gerici çalışmalarının zemini haline getirilirse, toplumun geri unsurları da ırkçı olurlar.
Avrupa halkları ırkçılığı geriletmek için, mülteci halklarla birleşmeli, mülteciler sorunlarını Avrupa halklarının sorunlarıyla ve onların gücüyle birleştirmelidirler. Çözüm ortak ve birleşik mücadelenin eseri olacaktır. Eşit ve özgür gelecek, birlikte mücadele yoluyla yaratılacaktır.