İstanbul
"İnsanlar kendilerini o kadar yalnız ve çaresiz görüyorlar, o kadar anlam boşluğuna düşüyorlar ki, kendilerini feda ederek ayakta durmaya, var olmaya çalışıyorlar. Bu son cümledeki çelişkinin farkındayım ama olay aynen böyle."
Bu sözler, 1996-2006 arasındaki açlık grevlerini ele alan "Ne Anlatayım Ben Sana" (2006) kitabım için Refah Partisi eski Milletvekili, Psikiyatrist Profesör Mehmet Bekaroğlu ile yaptığımız söyleşiden.
Bekaroğlu, 19 Aralık 2000'de, Türkiye tarihinin en kanlı cezaevi operasyonu olan "Hayata Dönüş Operasyonu" öncesindeki ölüm oruçları sırasında, eylemciler ile devlet arasında görüşmeleri yürüten isimlerden biriydi. Ölüm oruçlarına yıllardır insani ve vicdani bir yerden bakan Bekaroğlu, 53. gününe giren, 67 cezaevinde 682 eylemcinin sürdürdüğü açlık grevlerinde, bugün sesini sadece Twitter'da duyurabiliyor.
Bekaroğlu'nun, son yirmi dört saat içinde, yazdığı cümlelerden birkaçı şöyle:
"Müslümanlar, Müslüman aydınlar, İslami sivil toplum kuruluşları, cemaatler, tarikatlar neredesiniz? Türkiye cezaevlerinde 700 mahpus açlık grevinde.
...
Yakında cezaevlerinden tabutlar çıkabilir. Müslüman vicdan nerede?
...
İşte Müslüman aydınlara yaptığım çağrıya gelen mesajlar. Allah sonumuzu hayretsin!
..."
Bekaroğlu'nun kendisine gelen ve retweet ettiği tepkiler öfke dolu ve çoğu "çıkacak tabutların Müslüman tabutu olmadığına" vurgu yapıyor. Bu öfkenin tek sahibinin kendini Müslüman olarak tarif edenler olmadığını önemle belirtelim.
***
1996'daki F tipi hapishanelerin inşaasına karşı başlatılan, 12 insanın ölümüyle sonuçlanan büyük ölüm oruçlarından bu yana bir çok kez yinelenen aydınların arabulucuk girişimleri yeniden denenecek. Bekaroğlu yine grubun içinde. Peki değişen ne?
Türkiye cezaevlerindeki açlık grevleri ve ölüm oruçlarını on altı yıl izledikten sonra Bekaroğlu örneğinin çok şey anlattığını düşünüyorum.
Birincisi, insanı iktidara karşı korumak için politika yapan, yazı yazan bir çok insan gibi artık Bekaroğlu da sadece sosyal medyada, sadece kendisini takip etmeyi seçenlere sesini duyarabiliyor. Çoğu gazeteci, siyasetçi, bilimadamı ve aydın gibi, etkin bir söz söyleyebileceği pozisyonu, iktidarın hegemonik yayılışı tarafından ortadan kaldırıldı. Bu durum, bugün devam eden açlık grevleri bakımından önemli.
Zira, son on altı yılda, ölümler ''onlu sayılara'' varmadan ana akım medyada ciddi haber olamayan açlık grevleri, bu konuda yazacak insanların seslerinin kısılmasıyla bir parça daha görünmez, marjinal hale geliyor. İktidarın, gerek destekçisi medya aracılığıyla, gerek diğer politik yollarla "insan-olmayan düşman" durumuna getirdiği eylemcilerin insan olduğunu hatırlatacak sesler yok oluyor. Tıpkı Irak işgali sırasında ana medyada savaş karşıtı yazı yazan onlarca köşe yazarı olmasına rağmen bugün Suriye ile ilgili savaş karşıtı yazabilen köşe yazarlarının üç-dört kişiyi aşmaması gibi. Açlık grevleriyle ilgili vicdani yazı yazabilecek insanların (tek tük istisnalar dışında) artık olmamasının sonucu ise şu:
CHP'li heyetin cezaevi ziyaretlerinden sonra eylemcilere, su, tuz ve şeker bile verilmediği iddiasını araştıracak, eylemcileri ziyarete gelenlerin çıplak arandığı iddiasını dile getirecek, Avrupa Birliği'nin eylemden duyduğu endişeye işaret edecek söz söylenmiyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın "Cezaevinde aç yok" sözünü eleştirecek ya da BDP'li milletvekillerinin üç ay önce yediği "kuzu kebabını" iki kere gündeme getirmesini, ölümler bu kadar yakındayken kınayacak yazar-aydın sesi duyulmuyor.
'Ölümcül toplumsal kutuplaşma'
Bekaroğlu örneğinden çıkarılabilecek ikinci önemli sonuç ise toplumsal nefretin geldiği akılalmaz boyut. 2000 yılında da müslüman vicdana seslenen Bekaroğlu bugün sesine eskisi kadar karşılık bulamıyor. Bunun bir nedeni elbette eylemcilerin "PKK terörü" ile eşitleniyor olmasından dolayı toplum tarafından taleplerinin meşru karşılanmaması.
Üstelik taleplerin PKK lideri Abdullah Öcalan'a uygulanan tecridin kaldırılması noktasında yoğunlaşması açlık grevcilerinin ortalama Türkiyeli tarafından sadece "açlıktan ölen bir insan" olarak algılanmasını zorlaştırıyor. Ama Bekaroğlu'nun insani çağrısına gelen öfke ve nefret tepkileri aynı zamanda toplumsal kutuplaşmanın nasıl ölümcül bir düşmanlık boyutuna ulaştığını da gösteriyor.
Bir başka insanın, kendisinin inanışından, etnik kökeninden ya da siyasi tarafından olmaması halinde ölümünü hiçbir şey hissetmeden, hatta ölmesini isteyerek izleyen bir toplumun yaratılmış olduğunu görüyoruz. Kürt meselesi söz konusu olduğunda ne Türkiye basınındaki ne de Türkiye toplumundaki ırkçılık elbette yeni değil. Hatta bu ırkçılığın, düşmanlığın iktidar tarafından körüklenmesi de yeni sayılmaz. Ama bu nefret söyleminin Kürt sorununu barışçıl ve demokratik yollarla çözmeye söz vermiş ve toplumun önemli bir kısmını buna inandırmış AKP tarafından tekrarlanması büyük bir hayalkırıklığı yaratıyor.
Bu sebeplerle, Bekaroğlu'nun eylemcilerin çaresizlik ve yalnızlığıyla ilgili tespiti bugün belki de daha önce hiç olmadığı kadar doğru. Meşru Kürt siyasetinin neredeyse bütün aktörleri KCK operasyonlarıyla tutuklu ve hükümlü durumdayken, insan haklarına vurgu yapacak sol muhalefet çeşitli yollarla susturulmuşken, bir kez daha isteklerini iletmek isteyen cezaevi eylemcilerine kendini öldürmekten başka çare kalmıyor gibi görünüyor. Bu sebeple ve bu manzara içinde 67 cezaevinde 682 eylemcinin yürüttüğü açlık grevinden gelecek ilk tabutlar rehavet içinde bekleniyor.
Bu yüzden, dün aydınların başlattığı arabulucuk girişimleri için düzenlenen toplantıya katılan Bekaroğlu şöyle diyor:
"(Açlık grevleri sonucu) İnsanlar ölürse, Kürt halkının Türkiye'den kopuşu hızlanacaktır."
Ve soruyor:
"O zaman Türkiye'yi kim bölmüş olacak?"