Alman sosyal demokrasisinin Marksist entelektüellerinden ve “Marburg Okulu” öncülerinden Wolfgang Abendroth Almanya’daki burjuva parlamentarizmini “örtülü blok sistemi” olarak nitelendirmekteydi. Abendroth özellikle SPD’nin Marksist ilkelerinden vazgeçerek sendikal hareketle birlikte sisteme entegre edilmesiyle “özünde partiler arasında yaşamsal önemdeki sorunlara değil, sadece yönetici kadroların kim olacağına dair siyasi mücadele yürütülen örtülü bir blok sistemi oluştuğunu” tespit ediyordu. Abendroth’un bu analizinin genel hatlarıyla hâlâ geçerli olduğu söylenebilir.
Geçen hafta Aşağı Saksonya’da gerçekleştirilen Eyalet Parlamentosu Seçimleri bunu doğrulamakla birlikte yeni bir gerçeği, artık örtülü olmayan bir toplumsal bloklaşmanın oluştuğunu gün yüzüne çıkardı: Seçmenlerin yüzde 40’ı oy kullanmazken, ırkçı-faşist AfD partisi oylarını ikiye katlayarak yaklaşık yüzde 11 ile Eyalet Parlamentosuna girdi. Seçim sonuçları Almanya’da uzun zamandır gözlemlenen bir trendi, toplum yarısının siyasi arenadan uzaklaştığını ve bununla bağlantılı olarak ırkçı-faşist temsiliyetin güçlendiğini kanıtlamış oldu.
Sayıların tek başına göstermediği asıl toplumsal gerçek ise, seçime katılım oranlarının özellikle yoksulların yaşadıkları seçim bölgelerinde yüzde 20’lere kadar düşmüş olmasıdır. Ekonomik, siyasi, toplumsal ve kültürel alanlardan giderek daha çok dışlanan veya daha doğru bir deyimle “bu alanların dışında tutulan” yoksul kesimler ve Almanya işçi sınıfının güvencesizleri artık oy da kullanmıyorlar. Son on yılda her düzeyde yapılan seçimlerin sonuçları bu gelişmenin, yani toplumun sayısı giderek artan bir kesiminin siyasi sisteme ve yerleşik partilerin iç içe geçmiş kriz konstellasyonlarıyla başa çıkabilme yetilerine duyduğu güvensizliğin kalıcılaştığına işaret ediyor.
Irkçı-faşist AfD partisinin oy oranlarını artırması da bu gelişmeyle doğrudan bağlantılıdır. Yoksullar ve çalışan sınıflardan seçime katılanların sermayenin yedeği olan bu partiye oy vermeleri, her ne kadar kendi çıkarları açısından irrasyonel bir karar olsa da olağan bir sonuç olarak nitelendirilebilir. Çünkü sosyal sorunlar, hayat pahalılığı, artan enerji fiyatları, gelecek güvensizliği ve savaş politikaları arasındaki bağlantı seçim kampanyasında bir tek ırkçı-faşist AfD tarafından dile getirilerek, ırkçı ve milliyetçi çözüm önerilerine oy toplayabildi.
Nihâyetinde emperyalist ülkelerde de “en alttakilerin” oylarının sınıf çelişkileri tarafından faşizan çözüm sunan siyasi formasyonlara kanalize edilmesinin temel nedeni bunu engelleyecek bir sol alternatifin olmamasıdır. Parlamenter kretenizm batağından kurtulamayan reformist Sol Parti, artık toplumun büyük bir çoğunluğu tarafından burjuva partileriyle aynı cephede görülüyor. Alman emperyalizmine ve Alman devletinin Rusya’ya karşı yürüttüğü açık iktisat savaşına tek bir itiraz göstermeyen, aksine iktisat savaşı yürütüldüğünü ifade eden üyelerini karalayan Sol Parti aparatı devlet politikalarına eklemlenerek oy kaybediyor. Medyada sadece parti içi çekişme haberleriyle yer alan Sol Parti ve Alman sendikal hareketi, verili koşullara karşı belirgin bir toplumsal protesto yatkınlığı görülmesine rağmen, bu protestoları örgütlemekten kaçınarak meydanı ırkçı-faşist hareketlere bırakıyorlar. Toplumsal etkisi zayıf olan radikal sol ise bu gidişatı tek başına tersine döndürebilecek güce henüz sahip değil ne yazık ki.
Abendroth’un analizine dönecek olursak: Varlığını tespit ettiği “örtülü blok sistemi” hâlihazırda Almanya’nın reformist toplumsal ve siyasal solunu da içine alarak sermaye lehine olan kooptasyonu tamamlamış durumda. Burjuva partileri ve Sol Parti tarafından oluşan bu blok, Alman seçmeninin yarısının desteğine sahip. Diğer yarısını ise seçime katılmayanlar ve ırkçı-faşist AfD seçmenleri oluşturuyor. İşte açık bloklaşma olarak nitelendirdiğimiz toplumsal gerçek budur.
Marksistler kapitalizmde seçimlerin verili koşullarda bir değişime yol açmayacaklarını bilirler. Buna rağmen seçimler toplumsal kutuplaşma ve bölünmelerin nasıl geliştiğini gösteren olgudurlar. Özellikle bir sol alternatifin sunulmadığı durumda…