Egemen siyasetin meşruiyet kaybı
Federal Parlamento Seçimleri Almanya’daki “büyük” partiler arasındaki güç dengelerindeki değişimi açığa çıkardı. Her ne kadar bu gerçek asıl belirleyici olan toplumsal güç dengelerinde bir değişime yol açmasa da emperyalist-kapitalist devletlerin karşı karşıya bulundukları çoklu krizlere çözüm getiremediklerine ve özellikle toplumsal rıza üretiminde zorluk çekmeye devam ettiklerine işaret etmektedir. Seçimler bununla birlikte, SPD’nin birinci parti olmasına ve Yeşiller partisinin oylarını artırmasına rağmen, sağın güçlendiğini göstermektedir. Ama kanımızca seçimlerin en önemli sonucu, egemen siyasetin meşruiyet kaybının belirginleşmiş olmasıdır.
Bir kere seçmenlerin yüzde yirmi beşi seçimlere katılmadı. Bu hayli yüksek bir rakam ve önceki seçimlerdeki tandansın kalıcılığını kanıtlıyor. Bu rakama Almanya’da yaşayan, ancak seçme-seçilme hakkına sahip olmayan yaklaşık on milyonluk göçmen nüfusunu katarsak o zaman oluşacak Federal Hükümetin, ki hangi partinin öncülüğünde olursa olsun, toplumun yarısını dahi temsil etmekten uzak kalacağını tespit edebiliriz. Toplumun yarısını temsil etmeyen bir siyasetin söz konusu çoklu krizlere çözüm getiremeyeceğini de öngörmek pek zor değil.
Seçim sonuçlarına baktığımızda CDU/CSU ve SPD gibi “geniş kitlesi olan halk partisi” diye tanımlanan partilerin yeni yüzyılın başlarında sahip oldukları seçmen tabanını çok daralttıklarını görebiliriz. Tekelci burjuvazinin en önemli siyasi temsilcisi olan Hıristiyan Birlik Partileri CDU ve CSU 16 yıllık Merkel iktidarının sonunda seçmenlerin sadece dörtte birinin oyunu alabildi. Seçimi birinci sırada bitiren SPD ise sadece yüzde 25,7 ile birinci parti olabildi. Halihazırda bu iki partinin yeniden “Büyük Koalisyon” kurma ihtimali zayıf görünüyor.
Seçimin kazananları
Görünürde Yeşiller ile FDP seçimlerin kazananları olarak lanse edilmektedirler. Sahiden de Yeşiller partisinin yüzde 14,8 oy alması önemli bir başarı. Ancak bu Yeşiller açısından buruk bir başarı, çünkü Şansölye adayı çıkartarak kapitalizmi modernize edecek ana sermaye partisi olma hedeflerini ilân etmişlerdi. Bunu başaramadılar, ama her türlü hükümetin ortağı olabilecekler. Gene genç seçmenlerin yüzde yirmisini kendilerine bağlamaları da bir başarı sayılabilir, ki bunun nedeni iklim korunması konusunda toplumun hassas olması ve böylesi politikaları Yeşillere bağlamasıdır.
Aynı şekilde FDP de genç seçmenlerin yüzde yirmisinin desteğini alabildi. FDP’nin yüzde 11,5 gibi bir oranla “Kral yapıcı” rolüne oturtulması, uzun zamandır sermaye kesimlerinin burjuva medyası üzerinden yürüttüğü stratejinin bir sonucudur. FDP özellikle Birlik Partilerinin güven kaybından faydalanabildi. Bununla birlikte son Merkel hükümetinin salt siyasi kriz yönetiminden öteye gidememesi nedeniyle oluşan değişim rüzgârı lehlerine oldu.
Ancak seçimin asıl kazananlarının tekelci burjuvazi ve sermaye kesimleri olduğu tespit edilebilir. Çünkü SPD ve Birlik Partileri bir yana, yeni hükümetin ortakları olacaklarına kesin gözüyle bakılan Yeşiller ve FDP sermaye lehine yürütülecek politikanın güvenceleridir. Transatlantikçi sermaye fraksiyonlarının sözcülüğüne soyunan Yeşiller partisi gerek Rusya karşıtı pozisyonları gerek Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı yaptırımcı yaklaşımları, gerekse de askeri-sınai kompleksin destekçisi olmalarıyla sermaye çıkarlarını temsil ettiklerini gösterdiler. Diğer yanda neoliberal uygulamaları ısrarla savunan FDP parti programı itibariyle ihracatçı sermaye kesimlerinin çıkarlarının güvencesi. Aynı zamanda iki parti de iklim korunması, dijitalleşme ve alt yapı yatırımları konusunda tekelci burjuvazinin çıkarlarıyla örtüşen hedefleri savunmaktalar. O açıdan iklim krizini ve yeni meydan okumaları özel sermaye birikimine yarayan güçlü fırsatlara çevirmek isteyen tekelci burjuvazinin temsilci çeşitliliğine kavuştuğunu da söyleyebiliriz. İster SPD, isterse de CDU/CSU öncülüğünde olsun, sermaye kesimleri “Kral yapıcı” FDP ve Yeşiller üzerinden kendi çıkarlarına yarayan iç, dış, ekonomi, maliye ve sosyal politikaların uygulanmasını dayatabileceklerdir.
SPD, CDU/CSU, Yeşiller ve FDP ile Federal Parlamento çoğunluğu ezici biçimde sermaye kesimlerinin lehinedir. Şansölyenin adı Laschet veya Scholz olsa da bu gerçek değişmeyecektir. Bununla birlikte bir milyon oy kaybederek yüzde 10,3 oy alan ırkçı-faşist AfD ile çoğunluk toplumunun merkezine yerleşik ırkçı yaklaşımlar kalıcı parlamenter formasyona kavuşmuş ve bu biçimiyle sağdan baskıyı artıracak yapı yerleşik olmuştur. Kaldı ki CDU/CSU şimdiden gerekli olduğundan Doğu eyaletlerinde neredeyse birinci parti hâline gelen ırkçı-faşist AfD’yi hükümete taşıma sinyallerini vermektedirler. Tüm bu nedenlerden dolayı meşruiyet kaybı yaşayan egemen siyasetin daha sağa kayacağını, neoliberalizm ile yayılmacı militarizme ağırlık vereceğini öngörebiliriz.
Reformizmin fiyaskosu
Sadece SPD ve Yeşiller'e bir milyona yakın seçmen kaptıran Sol Parti (DIE LINKE) ise oylarının yarısını kaybederek yüzde 4,9 ile baraj altında kaldı. Üç doğrudan seçilen milletvekili sayesinde meclise ancak 39 milletvekili göndermektedir. Aslına bakılırsa Sol Partinin aldığı bu hezimete kimse sevinmemeli, çünkü partinin parlamenter geleceği ve bu bağlamda sayısız toplumsal hareket ve girişimin siyasete etki mekanizmaları tehlike altına girmiştir. Nihâyetinde Federal Parlamento’da zayıf temsiliyete sahip bir Sol Parti'nin toplumsal bağları da zayıflayacak, sendikalar, barış hareketi ve toplumsal girişimler parlamentodaki seslerini yitirmiş olacaklardır.
Sol Parti'nin hezimeti ilk başta kendi sorumluluğundadır. Özellikle parti aparatında ve meclis gruplarında etkin olan hükümet sosyalistlerinin partiyi egemen siyasete eklemleme gayretleri, SPD ve Yeşiller'in kabul etmemelerine rağmen oluşturacakları hükümete ortak olarak yamanma çabaları, yoksul kesimler ile işçi sınıfı arasındaki bağlarını koparmış olmaları ve parti içi iktidar kavgalarını ulu orta yapmaları bu sonucu çok öncesinden hazırlamıştır. Sol Parti'nin basit bir SPD kopyası olmaya çalıştığını gören seçmen, “orijinali dururken kopyasına oy verilmez” tavrını sergilemiştir. Egemen siyasetin seçim propagandasını apolitik bir kişiselleştirme stratejisiyle yürütmesine etkin bir karşılık veremeyen reformizm kendi kendisini gereksiz kılmıştır.
Halbuki yoksulluğun yaygınlaşması, tam gün çalışılmasına rağmen sosyal yardımı zorunlu kılan düşük ücret sektörünün genişlemesi, emeklilikte yoksullaşma, kiraların rekor seviyelere ulaşması, bakım ve sağlık alanında özelleştirmeler, Federal Ordunun on iki ülkede savaşlara katılması, militarizm ve silahlanma, ırkçılık, demokratik ve sosyal hakların kısıtlanması vb. gibi sayısız politika alanında söz söyleyecek, etkin direniş sergileyecek bir siyasi sola ihtiyaç duyulmaktaydı. Sol Parti bu ihtiyacı iktidarın “Kedi Masasına” oturtulma sevdasıyla bertaraf etmiş ve böylelikle kendisi bertaraf olmuştur.
Sonuç
26 Eylül 2021 Federal Parlamento Seçimleri emekçiler, işsizler, emekliler, yoksul kesimler ve göçmen ve mülteciler açısından tam olarak bir felaket anlamına gelmektedir. Yani seçimin kaybedenleri ezilen ve sömürülen sınıflar olmuştur.
Avrupa açısından orta vadede yayılmacı ve militarist siyasetin ağırlık kazanacağından hareket edebiliriz. Avrupa sınırlarına daha yüksek görünen ve görünmez duvarlar örecek, Ortadoğu’da, Kafkaslarda, Balkanlar, Akdeniz ve Afrika’da daha saldırgan politikalar izleyecek, Karadeniz’in NATO denizi hâline getirilmesine ve Rusya’ya karşı düşmanca tavırların geliştirilmesine katkı sağlayacak ve Pasifik ihtilafını körükleyen bir rol üstlenecektir. Bu bağlamdan barış siyasetinin ve dünya halklarının da Almanya seçimlerinin kaybedenleri olduğunu söyleyebiliriz.
Türkiye politikalarında da bir değişim olmayacaktır. Aksine Türkiye’deki egemen sınıflar daha fazla destek bulabilecek ve iktidarlarını daha sağlama alabileceklerdir.
Diğer yandan seçimin galibi olan SPD bir “Pirus Zaferiyle” karşı karşıya kalabilir. Yeni hükümetin uzun görüşmeler sonunda CDU/CSU, Yeşiller ve FDP koalisyonundan oluşması pek uzak bir ihtimal değil. O açıdan sınıf mücadelesi başta olmak üzere, toplumsal direniş ocaklarını birbirlerine bağlayan, sosyalist eleştiriden vazgeçmeyen, emekçiler arasında örgütlenen, antiemperyalizmi, antikapitalizmi ve antifaşizmi bayrağı hâline getiren ve sokağın gücünü yeniden keşfeden bir sola ihtiyaç daha da artmıştır. Ancak şu anki Sol Partinin böylesi bir formasyon hâline gelmesi, parlamenter kretenizmden kopamadığı müddetçe, hiç olası değildir. Belki de bu, ihtiyaç duyulan siyasi formasyonun başka biçimde ortaya çıkmasını sağlayacaktır.