Türkiye ve Kürdistan'da artan baskı ve hak gasplarına karşı gelişen direniş, iki eğitimcinin şahsında yeni bir aşamaya ulaştı.
Açlık Grevini sürdüren iki eğitimci Nuriye Gülman ve Semih Özakça'nın sağlık durumu gün geçtikçe bozulmakta, yaşamları giderek ciddi riskler taşıyan bu iki direnişçinin hayatı kritik bir eşikte bulunmaktadır. Öyleki Açlık Grevi'nde bulunan bu her iki dırenişci yaşamlarını heran yitirebilecek günlerde bulunsalar da, ceza evinde tutuklu olmalarına rağmen dırenişi sürdürmektedirler.
Sağlık durumları bozulmasına/kötüleşmesıne rağmen haksız yere işten atılmarını protesto eden, mesleklerine geri dönmeyi talep eden eğitimci Nuriye Gülmen ve akademisyen Semih Özakça demokratik hakkını kullanmakta ve hak talebinde bulunmaktadır. Bu hakkı polis saldırıları ile bastırmak, Açlık Grevi'nde ki direnişcileri tutuklamak, Açlık Grevi amacını ve demokratik talebi ortadan kaldırmadığı gibi Açlık Grevi'nde dile getirilen talebin giderilmesini, mesleklerinde ihraç edilenlerin mesleklerine geri iade edilmesi sürecin demokratik talebi olarak kalacaktır.
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça'nın demokratik hakları için Açlık Grevi başlatmaları, kolunu kaybetse de direnmeye devam eden Veli Saçılık'ın direnişi demokratik hakları gaspedilen, açlığa, yoksulluğa mahkum edilenlerin sistematik olarak faşist saldırılara maruz kalanların ağır sömürü koşullarında yaşam mücadelesi veren ve bu koşullarda yaşamlarını kaybedenlere sokağa çıkın çağrısıdır. İnsanlığınıza, onurunuza ve emeğinize sahip çıkın seslenişidir.
Bu direnişe ilgi göstermek, duyarlı olmak ve dayanışma içinde bulunmak insani bir görevdir. Özgür, onurlu bir yaşam özlemi içinde olan insanların vazgeçemeyeciği, önemsemesi gereken bir davranıştır. Basın yolu ile baskı altında olan halka emekçilere ulaştırılmalı, güçlü bir dayanışma örgütlemelidir.
Türkiye ve Kürdistan'da hak gaspına uğrayan şüphesizki yalnızca Nuriye Gülmen ve Semih Özakça değildir. Binler ile ifade edilen eğitimci, akademisyen, kamu kuruluşlarında çalışan çeşitli mesleklerden memurlar vb. hak gasbına maruz kalanların sorunudur.
Gücün tek elden toplandığı, açık faşist diktatörlüğe dogru yol alındığı bu dönemde, elbetteki Açlık Grevi daha geniş tutulmalı ve kapsayıcı olmalıydı. İşte bu sırada, Enis Berberoğlu tutuklandı.CHP yürüyüş kararı aldı. CHP'nin darbenin siyasi ayağı ortaya çıksın diye sesini yükseltirken operasyon CHP`ye yöneldi. AKP'nin icratına bir çok kritik meselede destek olmuş CHP, AKP`nin saldırıları ile karşılaştı. Enis Berberoğlu'nun tutklanmış olmasını,”bardağı taşıran son damla” olarak değerlendiren CHP, Milletvekillerinin dokunulmazlığını kaldırılması sırada verdiği destek adeta unutulmuş, HDP`nin Eşbaşkanlarının, milletvekillerinin ve Belediye Başkanlarının tutuklanması, belediyelere el konulmuş olması, CHP için yeterli görülmemiş olacak ki, Enis Berberoğlu tutuklanmış olması ile CHP ancak “Adalet Yürüyüşünü” gerekli görüp harekete geçti.
Buna rağmen, Adalet Yürüyüşü, toplumun önemli kesimlerini hareket geçirmesı ve önemli bir potansiyel oluşması önemlidir. Bu potasiyel zaten referandum sonrası oluşmuştu.CHP, ”Adalet” talebi ile potansiyelini harekete geçirmek, baskı ve saldırılara uğrayan halkın desteğini almak, diğer taraftan da kendi içinde bir toparlanmayı ve bütünleşmeyi gerçekleştirmekti. Baskıya uğrayan halkın demokratik kesimleri yürüyüşe olumlu yaklaşmaları, yürüyüş güzarğahının belli noktalarında direkt katılmaları, Erdoğan'nin temsil ettiği faşizme doğrudan tavır almaları da önemlidir.
Aynı zamanda, AKP ve Erdoğan'ı destekleyen ve oy veren kitlenin önemli bir kesmi de Türkiye`de yaşanan adaletsizlikten rahatsız oldukları için yürüyüşe destek vermeleri de hiç süphesiz ki çok önemlidir. Adalet Yürüyüşü özellikle yürütülen baskı ve saldırılara karşı kitlelerin tepki göstermesi, halk üzerinde estirilen korku atmosferinin kırılması ve kitlelerin kendilerine olan güvenin artması, moral kazanmaları açısından da küçümsenmeyecek etkisi olmuştur. Diğer önemli bir nokta ise güçü tek elde toparlayarak merkezileştiren Erdoğan istediği her şeyi yapamayacağını, toplumun önemli bir kesmi tepki göstereceği hatta sokağa ineceğini hesaba katmak zorundadır.
Erdoğan'ın temsil ettiği açık faşizmde dıştalanan tüm emekçiler ve yoksullar ve zarar gören halk birlikte hareket etmek, karşılıklı dayanışma içinde olmak arzusu kaçınılmaz olarak kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Bu sırada bile düşman hukuku uygulayarak çok sayıda İnsan hakkı mücadelesi veren, aralarında Prof.Dr. Cem Terzi`nin bulunduğu çok sayıda akademisiyen bildiriyi imzaladıkları için İzmir'de göz altına alınıp, bir çoğu üniversiteden de uzaklaştırıldı. Bu saldırı ve baskılar ile ülkenin nasıl yönetildiği, OHAL altında, saldırı ve hak gasplarının Cemaatin dışına doğru nasıl genişlediği bir kez daha görüldü. İnsan hakları aktivistlerinin toplantısı basılarak, bu insanların tutklanması da yine Adelet Yürüyüşü sırasında oldu.
Böylesi faaliyetlerde bile ”suç” üreten, aspargas haberler ile ”Darbe ve Cemaat`e” karşı mücadele ettiğini ilan rejim, İstanbul Boğaziçi ve Meddeniyet Üniversitesi'nde tutuklamalar gerçekleştirdi. Türkiye de yargının tamamen faşizmin denetimine girdiği, adalet duygusunun tümden zedelendiği bir yöne dogru kaydığını hemen herkes artık görüyor. Yargının bir güvenlik gücü haline getirilmesi rejime meşruiyet kazandırmayacaktır.
Bu yürüyüşte, dolaysıyla Maltepe meydanında Kemal Kılıçdaroğlu tarafından okunan on maddelik bildiri, ne zaman ve nasıl programatik bir içeriğe kavuşturulacağına bağlı olarak CHP de bir değişim olup olmayacağına bağlıdır. Adalet yürüyüşü, CHP içinde bir bütünleşmeyi sağlamış olsa da, Ulusalcı-Avrasyacı kanat ile demokrasiye daha fazla vurgu yapan kanat parti içinde yeniden mevzi kazanma ve güç oluşturma mücadelesi önümüzdeki günlerden daha fazla netlik kazanacaktır.
Devrimci-demokratik güçler ise zorunlu olarak Adalet yürüyüşüne katılmış ve destek vermişlerdir. Burada denebilirki, doğru olanı yapmışlardır. Zira bu güçler kendi bağımsız iradeleri ile yeni bir alternatif yaratamamışlar hatta birbirlerinin yetersizliklerini tamamlayacak adımların atılmasına ön ayak olmamışlardır. Hemen her yapı ve güç kendisi ile yetinmeyi, kendini korumaya öncelik vermektedir.
Bu güçler Nuriye Gülmen ve Semih Özakça'nın yükselttiği direnişi tam olarak sahiplenememişler, Sur'da ”kentsel dönüşüm” adı altında gerçekleştirilen yıkımlar ile şehrin tarihi dokusunun yok edilmesine karşı Sur halkı ile dayanışma içinde olup, yeni bir güç ilişkisi yaratamamışlardır.
Ülkede böylesine ağır koşullarda direniş sürerken, insanları bu mücadeleden alıkoymak hatta uzaklaştırmak için akla hayale gelmedik yalan ve çarpıtmalar ile ortaya çıkanlar, aslında kendilerine uygun bir zemin yakaladıklarını, bu zeminde kendilerini tümden inkar ederek ve bu düzenin değirmenine su taşıdıklarının farkında bile değiller. Öncelikle içinde yer aldıkları örgütlemeyi ”polis denetiminde yönlendirildiğini” söyleyerek, kuşku ve korku yaratmak, insanlar üzerinde böyle etki kurmak için söylendiği anlaşılmaktadır.
Hele bir de bu yalanın, kendisinin yurtdışına çıkışını sağlamış birisi için söylenmiş olması, nasıl bir psikolojik ruhsal bozulmanın eşiğinde kendisinin “doğruların farkına“ yeni vardığını, devrimciliğine toz kondurmayan, burnu bir karış havada, devrimcilik taslayan bu döküntülerin saldırganlık gösterisi, tasfiye sürecinde oldukça kirlenmiş itici bir malzemesi olduğunu bize bir kez daha hatırlattı.
Düştükleri çukurda yalnızca gök yüzünü görenler, dünyayı kendilerinden ibaret sanıyorlar. Bu tip unsurlar kendilerine eleştiriler yöneltildiği dönemde çok sağlam, güvenilir hareketçi idiler. Bu yaklaşımları ile hareket ve örgütte ne anladıkları da pek belli değildi. Biz yanlışların, hataların giderilmesi için sorumlulukla hareket ederken, bu tipler savundukları harekete toz kondurmuyorlardı. Şimdi içinde yer aldikları bu çarpık yapıya akla hayale gelmeyen yalan ve çarpıtmalar ile suçlamalarda bulunuyorlar. İleri sürdükleri hiç bir şeyin inandırıcılığı olmadığı gibi kendilerinin de taşımayacağı bir yükün altına sokuyorlar ve kaçışın gerekçesi yapıyorlar. Kaçış psikolojisi ile söylenmiş her bir çarpıtma yeni bir yalandan ibaret olduğu için yeni yalanlar üretmek bu kişiliklerin mesleği haline gelmiştir.
Bu tür zırtabozluklar bir dönem kendisine karşı mücadele edilen devlete ait yöntemler olduğu her halde kendileri de biliyorlar.Yurtdışına kapağı attıktan sonra hiç bir şey yapmayacaksın, iyice el etek çekmek süretiyle arada 23-24 yıl geçtikten sonra ortam sakınleşince, ortamı boş bulup, punduna getirip saldırganlaşacaksın. Bunu da yanlışlarından arınmış, keşfettiği “yeni doğrular “ adına yapacaksın. Bu kirlenmiş ortamdan bu “yeni doğruların” alıcısı olabilir. Polisin “yönlendirdiği” örgüt/örgütlerin devlete”hizmet ettiğini” anladık da, insanları siyasi mücadeleden uzaklaştırınca aynı devlete ve düzene hizmet etmek anlamına gelmiyor mu.? Bahsedilen uzaklaşmalardan/bırakmalardan övgüyle söz edebilir, hem de önemli bir görev ifa edilmiş olunabilir. Peki ama bu görev kimin adına ifade ediliyor ?
Yozlaşan ve giderek çürüyen, içi boşalmış, ölüme yüz tutmuş her şey gibi bir dönem amaca dönük etkinliğe sahip bir mücadale olsa da, bu etkinlik ve mücadele kolektif kurumlara/organlara sahip değilse, yaşadığı sorunlar nedeniyle bu etkinlik kendi kendisini tüketir ve bitirme noktasına getirir. Biz şimdi evet bu tükenişi ve bitiş noktasının dibe vurduğu bir dönemi yaşıyoruz.
Kedisini tüketmiş bu insan/insanlar paralize olduğu bu paranoya ile kedine güveni yitirdiği için her şeyi polis hobisiyle açıklamak yoluna gidecekleri besbelli ...Biz,bu sorunu yaratanların mantığı ile ele almayız ve onların ileriye sürdükleri gerekçeler ile değerlendiremeyiz.
Bu terapiye muhtaç travmatik durum karşısında elbeteki ilkeli olmak,onurlu bir duruş sahibi olmak da ancak kendine güvenle olur. Mücadelenin ve direnişin yanında yer alınabilir. Geçmişini her fırsatta lanetleyenler, aldandıklarını söyleyenler, her halükarda yüzeysizleştikleri gibi kendileri de lanetli olduklarını bilmek zorundadırlar.
D.Ali Behrin
12-14 Temmuz 1991 tarihinde faşizmin gerçekleştirdiği katliamlarda yaşamlarını yitiren devrim şehitleri Niyazi Aydın, İbrahim Erdoğan, İbrahim İlçi, Cavit Özkaya, Hasan Eliuygun, Nazmi Türkcan, Fintoz Dikme, Buluthan Kangalgil, Bilal Karakaya, Zeynep Eda Berk,Yücel Şimsek ve Ömer Coşkunırmak'ı saygı ile anıyoruz.