“Gerçeğin düşmanı
tabular ve inançlardır.”[1]
Pierre Boulez’in, “Benim için merak hayattır. Merak etmiyorsan tabutunun içindesin,” saptamasına değer veren birisi olarak, “tabuları” tartışmadan aklın özgürleştirilebileceğine inanmayanlardanım!
Hem de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, “Ey insanlar! İslâm zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lûtîliği, eşcinselliği lanetliyor. Nedir bunun hikmeti. Hastalıkları beraberinde getirmesi ve nesli çürütmesidir, bunun hikmeti. Yılda yüz binlerce insan gayri meşru ve nikâhsız hayatın İslâmî literatürdeki ismi zina olan bu büyük haramın sebep olduğu HIV virüsüne maruz kalıyor. Geliniz bu tür kötülüklerden insanları korumak için birlikte mücadele edelim,”[2] tehditkâr çığlıklarına rağmen!
Yeri gelmişken Max Stirner’in, “Tüm alçaklıklar tanrı adına yapılmadı mı, tüm kanlı idam sehpaları tanrı adına kurulmadı mı, insanlar yakılmadı mı, zındıkları öldürmek için mahkemeler ve Engizisyon onun adına kurulmadı mı, bütün aptallaştırma çalışmaları onun adına yapılmadı mı?” uyarısını aktararak Paulo Coelho’dan ekleyelim:
“Tanrı varsa, -ki ben olmadığına gerçekten inanıyorum-, insan aklının sınırları olduğunu da bilir. Yoksulluğu, haksızlığı, açgözlülüğü, yapayalnızlığı, bütün bu karmaşayı o yaratmadı mı?”[3]
* * * * *
Konuya ilişkin olarak öncelikle Mihail Bakunin’in, “Bütün dinler zalimdir, hepsi kan üzerine kurulmuştur, çünkü tümünün dayandığı fikir, kurban fikri, kutsalın intikam duygusunu tatmin için insanlığın boğazlanmasıdır.” “Dinler, insanın aklını, insanın kurtuluşunun temel aracını dumura uğratır ve onu, köleliğin en temel koşulu olan aptallığa mahkûm eder”…
Karl Marx’ın, “Din yüzyıllardır sömürücüler tarafından kitleleri aldatmak ve köleleştirmek için kullanıldı.” “Din, insan kendi çevresinde dönmediği sürece insanın çevresinde dönen aldatıcı bir güneşten başka bir şey oluşturmuyor.” “İnsanların afyonudur.” “Din henüz kendini bulamamış ya da kendini sonradan yitirmiş insanın saplantısıdır”…[4]
V. İ. Lenin’in, “Din, sermaye kölelerinin insancıl düşlerini, insana daha yaraşan bir yaşam isteklerini içinde boğdukları bir çeşit ruhsal içkidir.”[5] “Din, bütün yaşamı boyunca çalışan ve yokluk çekenlere, bu dünyada azla yetinmeyi kısmete boyun eğmeyi sabırlı olmayı ve öteki dünyada bir cennet umudunu sürdürmeyi öğretir”…
Emma Goldman’ın, “Din, insanın doğal fenomenlerin aslını çözmedeki zihni yetersizliğinden kaynaklanan bir hurafedir”…
Mao Zedung’un, “Din bir zehirdir.” “Bir ülkede sık sık dinden ve tanrıdan bahsediliyorsa ya malınıza ya da canınıza kasıt vardır”…
Antonio Gramsci’nin, “Din, tarihin tanıdığı en devasa ütopyadır (...) tarihsel yaşamın gerçek çelişkilerini mitolojik biçim içinde uzlaştırmak için en büyük girişimdir”…
Hikmet Kıvılcımlı’nın, “Din ihtiyacı, en çok fakir ve geri ülkelerin ezilen halk yığınlarında kalmıştır. Din tesellisinden daha kolay bulunur ilaç yoktur”…
Ludwig Andreas Feuerbach’ın, “Dinin başlangıcı, ortası ve sonu insandır.” “Din insan zihninin bir rüyasıdır”…
Kenneth Humphreys’in, “Din insan beynini zehirler”…
Terry Eagleton’un, “Din, siyasi egemenliği meşrulaştırmanın en güçlü yollarından biri olageldi. İktidarın namert bir özürcüsü olarak rüştünü ispatladı ise de zaman zaman ona saplanmış bir diken rolü de üstlendi”…[6]
Umberto Eco’nun, “Dünya; zengin din adamlarının, yoksul ve aç insanlara erdem üzerine vaaz ettikleri bir rezillik yeridir”…
Napolyon Bonapart’ın, “Din, para kazanmanın en geçerli yoludur”…
Baron d’Holbach’ın, “Din, bana, sadece hükümdarları halklarının üstüne çıkarmak ve bunları hükümdarların gücüne teslim etmek için icat edilmiş gibi geliyor”…
Bertrand Russel’ın, “Din temel olarak korkuya dayanır. Bilinmeyene karşı duyulan korku, yenilgi korkusu, ölüm korkusu. Korku her acımasızlığın anasıdır. Ve o yüzden acımasızlık ile dinin el ele gitmesine şaşılmamalıdır”…
Stendhal’ın, “Dinler çoğunluğun korkusu ve azınlığın kurnazlığı üzerine kuruludur”…
John Berger’in, “Cehennem para babalarının icadıydı; amacı, yoksulların dikkatini mevcut sefaletlerinden saptırmaktı”…
Paul Noah Siegel’in, “Yoksullar için ölümden sonra yaşam vaadi ve zenginler için bu dünyada lüks bir hayat... Kapitalistler açısından iyi bir pazarlık gibi görünüyordu”…[7]
Max Stirner’ın, “Şimdiye kadar hiçbir din, bu dünya veya öte dünyaya dair ‘güzel vaatler’ vermekten kaçmamıştır, çünkü insanlar hep ödül peşinde koşarlar ve ‘bedavaya’ hiçbir şey yapmazlar”…
George Santayana’nın, “Din, zalim dünyanın zorluklarıyla karşı karşıya kalındığında hayal gücünün doğal olarak verdiği tepkidir”…
Sigmund Freud’ün, “Dinlerin son zemini, insanın çocuksu çaresizliğidir.” “Din yaygın bir tür akıl hastalığıdır”…
Teslime Nesrin’in, “Hiçbir din kadın-erkek arasında eşitliği övmüyor, öğütlemiyor. Tüm dinler kadınlara düşman. Hepsi kadına baskıyı teşvik ediyor, hepsi kadınların erkeklerle aynı haklardan yararlanmasını engelliyor. Hiçbir biçimde kadının özgürlüğüyle bağdaşmayacak ataerkil sistemlerin ilelebet sürmesini istiyor”…
Robert Owen’ın, “Din, insanın alt üst olmuş kendi hayal gücüyle yarattığı var olmayan, aklî yeteneklerini kaybettirdi ve insanı en sefil, acınası köle hâline getirdi,” saptamalarını aktarmak yararlı olacak…
* * * * *
Yukarıdaki değindiğim çerçeveden hareketle; despotik, efsanevi tanrı dogmasına yaslanan din şefkatli olmaktansa haklı olmayı tercih eder. Ayrıca ona inan(dırıl)anlar için bir teselli, kaçış öğretisidir. Bu açıdan dinin karanlığa gereksinimi mutlaktır.
Kesinliği ve dışlayıcılığı farklılıklara diyalogu imkânsız kılan din(ler)in hoşgörü olduğu “peri masalı”dır; o kadar...
Doğaüstü, dünyevi veya ruhsal söylencelere/ abartılara yaslanarak inşa edilen din totaliterdir. Seçimsizlik anlamına gelir. Ayrıca da hayatın hapishane sayılmadığı hiçbir din yoktur.
O, zorbalara itaat edilmesini emreder, insan(lar)ı köleleştirir; gerçekliğin asla idrak edemeyeceğini vaaz edip, var oluşlarına ilişkin sorular sormasını engeller.
İş bu nedenle de tarihin en karanlık dönemleri daima, insanların dini dogmalara bağlandığı zamanlardır.
Temelinde ölüm korkusu, kaygısı yatan din(ler), insanlara karşı sert ve acımasızdırlar ve de yerkürede aklın egemen olduğu bir dini inanç yoktur.
Din ezilenlerin gücü değil, güçsüzlüğünün işaretidir. Ezilenler açısından devlet neyse din de odur. O, bir polistir. Dogmatik, dini inancının mutlak gerçek olduğuna, bunu başkalarına zorla uygulamak gerektiğine bağnazca inanır, inanılmasını bekler, vaaz eder.
Özetle din(ler) insanlara, “Benim kurallarıma göre yaşayacaksınız,” der! Sürü yaratır. Dinin etkileri her zaman şiddet içeren bir toplum yaratır; bilime/ bilgiye düşmanmış gibi davranır.
Dinsel doğma dünyada çoğalıp yaygınlaşırken; insan(lar)a acı çektiren yanılgı olarak din ile sağduyu asla bir araya gelemez. O, halkı yanlış yönlendirmek için kullanılan en iyi cihazdır. Düşünce özgürlüğüne yönelik en büyük tehlikedir. Özgürlüğü tehdit eden toplumsal bir hastalık olman din korku ürünüdür, uyuşturucudur, sınırlayıcıdır.
İnsan ötesi bir yerden gelme iddiasındaki din(ler), akla değil imana dayanır. Hikâyeleri ise yanlış ve bölücüdür; yanılgı ve köleleştirmedir. Tartışmaya açık ol(a)mayandır; itaatin gönüllü köleliğidir. Çünkü nihai tahlilde o, her biçimde tahakküm arayan bir siyasi fetih müdahalesidir.
Binlerce yılda insan(lar) on bin farklı din ve tanrı yarattılar ki saymakla bitiremeyiz: Yahve, Amon Ra, Aphrodite, Apollo, Baal, Brahma, Ganeşra, İsis, Mitra, Osiris, Şiva, Thor, Vişnu, Wotan, Zeus, vb’leri, vd’leri… Bunların hepsi bir egemenlik ve fetih araçlarıydılar… Hâlâ da öyle…
* * * * *
Spekülatif özellikleriyle din ile bilim bağdaşmazken; insan(lık)a tanrı dışında inanacak hiçbir şeyin kalmaması hastalıklı toplumlar gerçeğini devreye soktu. Ardından da “tanrı” kavramı, her yerde insan(lık)a karşı iktidarın silahı hâline ge(tiri)ldi; egemenler de onu, bir tiranlığa, zalimliğe dönüştürdüler.
Sormak gerek: Dinsel açıdan her şeyi bilen, her şeye gücü yeten ve tamamen iyi bir tanrının dünyadaki bunca acıyı neden müsaade ettiğini açıklayabilmek mümkün müdür?
Elbette değil! Çünkü o, insan(lık) zekâsının önüne engeller koyarak varlığını sürdürmeye çalışır. Yoksulları mezara girdikten sonra daha iyi bir hayata kavuşacağı (yalanının!) umut(suzluğ)u ile besler. Böylece insan(lık)ı var olmayan yaratıkların korkusuyla, yargılama yeteneğini yok edip, sefil, acınası köle hâline getiren din, gerilikle iç içedir. Öyle de olmak zorundadır.
Kolay mı? Dinsel öğreti(ler) sorumluluk taşıyan eleştirel bireyler yetiştirmez. Aksine sadece kirletilmiş/ boyun eğen “akıl(lar)” üretir.
İfade özgürlüğünü dikenli tellerin ardına hapseden din(ler)in ilahi/ kutsal boyutu yoktur. O, eleştirel zekâyı köreltir, insan(lık)ı aptallaştırır, otoriteye bağımlı, aklın kullanamaz hâle getirir.
İnsan(lık)ın idrak kabiliyetini baltalayıp; bilginin bittiği yerde başlayan din, korkuyla bezenmiş batıl inançların temel kaynağıyken; sömürünün kilit oyuncusu din(ler) kimseye destek olmaz. Dinin kendinin desteklenmesi dayatır.
Şurası çok açıktır ki dinsel inanç(lar), sonuçta maddi bir yarar sağlamazken; o, gerçeğe giden bir yol değildir.
Din(ler), hiçbir dönemde rasyonel bir temel olmaması yanında, insanlık tarihi boyunca güçlü bir negatif güç oldu. Çünkü anlayış ile inanç birbirinin zıttı idi. Dini anlayan ona inanmaz, ona inanan da anlamazdı…
Dinsel inanç sembollerle, simgelerle konuşurken; onun hakkında düşünceler, yaşamdaki olaylar sonucunda ortaya çıkan endişeden, insan aklındaki sürekli ümitten ve korkudan doğdu; asla aklın ve anlayışın faziletleri için değil!
* * * * *
Otoriteden başka hiçbir şeye dayanmayıp, din olarak adlandırılan şey, bilinmeyen(ler)e/ sır(lar)a kör bir bağlılıktan başka bir şey değilken; katı kurallar koyar; fanatizm ürettir.
Tam da bunun için insan(lık) aklını dinin hâkimiyetinden kurtarmak; özel mülkiyetin sömürüsünden kurtulmanın da “olmazsa olmazı”dır. Yani özgür bir dünyanın kurulabilmesi için tabuların yıkılması elzemdir.
“Neden” mi?
Açlara/ yoksullara ölümden sonra dirilme ve bir başka hayat “vaadi” olarak özgür iradeyi çürüten din(ler), dünyayı anlamayarak tatmin olmayı öğütler; olmayan “Öbür dünya için yaşa,” der biz(ler)e.
O, insan(lık)ın inandıkları değil, inanmak istedikleri hurafelerin toplamı olarak baskıcıdır; kölelere teselli verir. Onu anlamayanlar için çok aydınlatıcı(?) din(ler), insan(lık)ın çocuksu çaresizliğidir.
Umut ve korkunun çocuğu; cahil olana bilinemeyenin doğasının açıklaması “iddia”sındaki din(ler)in hiçbiri sonu gelmez yasaklar koymaktan başka bir şey yapmamıştır.
Dünyada bütün dinler sorgulamayı yasaklar ve eleştirenleri istemez; maddi çıkarları yönetmekten geri durmaz. Bu açıdan dinin olduğu yerde hiçbir irade özgür yaşayamaz
Malum: İnsanları doğaüstü güçlerin korkusuyla sürüleştiren din ile mantık kadar birbiriyle çelişen başka bir şey yoktur. Ve düşünmek ona aykırıdır; çünkü o zihnin hapishanesidir; rüyasıdır.
Bir kez daha altını çizersek: Akla aykırı din eskilerin icat ettiği masaldır; sınır durumdur; bir bağlılıktır; deliliktir; gerçeğin ötesidir!
En önemlisi de vahyedilmiş inanç, zararsız bir safsata değildir. Ölümcül bir tehlikedir. Tehlikelidir, çünkü insanlara kendi doğruları hakkında sarsılmaz bir güven vermektedir…
Tehlikelidir, çünkü başkalarını öldürmeyi engelleyen normal sınırları, kendiliğinden kaldırarak birbirlerini öldürmeleri için sahte bir cesaret vermektedir…
Tehlikelidir, çünkü sadece kazanılmış gelenek farklılıklarına işaret ederek diğerlerine husumeti öğretmektedir…
O, büyük bir korku içinde yaşayan insan(lar)ın, kuşkularının azalıp, saldırganlaşmasına yol açar; ahlâkı felce uğratıp, cahilleri mucizeyle kandırır.
Ne kadar çok karanlık olursa, o oranda tanrısal olması yanında; safdillik üzerine kurulan din(ler)in kökeni, tahakküm isteğinin cehalet ve korkusuyken; o, kuşkulu şeylerin en kuşkulu olanıdır; ya da insan(lar)ın zekâlarını olanaksız bir şeyle meşgul etme sanatıdır.
Son tahlilde dinin hedefi, iktidarın zorbalıklarını güçlendirip, insan(lık)ı kurban etmektir. Çünkü onda soru(n) yoktur, halka hesap vermez, eleştiri söz konusu değildir. Mutlaktır!
O hâlde bir mutlak olarak “Din, yoksullara baskı yapmak ve onları güçsüzleştirmek için varlıklılarca kullanılmış bir araçtı... Baştan aşağı kötülük ve acıyla dolu bir dünya nasıl olur da iyi bir tanrı tarafından yaratılmış olabilirdi?.. Bizi yalnızca akıl ve felsefe kurtarabilir”di.[8]
Çünkü bir mutlak olarak din, inanç/biat; bilim ise şüphe/isyan kültürüydü ve dinlerin, ulusların, bayrakların, sınırların olduğu yerde asla barış olmayacaktı…
* * * * *
İyi de “Ne yapmalı” mı?
Öncelikle asıl özgürlüğün “tanrı/ din” denilen yalanlardan bağımsızlaşmaktan geçtiğini ifade etmekten geri durmayan net bir duruşa muhtacız. Aklın özgürleştirilmesi anlamı taşıyan özgürlükçü laik ile özgür düşünen insan, “dini kutsallık”lar çerçevesine hapsedilmesine göz yumamayız.[9]
“Aydınlanma, insanın aklını kendisinin kullanmaya başlamasıdır,” diyen Immanuel Kant’ın eklediği üzere: “Aydınlanma’nın temel noktasını, insanların bizzat kendilerinin sorumlu oldukları vesayet durumundan, özellikle de din konularındaki vesayetten çıkmalarında görüyorum; çünkü dinî vesayet tüm vesayetlerin hem en zararlısı hem de en onur kırıcısıdır.”[10]
Bu bağlamda “Laiklik tartışmasını, ‘Allah’ın varlığı-yokluğu’ tartışmasından çıkarıp, ‘özgürlüğün varlığı-yokluğu’ mücadelesine dönüştürmek gerek,”[11] tespitine Marksist-Leninist bağlamda katılmamak, elbette mümkün değil.
Hem de V. İ. Lenin’in ifadeleriyle: “Hiçbir koşulda din sorununu burjuva radikal demokratlarının sık sık yaptığı gibi, soyut, ülkücü bir biçimde, sınıf mücadelesinden kopuk ‘entelektüel’ bir sorun gibi ortaya koymak yanlışına düşmememiz gerekir. Aşırı baskı temeline oturan ve işçilerin eğitilmediği bir toplumda, dinsel önyargıların sadece propaganda yöntemleriyle yok edilebileceğini sanmak budalalık olur. İnsanlığın üzerindeki din boyunduruğunun, toplumdaki ekonomik boyunduruğun bir sonucu ve yansıması olduğunu akıldan çıkarmak burjuva dar görüşlülüğünden başka bir şey değildir. Proletarya kapitalizmin karanlık güçlerine karşı kendi mücadelesiyle aydınlanmadıkça, ne kadar bildiri dağıtılırsa dağıtılsın, ne kadar söz söylenirse söylensin proletaryayı aydınlatmak olanaksızdır. Bizim açımızdan ezilen sınıfın bu dünyada bir cennet yaratmak adına gerçek devrimci mücadelede birleşmesi, öteki dünya cenneti konusunda proletaryanın görüş birliğine gelmesinden daha önemlidir.”
“Sosyalistler, din konusundaki tavırlarını genellikle şu sözlerle belirtirler: ‘Din, kişinin özel meselesi olarak görülmelidir.’ Ancak herhangi bir yanlış anlamaya yol açmamak için, bu sözlerin anlamı kesinlikle açıklanmalıdır. Devlet söz konusu olduğunda, dinin kişisel bir sorun olarak kalmasını isteriz. Ancak, Partimiz düşünüldüğünde dini kişisel bir sorun olarak görmemiz söz konusu olamaz.”
“Dinsel önyargıların en derin kaynağı yoksulluk ve bilgisizliktir. İşte biz bu bela ile savaşmak zorundayız.”
“Devlet dinle ilgilenmemelidir; dinsel kurumlar devlete bağlı olmamalıdır. Herkes istediği dini savunmakta ya da dinsiz, yani genelde her sosyalist gibi ateist olduğunu açıklamakta özgür olmalıdır.”[12]
“Vatandaşlar arasında, dini inanışlardan kaynaklanan ayrımcılığa tahammül edilemez. Vatandaşın dininin resmi belgelerdeki yalın ifadesi bile kaldırılmalıdır.”
Bu kadar da değil; Karl Marx’ın, “İnsanların gerçek mutlulukları için aldatıcı bir mutluluk kaynağı olan dinin ortadan kaldırılması şarttır,” kesinliğiyle birlikte Mihail Bakunin’in, “Tanrı varsa, insan köledir; insan özgür olabilirse ve olmak zorundaysa, o zaman tanrı yoktur.” “En başta, ilâhiyatın ilâhî zorbalığına, tanrının hayaline başkaldırmak gerekir.” “Cennette bir efendimiz olduğu sürece, dünyada köle olmaya mahkûmuz”…
Emma Goldman’ın, “Tanrı’ya inanmıyorum, çünkü insanlığa inanıyorum,” uyarıları eşliğinde Alain Badiou’ya kulak vermeliyiz:
“Gerçek yaşamı fethetmek için, önyargılara, basmakalıp düşüncelere, kör itaate, keyfi gelenek göreneklere ve sınırsız rekabete karşı mücadele etmek gerekir.”[13]
* * * * *
El özet; “son söz”de Gabriel García Márquez’den, “Ben, ölüme dair yemin etmeyenlerden, tehdit savurmayanlardan, dinini ve ırkını aklının yerine koymayanlardanım. Ben hâlâ şiir okuyanlardanım.”
27 Aralık 2023 23:43:55, İstanbul.
N O T L A R
[*] Avrupa Demokrat, Aralık 2023…
[1] Friedrich Nietzsche.
[2] Aktaran: Özdemir İnce, “Ey Diyanet Nedir Bu Şiddet!”, Cumhuriyet, 8 Mayıs 2020, s.3.
[3] Paulo Coelho, Veronika Ölmek İstiyor, çev: Haldun Pamir, Can Yay., 2000.
[4] Karl Marx, Devlet ve Hukuk, çev: Rona Serozan, Ayrıntı Yay., 2028, s.37.
[5] V. İ. Lenin, Din Üzerine, çev: Seçkin Cılızoğlu, Ser Yay., 1975.
[6] Terry Eagleton, Tanrı’nın Ölümü ve Kültür, çev: Selin Dingillioğlu, Yordam Kitap, 2014, s.11.
[7] Paul Noah Siegel, Dünya Dinleri ve İktidar, çev: Selin Dingillioğlu, Yordam Kitap, 2013.
[8] Karen Armstrong, Tanrı’nın Tarihi, çev: Oktay Özel-Hamide Koyukan-Kudret Emir, Ayraç Yay., 2008.
[9] Erdoğan, 1994’te laiklik konusunda çok radikal açıklamalar yapmıştı. “Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor, laiklik elden gidiyor. Yahu, bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek! Sen bunun önüne geçemezsin ki! Yani zorla bu milletin elinde tutmaya gücün yetmez… Hem laik hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın ya laik. İkisi bir arada olunca ters mıknatıslanma yapar…” (Erdoğan’ın bu tür konuşmaları için bkz. “İşte Tayyip 94”, Milliyet, 21 Ağustos 2001, s.16; “Bu Sözler Tayyip’in”, Milliyet, 21 Ağustos 2001, s.1)
Erdoğan, 28 Mayıs 2013’te partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada bir yasayı dinsel gerekçelerle şöyle savunmuştu: “İki tane ayyaşın yaptığı yasa sizin için muteber oluyor da inancın emrettiği gerçek niçin reddedilmesi gereken bir olay hâline geliyor” dedi. Bir yasanın dinsel gerekçelerle savunulması laikliğe aykırıdır. Ayrıca Erdoğan’ın burada kullandığı “iki ayyaş” sözü o günlerde kamuoyunda büyük tepki çekmişti.
Erdoğan, başkanlık sistemine geçildikten sonra da laikliğe aykırı adımlar attı. Ülkenin en önemli kurumlarının tarikatlara ve cemaatlere teslim edilmesi, eğitimin dinselleştirilmesi, festival yasakları vb. Erdoğan, bugün ekonomik politikayı belirlerken piyasa kuralları yerine “naslara” (dinsel kurallara) dayandığını açıkça ifade ediyor.
Erdoğan, 1994’te - egemenlik konusundaki klasik siyasal İslâmcı görüşe sahip çıkarak şöyle demişti: “Müslümanın yaratıcısı Allah, kesin hâkimiyet sahibidir. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, koskoca bir yalan. Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır.” (“İşte Tayyip 94”, Milliyet, 21 Ağustos 2001, s.16)
2002’de AKP iktidara geldikten sonra bu ve benzeri söylemleri kendisine hatırlatılınca “Mili Görüş gömleğini çıkardım!” diyen Erdoğan, 21 Haziran 2006’da TRT1’de yayımlanan Enine Boyuna programında “Dün neysem bugün de oyum, değişmem, değişmedim,” demişti. (Sinan Meydan, “Atatürkçü mü?”, Cumhuriyet, 24 Mayıs 2023, s.4.)
[10] Immanuel Kant, aktaran: Taner Timur, Marx-Engels ve Osmanlı Toplumu, Yordam Kitap, 2020, s.29.
[11] Veli Saçılık, “Saraylara Laik”, Yeni Yaşam, 3 Ekim 2022, s.7.
[12] İnsanın ölümlülüğünü tartışmasız biçimde kabul ederken, ölümden sonra yaşama, reenkarnasyona, hatta benliğin çözülüp dünya ruhuna karışacağına da inanmayan ateist gerçekten “Tamamen dürüst, açık bir terimdir”, hiçbir gevezeliği ve hiçbir kaçınmayı kabul etmez ve dünyanın ihtiyacı, her zaman olduğu gibi, kesin meseleler ve açık konuşmalar içindir.
Ateizm, en makul yöntemlerle varılan ve dogmatik olarak iddia edilmeyen, ancak her özelliğinde akıl ışığı ile açıklanan bir sonuçtur. Onun inançları, törenleri, kutsal kitabı, mutlak ahlâki kodu, kökeni efsaneleri, kutsal mekânları veya türbeleri yoktur. Günah, ilahi yargı, yasak sözler, ibadet, ibadet, kehanet, grup ayrıcalıkları ya da ‘kutsal’ önderler yoktur. Ateistler, aşkın bir dünyaya veya doğaüstü bir yaşam süresine inanmazlar.
Ateist tanrıları incelerken, suçlarken ya da yererken, kişilerle değil fikirlerle uğraşmaktadır. O kimseye hakaret edemez, çünkü böyle bir varlığın varlığını kabul etmez.
Düşünen, düşünmekten korkmayan herkes ateisttir. Çünkü her şeye kadir, her şeyi bilen bir otoriterin, kendi kontrolleri altındaki bir makinede her şeyi ve herkesi basit birer dişli hâline getiren bu dünya diktatörlerinden bir farkı yoktur.
[13] Alain Badiou, Gerçek Yaşam, çev: Işık Ergüden, Sel Yay., 2016, s.18.