Al Birini Vur Ötekine



Almanya’da NSU adlı ( Nasyonal Sosyalist Yeraltı ) örgüt Alman Gizli Haberalma Örgütü’nün yardım ve desteğiyle 2002-2007 yılları arasında sekizi Türkiyeli biri Yunan biri de Alman olmak üzere 10 kişiyi silahla katletti. Bu cinayetlerin faşist politik nedenleri apaçık ortadayken, Alman devleti tarafından bilinçli müdahalelerle farklı yönlere saptırıldı. Alman basını ise üzerine düşen görevi yapmak yerine ya devletin saptırılmış açıklamalarının peşinden gitti ya da olayı üçüncü sayfa haberi olarak değerlendirip, görmezlikten geldi. Cinayetlerin failleri, devlet katkısı olmaksızın bir süre sonra yakalanınca, katillerin başta polis olmak üzere resmi Alman kurumlarından yardım gördükleri gerçeği de açığa çıktı.


17 Nisan’da Münih’te bu davanın mahkemesi yapılacak. Ne var ki mahkeme basına sınırlama getirdi. Türk ve Yunan basını 'önceden başvurmadığı gerekçesiyle' mahkeme tarafından duruşma salonuna alınmama kararıyla yüz yüze kaldı. Böylece tartışmalar alevlendi.


Alman mahkemesinin dava sürecinde Türkiyeli ve Yunanistanlı gazetecileri salona almama kararı politik bir tavırdır ve hukuk adına büyük bir skandaldır. Bu karar ırkçı Nazileri cesaretlendiren bir tavırdır.


Avrupa Sürgünleri Meclisi Yürütme Kurulu, ırkçı katillerle ilişkilenen bu hukuk skandalını protesto etmek için heyetler oluşturarak 10 Nisan’da, Avusturya ve İsviçre’de Alman elçilikleriyle görüşüp kendi taleplerini içeren dosyaları verdiler. Almanya’nın Berlin ve Köln şehirlerinde basın toplantıları düzenleyip açıklamalar yaptılar.
Ama bilinmelidir ki, bu eylemler Türk basınını savunmak için yapılmadı.


Çabamız, bir yandan basın emekçilerinin yüz elli yılı aşkın zamandır sürdürdüğü zorlu mücadeleler sonucu kazanılan basın özgürlüğünü savunmak, öte yandan faşist katillere her türden desteği sunan polislerin ve Alman devletinin mahkeme önüne çıkarılıp yargılanması ve ırkçı cinayetlerin arkasındaki derin güçlerin deşifre edilmesi amacına yöneliktir.


Almanya Almanlarındır” diyerek cinayet isleyen Nazilerle logosunda “Türkiye Türklerindir” yazan ırkçı Türk basını arasında hiçbir fark yoktur. Sermaye guruplarının çıkarını savunanlar gerçeği yazamazlar ve kurumumuzun böyle bir beklentisi de elbette yoktur.


Türkiye’de Kürt gazetelerinin bombalandığı ve gazete dağıtıcılarının alenen güpe gündüz işlerinin başında öldürüldüğü; Parlamento Araştırma Komisyonu’nun hazırladığı raporlara göre muhalif yazarlardan, aydınlardan, sanatçı ya da düşünürlerden oluşan 17500 failli “belli” cinayetlere kurban edildiği; bugün bile yüzlerce gazetecini zindanlarında olduğu, Uluslararası İnsan Hakları Örgütü’nün “Basına karşı işlenen devlet suçları ve hak ihlalleri” raporunda Çin ve İran ile birlikte ilk üçte yer alan bir dehşet ülkesinde demokrasi, insan hakları ve basın özgürlüğü için kalem oynatmayıp sessiz kalarak bütün bu cinayetlere ortak olanların bugün milliyetçi reflekslerle ırkçı kardeşlerinin cinayetlerine güya “basın özgürlüğünden, tarafsız yargıdan, adaletten” söz ederek tartışma yaratmaları, bir yandan yüz astarlarının, ar damarlarının tam olarak ortadan kalktığını sergilemektedir.


Yakın tarihte birçok TV kanalı ve gazeteden Türk Başbakan’ın emriyle atılan gazeteciler karşısında dayanışma göstermeyenlerin, şimdi basın özgürlüğü sözünü ağızlarına almaları gerçekten bir insanlık ayıbıdır.


Bu mahkeme kararıyla birlikte Türk basını ayrımcılıktan, ırkçılıktan, adaletten, basın özgürlüğünden bahsetmeye başladı. Oysa bu ırkçı cinayetler işlendiği dönemde aynı basın bu cinayetleri magazin ağırlıklı ve magazin haberi değerinde sunmaya çalışmaktaydı. Böylece öldürülen göçmenlerin ailelerinin bir kez daha mağdur olmasına neden oldular. Cinayetlerin deşifre olmasından bugüne kadar ise, geçmişte mağdur ettikleri bu ailelerden özür bile dilemediler.


Öte yandan bu sahte basın özgürlükçülerinin tutumu, ırkçı cinayetler davasının özünü saptırmaya yönelik bir gayretin ürünüdür. Irkçı saldırılar sorunu mağdurların “Türk” olması nedeniyle değil, “yabancı” olmaları nedeniyle hedef seçilmişlerdir. Türklere karşı işlenen suçların yargılanması değil, ırkçılığın ürünü olan “bütün ötekilere karşı saldırgan ırkçı savaşın” mahkumiyeti için bütünleşmek gerekir. Bu kararı bahane ederek ırkçılığa en yakın duruş olan Türk milliyetçiliğini körüklemek yerine, bütün ötekileri kucaklayan, bütün halkların kardeşliğini hedefleyen, bu ideali büyüten bir özgürlük ve dayanışma bilincine hizmet etmeyi amaçlamalıdır.


Avrupa Sürgünleri Meclisi, bütün insan hakları ihlallerine karşı dimdik duruşunu sürdürürken, başta basın özgürlükleri olmak üzere bütün demokratik hakların da savunucusu olacaktır. Ve elbette her olayda birkaç ırkçı katili cezalandırarak olayı örtme eğilimindeki yargılama sistemlerini, ırkçılığın ve faşizmin yargılandığı platformlara dönüştürme çabasını kendisinin en doğal hakkı ve görevi olduğu bilincindedir.


Çünkü bu Meclis biliyor ki, ırkçılık ve faşizm yargılanmadığı sürece, ne sürgünlük olgusu bitecek ne de sürgünler tükenecektir yer yüzünde.