Siyaseti bir ideolojik eksene dayanan bütün rejimler gibi Türkiye’deki eksen merkezli siyasetler de beklenen sona ulaştı; tıkandı. Şimdi Anayasa Referandumu ile bu tıkanıklık aşılmaya çalışılıyor.
Türkiye’de siyasetin bir anlamda rejimin tıkanması nedensiz değil. Rejimin yapılanmasında derin sorunlar var. Bu sorunlar AK Parti iktidarları döneminde ağırlaşmış olabilir ama onunla oluşmaya başlamadı. Türkiye’de demokrasinin gerçek anlamda yerleşmesi, sorunun sonuçlarıyla değil, nedenleri ile ilgilenmeyi gerektiriyor.
Cumhuriyetin ilanından bu yana Teşkilat-ı Esasiye Kanunu olarak bilinen ve 20 Ocak 1921 tarihinde kabul edilen ilk anayasadan sonra Türkiye’de toplam 4 anayasa yapıldı. Bu süre içinde 65 tane hükümet gelip, gitti. 12 Eylül anayasası diye bilinen 1982 Anayasası 4 kez referandum yoluyla olmak üzere toplam, 17 kez değişikliğe uğradı. Son iki referandum (2007 ve 2010) AK Parti iktidarları döneminde yapıldı. Kabul edildiğinde 177 maddesi bulunan 1982 anayasasının 113 maddesi, yani yarısından fazlası değiştirildi.
Bunları niye aktarıyorum? Bu düzlemde yapılan değişiklikler Türkiye’nin gerçek sorunlarını çözmemiş, sadece yapay, geçici sonuçlar üretmiştir. Türkiye’de sorunun kaynağını başka yerde aramamız gerektiğini, görmemiz gerekiyor. Sadece sonuçlarla uğraşmak, daha ağır sonuçların doğmasına yol açar. Yaşanılan tam da budur.
Denecektir ki, “Bu seferki referandum başka! Başkanlık Sistemi’ne geçiliyor.” Ben sorunun şimdiki ve sonraki –referandum sonrası- arasında kıyaslama yapılarak tartışılmasından yana değilim. Çünkü öncesi ve sonrası aynı zeminde bulunuyor. İkisi de Türkiye’nin gerçek sorunlarıyla yüzleşmesine izin vermiyor. Örneğin hayırcıların ezici çoğunluğunu temsil edenler ile evetçilerin Türkiye’nin temel sorunlarına yaklaşımlarında niteliksel bir farklılık yoktur. Her iki tarafta sorunları yok sayma ve olmuyorsa şiddetle bastırma, yok etme mantığına sahip. Hatta bu konuda bir yarış içerisindedirler. Bu durumda iki zemin arasında bir seçim yapmak, Türkiye’ye yapılmış en büyük kötülük olur. Bu kötülük, Türkiye’nin kendi sorunlarıyla yüzleşmesini ertelemektir. Kendi sorunlarıyla yüzleşmeyen bir Türkiye’nin her alanda ne durumda olduğunu yaşayarak öğreniyoruz. Türkiye’nin gerçek anlamda demokratikleşmesi buradan, kendi sorunlarıyla yüzleşmesinden geçiyor.
Peki Türkiye sorunlarıyla nasıl yüzleşecek? Onu engelleyen ne? Başka ülkeler yaparken neden Türkiye bundan kaçıyor?
Bu durum Türkiye’de rejimin yapılanması ile doğrudan ilişkilidir. Ve sadece Türkiye’ye özgü değil. Kimlik, inanç ve sınıf ekseni ideolojiler üzerine kurulmuş bütün rejimlerde durum böyledir. Kendi sorunlarıyla yüzleşmekten kaçınmaktadırlar. Bu nedenledir ki günümüzde en sorunlu ülkeler de bu tipte örgütlenmiş ülkelerdir.
Türkiye’de Cumhuriyet ve dolaysıyla rejim çatışmalı bir zemin üzerine kuruldu.
Kimlik (ulus) eksenli siyaseti benimsemesiyle Cumhuriyet, zaten böylesi tıkanmalara mahkum olarak doğdu: “Müreffeh bir Türkiye!” söylemiyle yola çıkıldı, 23 yıl sonra müreffeh bir tarafa, rejim santim ilerleyemez oldu. Tek parti iktidarı döneminin sorunları baskıyla çözme metotlarında ısrar eden çok partili dönem, kimlik eksenine bir de inanç (İslam) eksenini ekleyince, çok daha kısa sürede tıkandı. Devreye peş peşe askeri darbeler girdi, fakat bunlar da fazla işe yaramadı. -Yukarıda anlattığımız anayasa değişiklikleri gibi sivil müdahaleleri de bu kapsamda değerlendirmek gerekiyor-
Yapılan bütün müdahaleler, kimlik ve inanç ekseni üzerine oturan Cumhuriyet’i korumak, yaşatmak amaçlı olmuştur. Onun farklı ulus, inanç ve kültürlerden oluşan Türkiye halklarının insan olmaktan doğan ihtiyaçlarına dönük bir kurumlaşmaya gitmesi için çaba gösterilmemiştir. Cumhuriyet’i baskılandıran onu işlevsizleştiren bu sorunlar iken, bunlar görmezlikten gelinmiş ve sorunların kaynağında iyi parti-kötü parti veya iyi yönetici-kötü yönetici tiplemeleri aranmıştır.
Her kuşak kendi döneminin canlı tanığıdır. CHP, Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi, askeri darbeler vs. hangi dönemin kuşağı bu partilerin baskı ve zulmüne uğramadı? Sadece Türkiye’de değil, ideolojik eksenli bütün rejimlerde kuşaklar, dönemlerinin parti veya liderlerinin hışmına uğramışlardır. Demokratik bir format atılmamış bütün rejimler, virüs girmiş sistemler gibidirler. Ne yapacakları belli olmaz.
1920’lerde “Müreffeh Türkiye,” “1950’de “Küçük Amerika olacağız,” 1970’lerde “Avrupa ile bütünleşeceğiz,” 1980’lerde “Büyük ve Güçlü Türkiye,” 2000’li yıllarda “Yeni Türkiye,” şimdilerde ise “Dünya Devleti.” Her dönemde halk bu ajitatif sloganlarla umutlandırıldı, ama bunların hiç biri gerçek çıkmadı. Değişik bir anlatımla, halk aldatıldı.
Bulunduğunuz yerden başlayarak bir daireyi takip ederseniz, başladığınız noktaya varırsınız. Cumhuriyet’in Türkiye versiyonu, bu ülkede neredeyse yüz yıllık bir geçmişe dayanıyor. Yüz yıl, beş kuşak bir insan geçmişi demek. İlerleme adına kocaman bir daire kat edilmiş, varılan yer ise Cumhuriyet’in kurulduğu ilk nokta olmuştur. Anayasa referandumuyla başa, Cumhuriyet’in kurulduğu döneme, “tek adam” dönemine dönülmüş olunacak. Altıncı kuşak dede ve babaların geçtikleri yola, ama sorunları daha ağırlaştırılmış yola, yeniden sokuluyor.
Türkiye’nin “müreffeh,” “güçlü,” “yeni,” “dünya devleti” olabilmesinin yolu önce sorunlarını tanımlaması ve çözümünü gerçekleştirmesinden geçiyor. Ne ki, ideolojik eksenlerden beslenerek ayakta durmaya çalışan ülkelerin bunları yakalama şansı yok. Bu ülkeler, sorunları tarafından kuşatılmaktan ve sık sık kaos ortamına sürüklenmekten kurtulamayacaklar. Anayasa referandumunun sonuçları ne olursa olsun, çıkan sonuç belki rejimin ömrünü biraz uzatır, ama düzlüğe çıkarmaz.
Kaybedilecek zaman bu ülke ve halkaları için çok önemlidir.